Haziran 2013
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Direnişine destek olan İhsan Eliaçık'tan AKP'ye sert sözler: 'Faiz lobisi bahane, kriz şahane.'
Antikapitalist Müslüman hareketin öncülerinden İhsan Eliaçık konuştu. İhsan Eliaçık, Gezi eylemlerinin başlangıcından bu yana fikirlerine en fazla ilgi gösterilen isimlerden biri. 
Antikapitalist Müslüman hareketin öncülerinden Eliaçık, içinde bulunduğu ruh halini “Ben 12 Eylül’de 1 yıl cezaevinde yattım, 28 Şubat’ta 30 davada yargılandım ama inanın hiçbir zaman kendimi şimdiki kadar haklı ve cesur hissetmemiştim” sözleriyle anlatıyor. Gelin şimdi, Türkiye’nin adalete ve ahlaka aç olduğunu düşünen bir ilahiyatçının gözlemlerini dinleyelim. 

- Gezi’de eşcinsellerle, anarşistlerle, sosyalistlerle iletişiminiz nasıldı, ne tür kazanımları oldu bu birlikteliğin? 
Toplumun diğer kesimleriyle bu kadar yakın olduğumuzu Gezi’de fark ettik. Çok iyi anlaştık çünkü kafa yapımız ve yaklaşımlarımız, bireyi ve toplumu algılayışlarımız, inançlarımız farklı olsa dahi gayet iyi uyuşuyordu. Örneğin LGBT’den gençler mescit yapımına katkı sağlayıp namaz kıldılar, kütüphaneye gönderdiğim kitaplar anında tükendi. Gezi bize özgürlük, saygı, ortaklık ve dayanışma kavramlarını çok iyi öğretti. 

Dolayısıyla ütopik 19 gündü, geleceğin Türkiye projesi çizildi orada. Gezi’de birileri bir rüya gördü, şimdi başka birilerinin o rüyayı gerçekleştirmesi gerekiyor. Türkiye toplumunda olup da Gezi’de olmayan hiçbir şey yoktu çünkü.

Ama Başbakan Erdoğan camide içki içildiği ya da başörtülü bir kadına saldırıldığı iddialarıyla Gezi’dekileri bir araya getirenin İslam karşıtlığı olduğu algısı yaratarak eylemcileri Türkiye toplumuna ait olmayan bireyler gibi gösterme çabasında. 

‘Türkiye krize giriyor’
- Yalnızca çapulcu demekle kalmıyor, yüzde 50’yi “bizden olmayanlar” olarak tanımlayarak toplumda zaten var olan kutuplaşmayı körüklüyor. Bundan nasıl bir kazanım sağlayabilir? 
Çünkü 99’daki gibi bir ekonomik kriz geliyor. Birileri gelip Başbakan’ın önüne kasayı fırlatabilir, bu sefer teğet geçmeyebilir. Çünkü Amerika’da Yahudi ailelerin elinde olan Merkez Bankası, dış dünyadaki paralarını Amerika’ya çekme kararı aldı. Dünyanın her yerinde borsalardan paralar çekiliyor. 

Dolayısıyla borsası zayıf olan ülkeler bundan çok sert etkilenecek ki bu ülkelerden biri de Türkiye. Ve bu kriz en çok yoksulu vuracak, varoşlardan ayaklanma olabilir. Bunu Başbakan’ın önüne koydular, o da bunu halka izah etmek için din düşmanları, faiz lobisi, dış mihraklar söylemlerini yürütüyor. İktisadi neden bu. 

İkinci ve siyasi olan bir neden de, Suriye meselesi. Amerika’nın amacı Ortadoğu’ya ayak basamadan Esad’ı Türkiye üzerinden hallettirmek üzerine kuruluydu ama olmadı. Cenevre Konferansı’na çağrılan Esad, “Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu gelirse ben gelmem” diyerek onların kellesini istedi. ABD de buna fazla ses etmedi. Bu gösteriyor ki, Amerikalılar savaşsız ve kansız bir Ortadoğu politikasına dönüyor ve bu durumda Erdoğan sıcak savaş döneminin öfkeli lideri pozisyonuna düştü. Ve eskidi, gitmesi gerekiyor. İşte Erdoğan etrafındaki kitleyi toplamak için, Gezi’yi bu amaçla kullanıyor.

‘Bağımsız adaylar yetmez’- Gezi ruhunun siyasete doğru bir gidişatı olur mu?

Mevcut partiler kendini Gezi’de ortaya çıkan çizgiye göre ayarlayacak; çünkü buradan geri düşen, Türkiye’nin gerisine düşer. Gezi’nin bir süre siyasal, kültürel, sosyal bir odak şeklinde devam edeceğini düşünüyorum. Buradan bir siyasi oluşum çıkacaksa bile bu, mevcut partilerin de katılımıyla olabilir. Aksi takdirde Gezi’den en fazla bağımsız adaylar çıkar ki bu beklenen etkiyi göstermez.

‘28 Şubat’taki devlet hortladı’
- Bugüne kadar söylemlerinde çokkültürlülüğü neredeyse kutsayan Başbakan Erdoğan’ın bugün tektipçilikle adeta övünür hale gelmesi, özellikle AKP’yi destekleyenlerde şaşkınlık yarattı. Kendinden olmayanı “marjinal” görecek noktaya nasıl geldi?

Çünkü Tayyip Erdoğan’ın bir dünya görüşü, bir Türkiye projesi falan yok. Onun kafaya taktığı bu işten nasıl ayakta kalırım, iktidara nasıl devam ederim. Dört tane yalan üzerine kampanya yürütüyor; camiye ayakkabıyla girip içki içtiler, başörtülü kadına saldırdılar, Türk bayrağı yaktılar bir de camileri ahır yapan CHP. Bu yalanlara inanıp bize saldıranlar da var ama her ne kadar insanlar bu sıcak ortamda bu yalanlara inansa da zamanla gerçekler ortaya çıkacaktır. Çünkü koca bir millet kandırılamaz. Diğer yandan bu olaylar ceberut devletin sopasının yalnızca el değiştirdiğini ama sopanın değişmediğini bize gösterdi. Kemalist de muhafazakâr da iktidarda aynı şeyi yapıyor. AKP de devletin temel davranışlarını değiştirmedi, kendi davranışlarını devletin davranışı haline getirdi. 28 Şubat’ta Mesut Yılmaz muhafazakârlara yarasa demişti, şimdi Erdoğan muhaliflere çapulcular diyor. 28 Şubat’taki devlet hortladı adeta. Bizce yapılması gereken iktidarın yapısının değişmesi.

‘Yolsuzluğun belgeleri elimizde’- Peki, siz bunları söyledikçe sizi hedef alanlar bunu hangi gerekçeyle yapıyor?

Biz diyoruz ki, Anadolu insanının duygularını sömürerek kamu imtiyazı kullanıp kendinizi zengin ettiniz. Kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenleri haline geldiniz. Muhafazakâr harami bir sınıf oluştu, bunun için mi size oy verildi, bunların hesabını verin! Bunun belgeleri de var bizde ama o belgeleri ortaya çıkaracak zaman da gelmiyor ki, hâlâ din düşmanı mıyız değil miyiz bu iftiralarla uğraşıyoruz. 

Bizi din düşmanlarının yanında olmakla suçluyor AKP’liler, biz de diyoruz ki, bırak din düşmanlığını falan, bu iktidarın rant kokusu olmadan, vatan millet aşkına yaptığı hiçbir şey yok, bunu konuşalım diyorum. Kent dönüşümünden kanal projesine kadar, her yerde arsalar çevriliyor, özelleştirmelerle kamu malları yağmalanıyor. 

- Gezi’deki namazınız “Güya dindarlar”, “güya namaz kıldırlar” gibi söylemlerle karşılandı.
 

Bizim kıblemiz Erdoğan değil ki, biz namazı ona yönelik kılmadık ki, onun onayına ihtiyaç duyalım. Sözde mi özde mi, buna Allah karar verir. Bu nasıl bir ruh hali? Ama diktatörlük tam da böyle bir şey zaten. Bir kimsenin diktatör olması için iki şey olması gerekiyor: Otoriter ve totaliter. Yani dediğim dedikçi ve her şeye karışıcı. En ince ayrıntı diktatörün onayından geçmeli

 Meltem Yılmaz -Sinan Tartanoğlu/Cumhuriyet

Müslüman, dünyanın neresinde olursa olsun namaz kılarken seccadeyi Beytullah’a çevirir. Günün birinde Kâbe’nin bulunduğu kutsal kenti ziyaret edip hacı olmanın hayalini kurar. Hac farizasını yerine getirmiş Müslümanın dindaşlarının yanında saygınlığı artar.
İslamiyet olsun, Hıristiyanlık olsun, mensuplarının inanç dünyalarını oluşturmanın yanında kültürel kodlarının da belirleyicisidir. Zamanla iki din de inananlarının teolojik formunu oluştururken kültürel koordinatlarını da inşa eder. Süreç içinde teolojik kimlikle kültürel kimliğin sarmalından teokültürel kimlik ortaya çıkar.
İncil, Hıristiyan inancının ana kaynağı olmasının yanında, edebiyat başta olmak üzere güzel sanatların her dalının ana esin kaynağı olagelmiştir. Antik Yunan’ın, Roma’nın, inanç, sanat ve estetiğinin Hıristiyan teolojisiyle sentezinden doğan Batı kültürü, bugün de etkilerini sürdürmektedir.
Şarkın, İslamiyet öncesi kültürel birikiminin ve inanç motiflerinin, İslamiyet sonrasında uğradığı değişimler, süregelen tortuları kuşkusuz ayrı bir yazının konusudur. Fakat İslam inanç ve uygarlığının ortak havuzundan Arap, Fars ve Türk dünyasının edebiyatına, sanatına mimarisine, halk bilimine yansımaların günümüze kadar uzanan sayısız örnekleri vardır.
Türk halkının kolektif kişiliğinin, etnokültürel kimliğinin ana karakteri Keloğlan masallarının ortaya çıkması binlerce yıllık ortak yaşanmışlıkla ilgilidir. Türk milletinin geçmişten geleceğe uzanan tarihi yolculuğunun oluşturduğu etnokültürel alaşım, destan kahramanlarını, masal motiflerini, mizah karakterlerini de yaratmaktadır.
ABD, kapitalizmle, Protestanlığın sentezinden yarattığı, ekonomik ve siyasal çıkarlarıyla uyumlulaştırdığı Anglo-Amerikan ideolojisini yayılmacılığın koçbaşına dönüştürmektedir. Hedef ülkelerin halklarının etkilenmesinde ve varoluş değerlerine yabancılaştırılıp dönüştürülmesinde narkoz işlevini Hollywod başta olmak üzere ABD’nin kültür endüstrisi yerine getirmektedir. Anglo-Amerikan hayat tarzının, ABD tüketim alışkanlığının, farklı kültürel ve sosyolojik geleneklerden gelen dünyanın tüm halkları için müşterek değer haline gelmesinde bahsedilen kültür endüstrisinin etkisi sanılandan daha fazladır.
Disneyland, ABD hayat tarzının, tüketim kültürünün, bir masal atmosferinin büyüleyiciliği içinde kutsandığı eğlence dünyasının adıdır. Bu masal dünyasının kapısından giren ziyaretçi, en popüler simge “Miki Fare”den başlayarak diğer sanal kahramanlarla geçirdiği birkaç saatin sonunda ABD değerlerinin kültürel radyasyonundan etkilenmiş halde dışarı çıkmaktadır.
TRT’den Türk çocuklarına senelerce seyrettirilen “Taş Devri” çizgi filmini hatırlarsınız. Tarih öncesi taş devrini konu alan çizgi filmle modern zamanların kapitalist sistemi, patron-işçi ilişkisi, özel mülkiyet, tüketim çılgınlığı, ekonomik sistemin değişmezliği bilinçlere kazınmaktadır. Çizgi filmin sevimli karakterleri, “Fred - Vilma Çakmaktaş, Barney - Betty Moloztaş” vs taş devrinde bu günün ekonomik düzeninde yaşamaktadırlar! Televizyon ekranlarından sistemin ezelden ebede değişmezliği bilinçaltına şırıngalanırken, düzenin efendilerine itaat afyonu eğlence ambalajıyla yutturulmaktadır.
Makalenin başlangıcında milletlerin farklı inanç ve kültür dünyalarının süreç içinde farklı kimliklere, farklı düşünce ve davranışlara yol açtığını vurgulamıştık. Türk milletinin kolektif kimliğini, ortak ruhunu oluşturan, milli varlığımızın teminatı inanç ve kültür kodlarımızın, bize ait değerlerin nasıl değişime uğratıldığına sözü getirmenin zamanıdır. Uluslararası sisteme uyarlanan inancın milli kimlik olmaktan çıkarılması, dahası milli kimlikle çatışır hale getirilmesinin güncel örneğinden bahsedelim.
Türkiye’nin dünya standardındaki ilk temalı parkı olduğu söylenen Vialand, 26 Mayıs’ta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından açıldı. Açılış törenine Başbakan’ın eşi Emine Erdoğan ile kızı Sümeyye Erdoğan da katıldı. Gürsoy Grup ile Via Prosperties ortak girişimiyle Alibeyköy’de yapılan, temalı parkı, alışveriş caddelerinden oluşan AVM’si, şato manzaralı 250 farklı mağazası olan Vialand’ın yıllık 30 milyon ziyaretçi hedeflediği açıklandı. 1 milyar 150 milyon TL’ye mal olan Vialand’ın, eğlence dünyası, oyun dünyası, macera dünyası bölümlerinin yanında, king kong, adalet kulesi (tower ride) çılgın nehir (rafting ride ), viking (splash coaster), maceraperest (family coaster), nefeskesen (roller coaster) zindan, safari tüneli, minik kâşifler gibi 50’den fazla eğlence ünitesi olduğunu öğreniyoruz.
İnsan ne hülya ile yatarsa o rüya ile kalkar denir. Siyasal mücadelesinin çıkış noktası Hıristiyan Batı karşıtlığı olan, o cephenin inanç ve kültürel değerlerini toptan reddeden bir anlayışın, o kültürün eğlence simgelerinden oluşan Vialand’ın açılışını yapar hale gelmesi üzerinde düşünülmelidir. Açılış davetlileri arasında Mekke, Bombay, Bingazi belediye başkanlarının da bulunduğunu söylersek, İslami söylemle makyajlanan kültürel etkileşimin boyutları daha iyi anlaşılacaktır.
Vialand’ın açılışını şereflendiren Mekke Belediye Başkanı’na, nezaket ölçüleri içinde Osmanlı’nın Kâbe’nin korunması için inşa ettiği Ecyad Kalesi’ni yerle yeksan edip Zemzem Towers’leri nasıl diktikleri, Kâbe’yi çevreleyen zarif Osmanlı revaklarını niçin söktükleri sorulmuş mudur? Bombay Belediye Başkanı’na emperyalizme itaate şartlandıran İngiliz İslamı, Bingazi Belediye Başkanı’na, diktatörden kurtulma numarasıyla halk sokaklara dökülürken Fransız, İtalyan konsorsiyumunca Libya petrolünün nasıl iç edildiğinin birinci elden duyulmak istendiği hatırlatılmış mıdır dersiniz?

 Av. Hüseyin Özbek

AKP’nin 28 Şubat’ın 13’üncü yıldönümünde, “demokratikleştik”  diye sevinçle kaldırdığı EMASYA protokolü 3 yıl sonra yeniden hayatımıza girdi. Hikâyesi uzun ve karmaşık olan EMASYA’nın AKP formatlı hâli ise geleceğe dair niyet ve planlar hakkında duyulan kaygıları epey arttıracak nitelikte.

EMASYA dosyasını okuduğunuzda;

“Ben kaldırırım, ben koyarım Vali benim, devlet benim kime ne?” gibi bir sonuca da varabilirsiniz...

“PKK çekilirken, askerlerin müdahale etmemesi garanti altına alınmış”  yorumunu da yapabilirsiniz...  

AKP iktidarı EMASYA’yı, “Güneydoğu’da OHAL görüntüsünü ortadan kaldırıp, bölgeyi normalleştirme hedefiyle”  iptal etmişti, ama Gezi eylemleri sırasında Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın, “Gerekirse Orduyu göreve çağırırız” dediğini hatırlayıp, iktidarın tüm ülkede OHAL’e hazırlandığı iddiasında da bulunabilirsiniz.

                                                 -EMASYA’nın Mazisi-   

Açılımı “Emniyet-Asayiş Yardımlaşma Birimleri”  olan EMASYA 7 Temmuz 1997’de Genelkurmay ve İçişleri arasında imzalanmış bir protokoldü. Özü itibarıyla,“İl valisinin, bölgesinde çıkan toplumsal olayların üstesinden kendi gücüyle gelemediği takdirde askeri birliklerden kuvvet talep etmesini”  düzenleyip, asker, MİT ve Valiliklerin koordinasyon halinde çalışmasını öngörüyordu. Bir de Doğu-Güneydoğu’da acil olaylarda jandarmaya operasyon yetkisi veriliyordu.

Askeri kaynaklara göre, protokolün ana amacı, “Kahramanmaraş, Sivas  katliamı gibi utanç verici olayların bir daha yaşanmaması”  idi.

AKP iktidarında uzun süre Mili Savunma Bakanlığı yapan Vecdi Gönül’ün 2006’deki açıklamasına göre, “TSK’nın EMASYA görevlerinde kullanılması yasalara uygun”du.

Protokülün yürürlükten kaldırıldığı dönemde İçişleri Bakanı olan Beşir Atalay ise EMASYA’yı şöyle anlatıyordu:

"EMASYA, sadece terör veya belli toplumsal hareketler olduğundavalilerin izleyeceği yolu, güvenlik güçlerinden nasıl, hangi durumda yardımisteyeceği gibi konuları düzenleyen protokoldü. Zaten o konuya açıp bakılırsa,ilgili kanunda çok açık düzenliyor.”

İsterseniz EMASYA’nın ne olduğunu,bir de protokolü imzalayan dönemin İçişleri Bakanı Murat Başesgioğlu’ndan dinleyelim. 2 Şubat 2004’te TBMM Genel Kurulu’nda EMASYA’yı anlatırken, AKPmilletvekili olan Başesgioğlu şu bilgileri verir:

“EMASYA planı, Türkiye’nin meşru güvenlik güçleri arasında işbirliğinien yüksek seviyeye çıkarmanın yasal  dayanağı olan bir protokoldür. Özünde, ilvalisinin bölgesinde çıkan toplumsal olayların kendi gücüyle üstesindengelemediği takdirde, kuvvet talep etmesidir... O günün şartları içindebirbiriyle görüşmeyen, yardımlaşmayan, istihbarat paylaşmayan, operasyonyapmayan güvenlik güçlerini birlikte çalıştırma modelidir”.

                                -EMASYA KaldırılsınKampanyası-

TSK’ya “asimetrik psikolojik savaş”  açılmasıyla birlikte EMASYA da gündemegeldi. Gazeteci-Yazar Ali Bayramoğlu’nun öncülüğündeki (Başbakan Erdoğan böyle bir protokol olduğunu Bayramoğlu’ndan duyduğunuaçıkladı) “demokrasi savaşçıları”, günlerce EMASYA’nın zararlarını anlatıp, mutlaka kaldırılması gerektiğini, buyapılmazsa Türkiye’nin “demokratikleşemeyeceğini” yazdı. Sadece Erdoğan değil, AB de bu protokolden Bayramoğlu sayesindehaberdar olup, hemen o yılki Türkiye raporuna, “EMASYA kaldırıla”  yazdı.

2009’da konu AKP’nin Kızılcahamam kampında da masaya yatırıldı. Birmilletvekili, “Bu protokol, Güneydoğu’daolağanüstü hal görüntüsünü ortadan kaldırıp, bölgeyi normalleştirmeyihedefleyen demokratik açılım sürecinin önünde büyük bir engel oluşturuyor”dedi. O milletvekili, bu hafta Akşam Gazetesi’ne Genel Yayın Yönetmeni olarakatanan Mehmet Ocaktan’dı.  O dönem BursaMilletvekili olan Ocaktan’ın bu talebine, AB Bakanı Egemen Bağış, “Evet, bunu yapmalıyız”,  İçişleri BakanıBeşir Atalay da, “Hallederiz bunları” karşılığını veriyordu.

Yine o günlerde Mümtaz’er Türköne, “Milligüvenlik, askerlerebırakılmayacak kadar ciddi bir konu… Milli Askeri Stratejik Konsept’in yenidenbelirlenmesi gerekiyor… İç tehdit algılamasında birinci sıraya, TSK bünyesindeyer alan illegal örgütlenmelerin yerleştirilmesi şart… TSK’nın iç güvenliğeyönelik yetki ve sorumluluklarının bütünüyle kaldırılması gerekir… Jandarmabütünüyle lağvedilmeli, EMASYA gibi protokoller iptal edilmeli”  gibi bir listeçıkartıyordu.

Bugünlere ve geleceğe ışıktutacak nitelikte olan, o günlere ait en ilginç yazı belki de Hüseyin Gülerce’ninkiydi. Gündemde yine PKK açılımı vardı, CHP ve MHP’den iktidara aynen bugünkü gibi serteleştiriler geliyor, MHP Ankara’da “Bin YıllıkKardeşliği Yaşa ve Yaşat”  mitingi düzenlemeye hazırlanıyordu. Gülerce, “Hükümet, Sıkıyönetime Zorlanıyor” başlıklı bir yazı kaleme aldı ve “İçindebulunduğumuz kutuplaşma ortamında bu mitingler endişe kaynağıdır”  dediktensonra şu iddiada bulundu:  

“Cumhuriyetmitingleri, meşru iktidarı yasa dışı yollarla devirme planlarının birparçasıdır. Bugün de AK Parti  iktidarını, seçim yoluyla değiştirmeyeceğiniiyice anlayan aynı çevreler, açılımı bahane ederek bildik yollara başvuruyorlar. Hedefleri, peş peşe gelecek provokasyonlarla bir kaos ortamıhazırlayıp, hükümeti sıkıyönetim idaresine zorlamaktır...”

                        -Beşir Atalay:Kaldırdık. Yeni Düzenlemeye Gerek Yok”-

Nihayet Türkiye gündemine “Balyoz”  planı düştü. “EMASYAkaldırılsın”  kampanyaları iyice hızlandı. Fehmi Koru, dönemin GenelkurmayBaşkanı İlker Başbuğ’a şu çağrıda bulundu:

“EMASYA Protokolünü sona erdirmek içintek taraflı bir irade beyanı yeterli; Genelkurmay Başkanlığı, İçişleri Bakanlığı’nı beklemeden, kendisi de protokolü tek taraflı iptal edebilir. Aksihalde, protokolü, İçişleri Bakanlığı’nın bir beyanıyla iptal veya makul içeriğekavuşturulmuş yeni bir metinle değiştirme yoluna gidilebilir.”

Başbakan Erdoğan, EMASYA’nın kesinliklekaldırılacağını belirtip, “Genelkurmay’lapaslaşıyoruz”  dedi. Ve Başbuğ’dan, “Buprotokole gerek yok, kalkabilir”  açıklaması geldi.

Today’s Zaman Gazetesi, “Sivil-asker ilişkilerininnormalleştirilmesini amaçlayan AKP iktidarının, bu kapsamda EMASYA protokolünü28 Şubat darbesinin 13. yıldönümünden önce kaldırmayı planladığını” duyurdu.

Öyle de oldu, protokol 2010’nunŞubat başında kaldırıldı. Dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın, protoklükaldırma çalışmalarını Başbuğ’la beraber yürüttüklerini vurguladıktan sonra, “Mevcut kanunlar yeterli. Yeni birdüzenlemeye gerek yok”  demesi önemliydi.
                                             
                       -Yeni EMASYA’daFarklı Ne Var?.. Ne Zaman İmzalandı?-

Bugün Milliyet Gazetesi’ndenTolga Şardan’ın haberiyle, yeni EMASYA’mızın olduğunu öğrendik. Genelkurmay ve İçişleri arasında Nisan’da imzalanan protokol 14 maddeden oluşuyormuş.

Yeni protokole göre, “askeribirlikler ancak valilerin yazılı ya da acil durumlar için sözlü çağrısı üzerinetoplumsal olaylara müdahalede kullanılabilecek”miş.

Bu maddenin eskisinden ne farkıvar?

Farkı olmadığı gibi EMASYA’nınkapsamının genişletildiğini görüyoruz. “Kaldırılsın”  tartışmalarının yaşandığı günlerde, Jandarma’nıntamamen lağvedilmesi istenirken, bakın yeni protokolle ne oluyor?

“İllerdeki jandarma birlikleri, valilerin ‘daimi kuvveti’ yapılıp”,protokol dışında tutuluyor.

Eski EMASYA’da jandarmanın sadeceDoğu Güneydoğu’da acil durumlarda operasyon yapması öngörülürken, artık jandarma tüm ülkede valilerin “özelordusu”  haline getiriliyor.

Gezi olaylarında jandarmabirliklerinin İstanbul’da konuşlandırılmasını hatırlıyorsunuz değil mi?

EMASYA’yı iptal ederek,  Dogu-Güneydoğu’da “OHAL görüntüsünü ortadan kaldırdıklarını”  öne sürünlerin, ülke genelinde OHAL görüntülerine hazırlandığı anlaşılmıyor mu?

Asıl dikkat çekmek istediğimnokta, yeni EMASYA’nın imzalandığı tarih. Milliyet “18 Nisan 2003“ diyor ki, doğru.

Peki o günlerde ne tartışılmaktaydı?PKK’lıların ellerini kollarını sallayarak giderken, askerlerin ne yapacağı,askeri operasyonların nasıl engelleneceği!..

AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik 17 Nisan’da,“Barış süreci kapsamında PKK’lılarınyurtdışına çekilmesiyle ilgili Genelkurmay Başkanlığı ve İçişleri Bakanlığı’nınValilere, jandarma ve polis dışında TSK’yı göreve çağırma yetkisi veren maddeyeilişkin protokolü yenilediğini”  duyurur. Çelik’in, “Tereddütleri giderecek protokol, önümüzdeki günlerde yürürlüğekonulacak”  sözü şöyle yorumlanır:

“Protokolle,valinin sorumluluğu ayrıntılandırılacak, TSK’nın yetkisiz kılınması önlenecek.PKK çekilirken, müdahale etmeyerek suç işleyecekleri tezi ortadan kaldırılacak.”

BDPeşbaşkanı Selahattin Demirtaş geçenlerde şu “kaygılarını” dile getirmişti: 

“Duyduğumuz kadarıyla bazı bölgelerdekomutanlar valiliklerden ve savcılıklardan defalarca operasyon izni istediler.Ama bu izinler verilmedi. Yıllardır operasyona çıkmayan bazı komutanlar tam dabu süreç başlayınca operasyon izni istediler. Hükümet operasyon yapmama, çıkışıengellememe, çıkanlara karşı da herhangi bir girişimde bulunmama konusunda şuana kadar ciddi bir sorun çıkarmadı, çıkmasına izin vermedi.”

Sen misin PKK’ya operasyon yapmakisteyen; Al sana EMASYA!..

Silivri, Hasdal, Hadımköy, Maltepe,Sincan, Mamak ve Şirinyer’e kucak dolusu sevgiler
Müyesser YILDIZ

Taraf Gazetesinden Mehmet Baransu'nun haberine göre "" Başbakanlık ve MİT'in ortak hazırladığı "2937 Sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu ile Diğer Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı Taslağı “hazırlanmış.
"Gizli" kanun tasarısı çalışmasının metinlerine ulaştığını iddia eden Baransu MİT için düzenlenen yeni yasa ile fişleme, izleme, psikolojik istihbarat ve operasyon yetkileri veriliyor diye yazmış.
Buna göre; teklifle, MİT’e “muhtemel iç tehditlere karşı” operasyon yetkisi veriliyor. MİT bu operasyonları mahkemelerde izin almadan yapabilecek(!)
Yani MİT, AKP Hükümeti, kimi tehdit sayarsa onları “iç tehdit” diyerek operasyonlar baskınlar yapacak, bunlar için savcılardan mahkemelerde izin almak zorunda olmayacak. Astığı astık, kestiği kestik olacak demektir bu.
 Düzenleme yaygın keyfiliklere, insan hakları ve hukuk ihlallerine neden olacağı gibi aynı zamanda cumhuriyetin MİT Cumhuriyetine dönüştürülmesi demek oluyor.
Yurtdışı operasyon yetkisi, Anayasa’ya göre TBMM’nin izniyle silahlı kuvvetler tarafından kullanılabiliyorken bu yasa ile anayasa bir yana bırakılarak başbakanın onayıyla yetki tamamıyla MİT’e verilecek. Hiç kimse MİT’ten hesap soramayacak. Üstüne üstlük MİT’e özel mahkemeler kurulacakmış.
Vay canına’
Eğer böyle bir yasa geçerse tam faşist Hitler Almanya’sına döneceğiz demektir.
 Zira “Madde 4/I de – Psikolojik istihbarat faaliyetlerinde bulunmak, iç ve dış tehdit odakları tarafından yürütülen psikolojik hareket çalışmalarına karşı koymak. “olarak geçiyor.
Aklımıza hemen askerin bu yetkiyle AKP’yi ve Fetullah Gülen Cemaati’ni bitirmek için “İnternet Andıcı” operasyonunu yaptığı iddiası geliyor değil mi? Bu kapsamda Albay Dursun Çiçek dahil birçok askerimiz tutuklanmıştı. Şimdi aynısını yapma yetkisi MİT’e veriliyor. Bu ne lahana turşusu bu ne perhiz?
CHP böyle bir haberi duymadı mı acaba? Yine her zamanki gibi sessiz kalmayı mı yeğleyecek? Salı günleri genel başkanın başbakana çatmaları ile mi geçecek?
Başbakanın öteden beri amacı ABD ‘nin boyun eğdiremediği Türk ordusunun yerine kendisine bağlı polis gücünden bir ordu yaratmaktı. Orduyu birden lav edecek güç yoktu elinde, işte dalga, dalga can damarlarını keserek yaptı bunu.
                                                                         ***
Emekli General Veli Küçük’ün kızı Avukat Zeynep Küçük’ün şemalarla, krokilerle ve telefon sinyalleri ile harita üzerinde anlatısını Ulusal Kanalda ikinci kez dinledim.
Cumhuriyet Gazetesinin bombalanması, Danıştay davası ile başlayan Ergenekon, Balyoz, Oda TV, Poyrazköy, Kafes gibi birçok başlıklı dava zincirlerinin sırf Türk Ordusunu çökertmek için yapıldığı gün gibi aydınlandı.
Bu davalardaki diğer amaç Türk aydınlarını, yürekli gazetecilerini halktan uzaklaştırmak ve de susturmak için hazırlanan komplolar ile kalleşçe bir tuzaktı, Bunu biz ulusalcılar biliyorduk ama yandaş medya ne yazık ki iktidar ile birlikte hareket ederek görmemezlikten geldi.
Onlar, tarihe işbirlikçi, kara ve yalancı medya olarak geçeceklerdir.
Yıllardır devam eden bu davalarda tüm yurtseverlerimize sanık demek bile büyük haksızlıktır. ABD ve AKP senaryoları ile hiçbir delil olmadan resmen esir tutulmaktadırlar.
Anlamak istemeyenler, halen darbe yapacaklardı diye fetva verenler ABD güdümlü AKP'nin ve özerklik vaat edilen PKK ‘ın 'Açılım, Çözüm ve Barış Süreci'' gibi yalanlarla T.C. ni bitirme çabalarına ortak kişilerdir. Yani suça iştirak edenlerdir.
Vatanımız bugün aslında hükmü kalmamış Türkiye Devletini işgal eden bir iktidar tarafından yalanlarla, başbakanın halkı kışkırtıcı sözleriyle yönetilmeye çalışılmaktadır.
 Başbakan bizler, onlar diye ayırım yaparak "Halkı din ve ırk farkı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik" etmektedir. Dindar insanların bilinçaltına hitap ederek kışkırtmaktır. Bildiğim kadarıyla (Türkçe Kuran’dan) düşmanlardan, dinsizlerden, kâfirlerden hep "ONLAR" diyerek bahsediliyor.
Bu durumda AKP ‘in kapatılması gerekmektedir.
 Polis Akademisi mezuniyet töreninde konuşurken polisimizin vandallara karşı “destan yazdığını” söyledi.
Destana bakın!
Yüzlerce yaralı 5 ölüm ve ne yazık ki bir gözlerini kaybeden vatandaşlarımız ve halen hastanelerde tedavi altında olan, beyin travması geçiren Gezi Park gazileri.
Sanki İstanbul’daki eylemi destekleyen Türkiye’nin diğer kentlerine düşman askerleri girmiş te polis te onların icaplarına bakmış.
Böylesine saçma ve acımasız bir düşünce olur mu ya?
PKK lı militanların yakıp, yıkmalarına karşın polis torpilli karşılık versin ama öte yanda özgürlük ve gerçek demokrasi için ayağa kalkan kendi vatandaşına, kurşunlar, coplar, zehirli gazlar ve göz oymalarla adeta zafer kazansın.
Buna adalet diyorlarsa yerin dibine batsın böyle adalet.
Buna destan denirse Allah kahretsin böyle acımasız destanı.
                                                  ****
Başbakan diktatörlüğünde güçlendikçe polis içindeki emniyet istihbarattaki cemaat yapılanması hızla tasfiye etmeye başladığını görüyoruz. İstanbul, İzmir ve Ankara İstihbarat Şube Müdürlerinin görevden alındığını basından öğrendik.
Kendisinden olmayan herkesi bir şekilde kendince cezalandırıyor. Ya sürgün yapıyor ya da Silivri’ye postalıyor.
Benim polisim diyor AKP’nin polisi oluyor yani, diğer taraftan cemaatin polisi deniyor.
Allah Aşkına Türk Polisi nerede? Halkın polisi nerede?
Karşısında güçlü bir muhalefet partisi olmayınca çok rahat yalan söylüyor ve elindeki erki de çok güzel kullanıyor.
Çözüm süreci, barış süreci deniliyor ve Türkiye bölünmeye gidiyor. ABD Büyükelçisi ta Amerikalardan gelip Hakkâri ve civarında araştırmalar yapıyor, sanki Papa gibi eli öpülüyor.
Bu ne iştir? AB ye içişlerimize karışamazlar diye kafa tutan başbakan ABD ye nedense içimizden çıkartamıyor.
Francis Ricciardone Diyarbakır ve Güneydoğu gezisini neden yapıyor acaba? Herhâlde turistik geziye gelmedi.
Türkiye’nin bölünmesine ramak kaldı. CHP halen bunu anlayamıyorsa yazıklar olsun.
Öcalan’a özgürlük ama PKK ile yıllarca savaşan komutanlara, askerlere zindanlar. Bu Allahtan reva mıdır?
Burada CHP eski Milletvekili Şahin Mengü’nün şu sözlerini tekrar ediyor ve gönülden katılarak yazımı bitiriyorum.
Biz CHP li Ulusalcılar, bölücülere teslim olmayacağız. Bu partide yıllarca görev yapmış olanlar, susma hakkınız yok. Ülke süratle bölünmeye doğru gidiyor. Her gün tarihi değerlerimize saldırılıyor. Ses çıkartmak zorundasınız. Susarsanız tarih sizi affetmeyecek.
Saygı ve sevgilerimle.
TC.Tünay Süer

Yandaş TV olmasına karşın HABERTÜRK Televizyonunda yapılan bazı programları izlerim. En beğendiğim program da arada bir olsa da muhalefet temsilcilerine yer veren, güncel olaylar hakkında hemen program yapan ve Didem Arslan Yılmaz tarafından yönetilen “Türkiye’nin Nabzı” programıdır.
27.06.2013 akşamı yapılan ve barış sürecini gündeme alan programa takıldım. Diğer programların aksine burada konuşmacılar tek tek alınıyor ve aynı sorular sorularak düşünceleri alınıyordu.
Önce BDP adına programa dışardan katılan Eş Başkan Meral Danış Beştaş’ı dinlerken düşüncelerini pek yadırgamadım. Çünkü her zaman olduğu gibi her konuda bir haklılık savı vardı ve aynı savları tekrarlıyordu.
Sonra sırasıyla MHP Başkan Yardımcısı Oktay Vural ve CHP Başkan Yardımcısı Erdoğan Toprak programa canlı olarak katıldılar.
Bu yazıda programın tüm ayrıntıların anlatmayacağım. MHP ve CHP temsilcilerine sorulan bir soruya gerekli yanıtı vermedikleri inancında olduğum için onların söyleyemediklerini bu yazıda açıklamaya çalışacağım.
Gönül isterdi ki barış sürecinde PKK elebaşı Abdullah Öcalan ile yapılan müzakerelerde silahların bırakılması karşısında devletin ne tür ödünler verildiği şeffaf bir şekilde halka anlatılsaydı.
Bu çekincemle, öncelikle barış süreci sonunda silahların bırakılmasını, şehit cenazelerinin gelmemesini, anaların artık ağlamamasını candan istediğimi belirtikten sora sorulan soruya geçmek istiyorum.
Didem Hanım, tüm konuklarına şu soruyu sordu. “Sizce barış süreci başladıktan sonra artık şehit cenazelerinin gelmemesi bir kazanç değil midir?”
Yukarda da belirtiğim gibi BDP temsilcisinin buna olumlu yanıt vererek işi geçiştirmesini geçiyorum.
Sayın Oktay Vural Ve Erdoğan Toprak’ın bu soruya, PKK’nın tamamen silah bıraktığı ve yurt dışına çıktığı söylenemez. Çünkü Hala Güney Doğuda adam kaçırılmakta, şantiye arabaları yakılmakta, haraç toplanmakta ve Cizre’de PKK özel savunma gücü oluşturulmaktadır.
Başbakan dahi Çarşamba günü akil insanlarla yaptığı görüşmede çekilmenin %15 dolayında gerçekleştiğini itiraf etmiştir.
PKK’nı bu eylemlerine karşın şehit cenazelerinin gelmemesinin nedeni ise, Başbakan tarafından verilen emirle askeri güçler artık bölgede olan olaylara karşın operasyon yapmadıkları için şehit cenazeleri gelmemektedir. Bir operasyon yapıldığı takdirde yine Şehit cenazelerinin geleceğinden kimsenin şüphesi olmasın. İktidar artık Güney Doğuda olaylara hâkim değildir. Süreci tamamen İmralı yönetmektedir.
Ne yazık ki bunu söyleyemediler. Politik yanıtlarla işi geçiştirdiler.
AKP temsilcisinin yine Genel Başkanının bu süreçte ne kadar başarılı olduğunu söyleyeceğini bildiğim için onu izleme gereği duymadan programı kapattım. Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Birkaç günlüğüne gündem değiştirmek için kullanılacak gelişmelerden biri olarak düşünülen Gezi Parkı olayının, tüm Türkiye'ye yayılan protesto eylemlerine dönüşeceğini ve Avrupa Birliği'nin büyük tepkisine yol açacağını öngöremeyen iktidar, şimdi çıkış yolu arıyor. Başbakan Erdoğan her konuşmasında, beyin yıkama yöntemini kullanarak sürekli aynı konuları dile getiriyor. “Camiye ayakkabıyla girdiler, içki içtiler. Türbanlıları yerlerde sürüklediler” diyor. “Biz Müslüman'ız karşımızdakiler ise değil” anlamına gelecek cümleler kuruyor. Bizzat Caminin İmamı, “Ben Müslüman'ım yalan söylemem” diyerek yalanlamasına ve diğer iddialar da kanıtlanmamasına rağmen, Başbakan bunları AKP tabanının kafasına kafasına çakıyor. Erdoğan'ı destekleyen televizyon kanallarından başkasını izlemeyen, sorgulamayan kitleler ise dinlediklerini, hadis, kelam sayarak inanıyor. Başbakan'ın, halkın duyarlı kesimlerinin sokağa döküleceğini, kutuplaşmanın tehlikeli noktalara gideceğini bile bile öfke dolu konuşmalarını sürdürmesinin 2 nedeni var. Birincisi, terör örgütü PKK'nın başı Abdullah Öcalan'a verilen sözleri tutma zamanının gelmesiyle ilgilidir. Bu sözleri tutmanın bedelinin ağır olduğunu gördüler. Ama mecburlar, çünkü cini şişeden çıkardılar. Eski İngiltere Başbakanı Tony Blair'e bir röportajda sordular; “Her şey yolunda giderse ve barış sağlanırsa Öcalan'ın geleceği ne olur? Özgür kalır mı?” Elin Tony'si bizimkilerin saklamak için bin takla attığı gerçeği suratlara çarpıyor; “Hayatının geri kalanını hapiste geçirecek insanlarla barış anlaşması imzalayamazsınız, çünkü bunu bilen insan imzalamaz..” Geçtiğimiz hafta, Diyarbakır'da yapılan konferansta, Doğu ve Güneydoğu, “Kuzey Kürdistan” olarak ilan edildi. PKK'nın görevlendirdiği sivil milisler, kamuoyu sadece Cizre ve Nusaybin'i duymuşken, bölgenin birçok ilçesinde Kürdistan Güvenlik Gücü adıyla göreve başladı. Bunlar, üzerinde Öcalan fotoğrafı bulunan tişörtler giyerek, ellerinde telsiz, kimlik kontrolü yapıyorlar. Adam kaçırmalar, yol kesmeler, gerillaya (!) diploma törenleri de başladı. Daha da önemli olanı, Öcalan'a verilen sözlerde gecikme yaşanması üzerine, içinde Güneydoğu Asayiş Bölge Komutanı ve üst düzey komutanların bulunduğu helikoptere, Hakkâri'de ateş açıp vurulmasıydı. Bunlardan daha açık mesajlar olabilir mi? İkinci neden ise Suriye'dir. Reyhanlı'da 53 vatandaşımızın katledilmesi, bizimkilere “Suriye'ye müdahale sözünüzü yerine getirin” mesajıydı. Hizbullah da Esad'ın yanında savaşa katılmışken, İran, 4 bin kişilik komando birliği göndermişken, Rusya, “Dış müdahaleye karşıyım” diye uyarmışken, ne yapsın şimdi bizimkiler? Halka biber gazı, kurşun, basınçlı su sıkıp, üstüne toma sürüp öldürmek, gözleri kör etmek, vahşice dövmek kolay. Ama iş Esad'a gelince, feci dayak yiyeceklerini gördüler. Kısacası, Suriye krizi gündem değiştirmek için kullandıkları olay olmaktan çıkınca, nasıl çark ederiz arayışına girdiler. Ama eli beysbol sopalı ABD Başkanı Obama, Suriyeli muhaliflere verdikleri ağır silahları Türkiye üzerinden gönderdiklerini resmen açıkladı. Bizimkileri de sürekli arayıp, “Sizi siyasi ve ekonomik olarak 11 yıldır destekleyip, ülke içindeki muhaliflerinizi komplo kurarak içeri tıkıp, elinizi rahatlattıysak bunun borcunu ödemenin, yani Suriye'ye girmenin zamanı geldi” diye sıkıştırmaya başladı. Suriye krizi de, Barış süreci dedikleri konu da, 2 ucu pislikli değnek. Verdikleri sözleri tutmasalar, başlarına geleceği biliyorlar. İşte bu yüzden, gerginlik politikası ve yüksek tansiyon sayesinde mağduru oynayarak, dini değerleri kullanarak, gerçek dışı olayları sürekli tekrarlayarak, beyin yıkayarak kendi tabanlarını bir arada tutmanın derdine düştüler. Daha açık bir ifadeyle söylemek gerekirse, sayısal azınlıkta olan duyarlı kesimleri kandıramayacaklarını bildiklerinden, seçimlerde sayısal çoğunluğu sağlayan tabanlarını, kin ve öfke ile doldurup, arkalarında tutmaya çalışıyorlar. Başbakan'ın, konuşmalarında sürekli açık vermesi de, içine düşülen zor durumun göstergesidir. Samsun'daki konuşmasında, “Türkiye'de oynanan oyunların aynısı Brezilya'da oynanıyor” dedi. Oysa Brezilya Devlet Başkanı, Dilma Rousseff göstericilere şöyle sesleniyordu; "Barışçıl gösteriler, demokrasimizi güçlendirir. Biz liderler sokakların sesini duymak ve saygı göstermek zorundayız. Sesinizi duydum ve gerekli reformları yapacağımızın sözünü veriyorum" Erdoğan'a, Brezilya Devlet Başkanı, “sokakların sesini duymak ve saygı göstermek zorundayız” derken, siz herhangi bir ses duymuyor musunuz diye sormaya cesaret edeceklerin alacağı yanıt ne olur? Başbakan yine Samsun'da, “CHP hiçbir zaman milletle yürümedi, hep terörle yürüdü” diye konuştu. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu kalkıp da Erdoğan'a, “Terör örgütü PKK ve lideri Öcalan ile yürüyen kim” diye sorarsa ne yanıt verecek. Erdoğan, Kılıçdaroğlu'na, “Sen CHP'ye Genel Başkan olamadın. Olsa olsa CHP Genel Müdürü olursun” diye seslenmişti. Kılıçdaroğlu da, “Sen de Türkiye'ye Başbakan olamadın. Ola ola içinde Türkiye'nin de bulunduğu 23 ülkeyi bölecek, Büyük Ortadoğu Projesi'nin Eşbaşkanı oldun” diye seslenirse. O zaman ne yanıt verecek? Başbakan ve çevresi, yaşadıkları öfkenin etkisiyle yaptıkları yanlışları görmüyor. Öfkeyle kalkanın zararsız oturduğunu gören oldu mu şimdiye kadar?

Önce insan mı dedin!?...
Yaratılanı, yaratandan ötürü mü sevdin!?..
Hani Mevlana demiş ya… “Önce söze bakarım söz mü diye… sonra adama bakarım adam mı diye..” Söz; söz de; ikincisi şüpheli…
Ninem Mevlana’yı bilmezdi… ama, kendine göre; o da bir adamlık kalıbı çizmişti kafasında. “Söze bakıp aldanma.. ya (sözün) arkasında adam yoksa…”
Demek oluyor ki; söz adamdan önemli değil!... “Şaşı bakan adamın yol tarifine aldanma..” derdi, bir de ninem!...
İnadın ve ihtirasın adı “dik durmak” önceki söylenenleri unutup, (ya da halkı aptal yerine koyup unuttuğunu sanarak) tersini söylemek ise “diklenmemek”… Bu ölçüt kimin adamlığı…?
“Yalandan harman… yalancıdan adam olmaz…” da derdi ninem!..
*
Doğru teşhistir her işin başı…Ve her karar; bir teşhisin uygulamasıdır özünde.
Yanlış teşhisin; felaketle sonuçlanması kaçınılmazdır…
Yanlış teşhisle, ne sağlığına kavuşmuş bir hasta vardır, ne de mutlu biten bir son..
Yanlış teşhisin; asli faili bilgisizliktir.. cehalettir yani!... değilse … kasıttır…
Her ikisi de rezalettir!... Birisi ötekine tercih edilemez!..
Tıp’da hukuk’da, sosyoloji’de,,, siyaset’de… ekonomide; fizikte, kimyada… dogmayı reddeden, düşünceyi, bilgiyi önemseyen tüm bilimlerde… önemi büyüktür doğru teşhisin…
Uzun yılların gözlem ve deneyimleriyle ortaya çıkmış, aklın iradesiyle sentezlenmiş doğru teşhislere bilimsel ortak bir ad konmuştur… Doğa kanunlarıdır bunlar…
Aynı koşullarda aynı olayların, değişmez sonuçlar vermesi bundandır!.. Bilimsellik budur. Her türlü dogmaya sırtı dönüktür …
İşte bazı beyinlerin algılayamadığı budur…
Ya da algılansın istemediği... Zira algılama sorgulatır.
Diktatorya’nın doğuş kaynağı da bu sorgulatmama ve dayatmalarda aranmalıdır!..
Ne var ki; hiçbir dogma, hiçbir dayatma; hiçbir karşı duruş, doğa kanunlarının verilerle ortaya koyduğu sonuçları değiştiremez…Ateş yakar...su boğar…beyin düşünür…
İtaate zorlamaktır diktatoryanın nihai ve asli görevi!...İşinın doğasıdır o!.. Kanunudur!...
Bilgi sorgulatır.. Kişiyi hem özgün, hem de özgür kılar.. Bu da; doğanın kanunudur!..
Baskıyı da bilimsel olarak anlatır doğa kanunu…Patlamayı da... Etki-tepki der adına…
Şartlar zorladığında isyan kaçınılmazdır da der... Kedi yaparsa bu işi; insan da yapar!...
Şartlar; yalan, iftira ve aldatma ile, mutlak hükümran olunamayacağını da en paslı, en kalın kafalara bile çaka çaka belletir!... Öğretir hükmünü!..
Engizisyon gücü, dünyanın küresel yapısını değiştirememiştir. Fermanların gücü; dünyayı, sarı öküzün boynuzları üstünde, tutmaya yetmemiştir!...
Yalanın ve karanlıkların fendi; gerçeklerin ve aydınlığın efendisine mağlup olmuştur hep.
Doğaldır ki; her kayıp acıdır… da; sınırlıdır ne de olsa bireysel teşhis hatalarının arkada bıraktığı acı...Toplumsal travmaya dönüşmeden unutulur… zamanla silinir gider bireysel acı.
Ya; ihtiras ve öfkesini kontrolden aciz muhterislerin; bireysel tatmin uğruna; inatçı bir kararlılıkla, toplumları sürükledikleri acıların hesabını kimden sormalı…!?..
İhtiras, öfke ve kinin, aklın önüne geçmesiyle, toplumları ne büyük tehlikelerin beklediğini nasıl göremez insanoğulları(!)...!!??...
Meydan meydan gezerek; kin ekenlerin, nefret biçmeyi göze aldıklarını nasıl görmezden gelirler de, kula kulluk etmeyi ibadetten sayarlar(!)…!?..
Tarihler, liderlerin yanlış ya da kasıtlı teşhisleri üzerine kurgulanmış, kararları üzerinden kayda geçerek verir topyekün-toplumsal hükmünü.
Ve ne acıdır ki;; acı çekenlerin, karar verenlerden çok daha ağır bedeller ödediklerini yazar,!..
Aç kalanlar onlardır… Savaşanlar ve savaşta ölenler de onlardır… esir olanlar da, esaretten kaçanlar da… göç yollarına düşenler de onlardır… Her yerde halk’tır onların adı…
Baş olmayı akıllarının ucundan bile geçiremeyen ayak takımı kalmayı peşinen kabul etmiş halk gereklidir yönetenlere…Karar verme konumundaki efendilere… öl deyince ölecek, kalk deyince kalkacak, oy verecek…Alkış tutacak… hatta beraber ıslanacak!..
Ne var ki; onlar tedbirlidirler ıslanmazlar!... Savaşlarda ölenleri olmaz onların… askerlikten bile yırtmanın yolları onların mahdumları içindir!... Ana kucağından uzak 20 günlerinin acıklı(!) öykülerini yazar besleme kalemler…yağdanlıklara daldıra çıkara!...
Kendilerini çoban, halkı da sürü bilirler, verdikleriyle yetinen… ses etmeyen boyun eğen!..
Gün olurda bir gün, dikleniverirse sürüden birileri…”İsyan” koyarlar eylemin adını…
Nazi komiseri kesilir meydanlarda herbiri… çapulcu, vandal, çete, başıbozuk, azınlık, marjinal, terörist, edepsiz, ahlaksız, ayyaş, kafa kıyak… oluverir ‘isyancıların’ adları!...
“Etkin İbret” olsun diye de; fermandır, kanundur, nizamdır… diyerek anında sokuluverir devreye.‘toplama-bastırma-kodesleme’ tedbirleri.
Giriverir devreye; kolluk kuvvetleri… Üç kişnin üstüne beş, beşin üstüne onbeş.
Emirler yağar gökten!... Ferman olur dalga dalga… gaz, cop, su, tekme, tokat kurşun!.
Canlar ölür, gözler çıkar… Ve “destan(!?) yazar” saldırılardan galip çıkanlar!…
Tarihte ilk destandır bu… yeryüzünde, kendi halkına karşı yazılan!...
Ve sorar “çapulcu” dönüp kendine; bu destanın ‘düşmanı’ ben miyim!?
Ve…emirler gider mahkemelere…İcabına bakıla!... bir cadı avıdır başlar!... Köşe bucak...
***
Toplumsal felaketin alametleridir bunlar.. Kıyametinkinden çok daha açık… net… anlaşılır!.. Kör gözlere fer gele’ de göre!!!...
*Kendisini, iktidardan öte; egemen görmekse, sergilenenlerin özü.
*Ulusun egemenliğini kendisine oy verenlerden ibaret saymakta ise…
*Yalanlarla ve iftiralarla beslenip kirlenmekteyse siyaset!..,Ve adı da ‘ileri’ demokrasi(!) ise,
*Meydanlarda, sokaklarda, basında, medyada… Tellallar yalan ve iftiralarla halk kışkırtılıp aldatılmaktaysa…
*Resmi ağızlarda; isyancılar yeniçeri olmuşken; ‘Ya ötesi!?.. Sultan mı!?.. sorulmuyorsa,
*Konuşması gerekenler susuyor ya da susturuluyorsa!... Suskunlar da ‘memnunlardan’ sayılıyorsa!.. Medrese..külliye..müderris…bilime hakim olmuşsa...
*İlahi divanda 72 büyük günahtan 67.si: (67- Ülülemre; (devletin yönetimine, kanunlarına) itaat etmemek; devlete, amirlere isyan etmek) ‘affı çok zor günah’ diye ilan ediliyorsa…
*İnançlar siyasete, fütursuzca malzeme yapılmaktaysa!...Siyaset adına kutsallar kirletiliyorsa, Bu kirletilmişliğin doğuracağı toplumsal bölünme-dışlanma v.b travmalar hiçe sayılıyorsa.. *Temsil ettiğini iddia ettiği kesimi, direniş gösteren kesime tehdit olarak göstermekteyse...
*Ülkeyi yönetenler dillerine sahip değilse!..Dili hançer olanın; yüreğinde merhamet yoksa!
Dileriz;,"Çapulcu, vandal, çete, başıbozuk, azınlık, marjinal, terörist, edepsiz, ahlaksız" gibi sıfatlarla aşağılananların öfkesi, kendi halkına bu sıfatları layık görenlerinki gibi, akıllarının önüne geçmez!...
Toplumsal barış diye diye, toplumsal çatışmaya sürüklenmekte olduğunu göremeyen toplumlar, gereğini zamanında yapmazlarsa, göz göre göre gelen vehametin vebalini kimseye yükleyemezler!...*** Ne mi yapmalı…? II. Fasılda da ona bakalım!...***

Emekli eğitimci – DENİZLİ
mehmethalilarik@gmail.com

BDP-PKK geçtiğimiz hafta sonu teröristbaşının talimatıyla Diyarbakır’da,“Kuzey Kürdistan Birlik ve Çözüm Konferansı”  yaptı. Sonuç bildirgesini İmralı postacılarından Aysel Tuğluk okudu. 10 maddelik PKK fermanı içinde şu iki “buyruk”  da vardı:
  
-Kürdistan halklarının kendi tercihleriyle statülerini (özerklik-federasyon-bağımsızlık gibi) belirleme hakkına sahip olduğu, Kürdistan halklarının kendi kaderini tayin hakkının sadece Kürdistan halkının kararına ve onayına bırakılması konferansımızda ortaklaşılan bir ilkedir. Konferansımız, Kürdistan'ın bir statüsü olmadan Kürt sorununun nihai olarak çözülemeyeceğini karar altına almıştır.

-Konferansımız; BM, İKÖ, AB ve dünya halklarını Kürdistan halkının adalet, özgürlük, eşitlik için verdiği mücadelesine karşı sorumlu davranmaya davet eder.

İktidardan tek kelime gelmedi. Sustuysa, sebebi varmış!.. 

                                              -Bermuda Şeytan Üçgeni-

Hafta başında iktidarla, AB arasında sözüm ona Gezi Parkı eylemleri yüzünden kriz çıktı. Erdoğan ve bakanları, başta Merkel, AB ülkelerine ağzına geleni söyledi. Almanya’nın başını çektiği bazı ülkeler yeni bir müzakere başlığının açılmasını engelleyecekleri mesajını verdi. Bizimkiler yollara dökülüp, “Yanlış anlaşıldık... Espri yaptık”  diyerek, bir diklenmeden dik durma örneği daha sergiledi!..

Ve müjde bu sabah Davutoğlu’ndan geldi; AB,“Bölgesel Politika ve Yapısal Araçların Koordinasyonu”  başlıklı 22’inci faslın açılmasını kararlaştırmış. Bu faslın anlam ve önemi ne? AB’den sorumlu Bakan Egemen Bağış’ın “kriz”  günlerinde yaptığı izaha bakın, anlarsınız:  

“Faslın, çözüm süreciyle ilgili doğrudan bir bağlantısı var. Çünkü bu faslın amacı, kurulan kalkınma ajansları aracılığıyla Türkiye'nin farklı bölgeleri arasında gelir dağılımdaki makasın kapanması ve bu farklılıkların giderilmesiyle ilgili çalışmaların yapılmasıyla alakalıdır. O yüzden bu faslın açılmasını çözüm sürecinin desteklenmesi adına da çok önemsiyoruz. Faslın açılmasının engellenmesinin, çözüm sürecine faydası değil, zararı olur. Sürece herkesin bu bilinçle yaklaşmasında yarar var.”  

Geliyoruz üçüncü gelişmeye.

Erdoğan’ın sesi Yeni Şafak’ın Ankara Temsilcisi Abdülkadir Selvi dün, “Bugünkü Bakanlar Kurulu'nda çözüm sürecinin ikinci aşaması için hazırlanan çözüm paketi görüşülecek. Adalet  Bakanlığı tarafından hazırlanan, 'Çözüm paketi' bir dizi reformu öngörüyor. Görün bakalım, ana dilde eğitim dahil olmak üzere, sizin 'diktatör' diye göstermeye çalıştığınız adam neler getiriyor”  demişti.

Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç, Bakanlar Kurulu'nda demokratikleşme paketiyle ilgili bir görüşme, tartışma ve sunum olmadığını”  açıkladı, ama Abdülkadir Selvi bugün de şunları yazdı:

“Dünkü Bakanlar Kurulu'ndan sonra çözümün ikinci aşaması başlıyor. İkinci aşamanın dört ayağı var. 1-Ana dilde eğitim. 2-Yerel yönetimler şartındaki şerhin kalkması. 3-Terörle Mücadele Yasası, Türk Ceza Kanunu, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası'nda yer alan cezalar bire indiriliyor. Peki dördüncüsü? O da PKK'nın silahlı mücadeleyi bıraktığını ilan etmesinden sonra gündeme gelecek. Hemen Öcalan'la irtibatlandırmayın canım. Eve Dönüş Yasası'nın kapsamı genişletilecek.”

Selvi’nin açıkladığı paketten, “Yerel Yönetimler Şartı’ndaki şerhin kaldırılması”  maddesini çekip alalım. Bahsettiği anlaşmanın tam adı, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı. Türkiye’nin buna koyduğu şerh de 1 tane değil. Tam 7 maddesi ve 10 paragrafına çekince koyarak, imzaladık.

İşte onlardan,  PKK’nın “Kuzey Kürdistan”  ilânı ve AB’nin, Türkiye’yi adeta yalvartarak, lütfen açtığı  “Bölgesel Politika ve Yapısal Araçların Koordinasyonu”  faslıyla doğrudan ilgili olanlar:

-Yerel makamları doğrudan ilgilendiren konulara ilişkin planlama ve karar alma süreçlerinde kendilerine olanaklar ölçüsünde zamanında ve uygun biçimde danışılacak.  

-Kanunla düzenlenmiş daha genel hükümlere halel getirmemek koşuluyla, yerel makamlar kendi iç idari  örgütlenmelerini bunları yerel ihtiyaçlara uyumlu kılmak ve etkin idare sağlamak amacıyla kendileri kararlaştırabilecek.  

-Yerel makamlara sağlanan kaynakların dayandığı mali sistemler, görevin yürütülmesi için gereken harcamalardaki gerçek artışların mümkün olduğunca izlenebilmesine olanak tanımaya yetecek ölçüde çeşitlilik ve esneklik taşımalı.

-Yeniden dağıtılan kaynakların yerel makamlara tahsisinin nasıl yapılacağı konusunda kendilerine uygun bir biçimde danışılacak.  

-Yerel makamlara yapılan hibeler belli projelerin finansmanına tahsis edilme koşulu taşımayacak. Hibe yerel makamların yetki alanları içinde kendi politikalarına ilişkin olarak takdir hakkı kullanmadaki temel özgürlüklerine halel getirmeyecek.

-Her devlet, yerel makamların ortak çıkarlarının korunması ve geliştirilmesi için birlikte üye olma ve uluslararası yerel makamlar birliklerine katılma hakkını tanıyacak. 

-Yerel yönetimler kendi yetkilerinin serbestçe kullanımı ile Anayasa veya ulusal mevzuat tarafından belirtilmiş olan özerk yönetim ilkelerine riayetin sağlanması amacıyla yargı yoluna başvurmak hakkına sahip olacak.

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu Mayıs 2011’de Hakkari mitinginde, “Avrupa’da kabul edilen yerel yönetimler özerklik şartını aynen kabul edeceğiz. Böylece yerel yönetimlerin güçlenmesi, halka daha sağlıklı hizmet vermesi, sağlıklı gelire kavuşması, belediye başkanlarının Ankara’ya gidip, para dilenmemesi gibi bütün onları savunacağız”  demişti.

İnşallah bu gelişmelerden sonra Avrupa Özerklik Şartı’nı kabulün, PKK’nın hafta sonu aldığı “özerklik-federasyon-bağımsızlık”  kararını otomatikman tanıma anlar da şu “şeytan üçgenini”  bozmak için mücadele eder!..

Silivri, Hasdal, Hadımköy, Maltepe, Sincan, Mamak ve Şirinyer’e kucak dolusu sevgiler
Müyesser YILDIZ
25 Haziran 2013

Gezi parkından sabaha karşı göz gözü görmez bomba saldırıları tazyikli sular ile yaka paça çıkartılmışlardı. Çok kişi çeşitli yerlerinden yaralanmışlar, bazıları hastanelere kaldırılmışlardı.
Can derdine düşmüşlerdi oradan oraya kaçışıyorlardı.
Çoğu gözaltına alınmış, değerli eşyaları da parkta kalmıştı.
Vatan zor durumdaydı.  Aydınları, TSK ‘ın çok değerli komutanları,  bilim adamları, gazeteciler hatta bir partinin onurlu, mücadeleci genel başkanı dahi sudan sebeplerle, uyduruk delillerle şüphe üzerine zindanlara kapatılmışlardı. Savunma hakkı bile tanınmıyor, engizisyon mahkemelerinde adeta bir tiyatro oynanıyordu. Hiç bir iddiayı kanıtlayamadıkları halde tümünü esir tutuyorlar, hükümler veriyorlardı.
Halkın bir kesimini yandaş medya ve iktidar yalanlarla uyutuyordu.
Sanki bir korku imparatorluğu yaratılmıştı.
Ortada kendini sultan sanan bir kişi emperyalistlerle işbirliği yapmış, Türkiye’nin canına okuyordu.
Muhalefet partileri bazen görmezden geliyor bazen de iş birliği içinde gibi görüntü veriyorlardı. İşler öylesine ilerlemişti ki bölünmez denilen vatanın bölünmesine kadar uzanmıştı.
Gençlik sessizdi veya öyle görünüyordu. Sonra basit, masum bir eylemden büyük bir patlama olmuştu. Türk Halkı, Türk’üyle, Kürt’üyle, Alevi’si, Çerkez’i, Arnavut’u bütün mozaik renkleriyle ayağa kalmıştı.
                                                               ****
Yaraları henüz iyileşmemişken bu kahraman gençler, Mustafa Kemal’in askerleri vatanın her yanında şehir içindeki parklarda buluşmaya ve halk meclisleri oluşturmaya başladılar.
Değerlendirmeler yapıyorlar kararlar alıyorlardı.
İşte bu halk meclisleri toplantılarından ortak bir kararla Gezi Parkı eylemleri sırasında ölen üç sivil ve bir polisi anmak için 22.Mayıs saat 19.00 da Taksimde toplantı yapacaklardı.
Öyle yaptılar ve alanda toplandılar.
Ellerinde sadece kırmız beyaz karanfilleri vardı.
Orada konuşlanan polis ordusu ilk dakikalardan sonra komik bir anons yaptı.” Halka açık alanları işgal ettiniz lütfen bu alanı boşaltın.”
Gençlerin en demokratik hakları olan bu anma toplantısında henüz ne olduğunu bile anlayamamışlarken polis birden bire korkunç bir saldırıya geçiverdi. TOMA’larla asitli sular mı dersiniz, gaz bombaları mı dersiniz Allah ne verdi insanların üzerlerine yağdırmaya başladılar.
Bu gençler terörist veya vatan haini değillerdi.
Ne istedikleri belliydi. Bağımsızlık ve özgürlük istiyorlardı.
Öylesine şiddetli bir saldırı başlamıştı ki İstiklal Caddesine doğru can havli ile koşan gençlerin peşinden polis ordusu da Allah, Allah diye bağırarak peşlerinden koşmaya başlamışlardı.
Askerlerin harp sırasında Allah Allah diye güç aldıklarını biliyordum ama polislerin bu şekilde bağırmalarına ilk defa şahit oluyordum.
Sanki düşman kovalıyorlardı. Sanki bir savaş içindeydiler.
O ne hırstı? O ne kindi, anlamak mümkün değildi.
Aklıma Osmanlı dönemindeki padişahların yeniçerileri geliverdi. Padişahın Kapıkulu denilen Yeniçeriler piyade askerlerdi. Yeniçeriler kuruluşunda tamamıyla ''Bektaşi Ocağı'' geleneğinden gelen Türkler’ den oluşuyorlardı.  Sonraları Osmanlının topraklarını büyütmesiyle birlikte alınan esirlerden 18-25 yaş arasında Hristiyan (devşirme) gençler iyi bir eğitimle Yeniçerilere katılmaya başlatılmıştı. I. Murat tarafından kurulan bu ordu Osmanlı Devletinin ilk dönemlerinde dünyanın en iyi ordusu haline getirilmişti.
19. yüzyılın başlarına gelindiğinde hemen hemen bütün savaşma yeteneğini yitirmiş bir başıbozuk topluluk görünümündeki Yeniçeri Ocağı II. Mahmut’un kararlı girişimleri sonucunda 1826’da ortadan kaldırılmıştı.
İşte bu Allah Allah nidaları ile gençleri kovalayan polisler 21. yüzyılda sanki halkın polisi değil de, padişahın kapıkulları olan Yeniçerileri çağrıştırmıştı bana.
Türk Polisi bu kadar acımasız ve haince kendi vatandaşına saldıramaz diye düşündüm. İnsan olayların içinde olunca o heyecanla anlamıyor ama televizyondan izleyince daha çok fark ediyor bu acımasızca saldırıları. Zaten böyle gaddar görüntüleri Halk TV, Ulusal Kanal ve bir iki televizyonun dışında hiç birisi göstermiyor.
Bir akşam Ankara’da polisler yine halka Azrail gibi saldırıyorlardı. Sanırım bir kişi sokaktaki çöp konteynerine veya ona benzer bir şeye saklanmış, nasıl başarmışsa dışarıdan üç beş polisin tüm uğraşlarına rağmen açılmıyordu. Biri gidiyor üçü geliyor polislerin, kutuya sopalarla vuruyorlar, tekmeliyorlar, uğraşıyorlar ama bir türlü açamıyorlardı. Tabi bu arada zinkaflı küfürlerde ediyorlardı mutlaka ama çekim uzaktan olduğu için ne söyledikleri duyulmuyordu.
Kutuyu bir türlü açamadılar. El kol hareketleriyle oradan uzaklaştılar.
Eh ya! Bu kadarına pes demiştim, pes. Yazıklar olsun şu başbakana. Kardeşi kardeşe nasıl düşman ediyor diye bende epey söylenmiştim.
Bir yazımda Türk Polisi mi bunlar acaba diye düşüncemi sizlerle paylaşmıştım. İşte o sıralarda Taksim’de amirlik yapan bir polisin İngilizce talimatlar verdiği basında yazılmıştı. Dün de basına “Ankara'daki Rixos Otel'de çekilen görüntüde üzerlerinde Türk polisinin giydiği üniformalardan bulunan ancak Arapça konuşan altı kişi kameralara yansıdı.” haberi düştü.
Başbakan Suriye’yi dağıtmak için ÖSO adında toplanan hapishane kaçkınlarına, katillere, yobazlara müthiş bir kredi açmıştı. Onlar kendi ülkemizde alikıran baş kesen olmuşlardı. Hatay çok rahatsızdı bu tiplerden. Evlerde bomba imalinden tutun, yedikleri yemeklerin paralarını ödemeyen, terör estiren polisimizi, askerimizi yaralayan adamlardı. Hatta bu adamların silahlarının bir gün bizlere döneceği bile düşünülmüştü.
İşte polisimizin aralarına karışan bu hainler neden olmasın diye düşünüyorum. Zira onlar da başbakanın kulları olmuşlar sanki. Her ay ceplerine bin, bin beş yüz dolar geçiyormuş nasılsa.
                                                                    ****
Başbakan her gittiği şehirde aynı nakarattan okuyor. Erzurum’da yine attı tuttu.
Benim polisim, benim valim, benim bakanım. (Bize bir şey bırakmadı.)Bir tek benim cumhurbaşkanım demedi. Bir gün bunu da söylerse hiç şaşmamak gerek.
Neyse sadede geleyim. Başbakan Erzurum’da ki mitingde yine dikildi ve Şimdi soruyorlar, “polise talimatı kim verdi” diye… Söylüyorum, ben verdim.
“İçişleri Bakanıma “24 saat içinde AKM’yi ve Cumhuriyet Anıtı’nı temizleyin” dedim. Dedi.
Soruyorum; Bu ülkenin meclisi, bakanları, muhalefeti neden var o zaman?
Nasılsa başbakan hiç birisini iplemiyor ve tüm kararları kendi alıyor ve sadece emir veriyor. (Sanki padişah mübarek. ) Haydi, o öyle yapıyor ama partisinden ne bir bakan, ne bir milletvekili onurlu davranıp kendilerinin ne işe yaradığını sormuyorlar.
Türkiye 11 yılda böyle bir Türkiye olmuş tek adamın diktatörlüğü ile yönetilir duruma gelmişti.
İşte, suskun sinmiş sanılan gençlik karanlıklara bürünen ülkeyi, Atatürk aydınlığına döndürmek için bugün panzerlere, gazlara, bombalara, kurşunlara karşı tam bağımsızlık ve Atatürk devrimlerinin korunması, yaşaması adına mücadele veriyor.
Büyük Atatürk’ün kendilerine emanet etmiş olduğu cumhuriyeti ilelebet nesilden nesile taşımaya ant içiyorlar.
(Dünyanın hayranlıkla izlediği bir gençliğimiz olduğu için ne kadar gururlansak azdır. Her birinin o tertemiz alınlarından öpüyorum.)
                                                                                   ****
Bülent Arınç bugün bir toplantıda alaylı bir şekilde;
Yahu, Taksim’de bir pankart açmışlar, annesi çapulcu, babası ayyaş, çocuğu devrimciymiş dedi.
Çapulcu diyenin, ayyaş diyenin kendi başbakanının olduğunu unutmuş gibi.
Aslında bunlar asla unutmazlar ama halkı kandırmak için yapmayacakları yoktur. Bizler de artık gülüyoruz kandırmacalarına.
Onlar bu gençlikten anlamazlar ve anlayamıyorlar zaten. Çünkü beyinleri Ortaçağda kalmış .Kusura bakmamak gerek.
Sevgilerimle
TC.Tünay Süer

Tüm Türkiye'ye yayılan protestolara, giderek daha geniş kitleler katılınca, Başbakan Erdoğan, 15 ve 16 Haziran'da, Ankara ile İstanbul'da mitingler düzenleyerek, esti gürledi. Baktı yetmiyor, mitingleri Kayseri, Mersin, Erzurum ve Samsun'da da düzenleyerek uyarının boyutlarını büyütmeye çalıştı.
Meydanlara şu ya da bu şekilde yığılan kitleler üzerinden, “Biz daha kalabalığız, ayağınızı denk alın ha” anlamına gelen bir mesaj gönderdi.
Başbakan Erdoğan bu mitinglere, “Halkın İradesine Saygı” adını verdi.
“Halkın İradesine Saygı mı? Yok ya, duy da inanma” diyenler haklı çıkacaktır.
Mehmet Haberal, Mustafa Balbay, Engin Alan ve BDP'li 5 Milletvekili tam 2 yıldır tutuklu. Başbakan Erdoğan, mitinglere bu adı koymadan önce, söz konusu milletvekilleri “Milli İrade” ile değil de neyle seçilmişti acaba diye düşündü mü hiç?
Zonguldak, İzmir, İstanbul ve diğer illerdeki seçmenler de, Türkiye'nin vatandaşı yani milli olduğuna göre, “Milli İrade” ile seçilen milletvekillerinin 2 yıldır cezaevinde tutulmasına ses çıkarmayanlar, “Milli İradeyi” unutanlar, nasıl oluyor da “Milli İradeye Saygı Mitingi” düzenliyor?
Başbakan Erdoğan, kendisine verilen oyu “Milli İrade” olarak görüyor da, başka partilere verilen oyu “Gayri Milli İrade” olarak mı görüyor diye sorulursa, ikna edecek bir yanıt bulabilecek midir?
Bazıları biraz daha ileri gidip, Başbakan Erdoğan kendisine oy verenleri “Millet”, oy vermeyenleri de “İllet” olarak mı görüyor diye sorarsa, nasıl bir yanıt verecektir?
Başbakan, özellikle son dönemdeki açıklamaları, konuşmaları ve tavrıyla, kendisine oy vermeyenleri “İllet” olarak gördüğünü söyleyenlere öfkelenecek midir?
İşin bir başka boyutu da sevgi üzerine söylenen sözleri ilgilendiriyor. Başbakan Erdoğan, hemen her gün yaptığı öfke dolu konuşmalarını mutlaka, “Biz Yaratılanı Yaratandan ötürü severiz” diyerek bitiriyor. Kendince insan sevgisini ve insanlar arasında ayrım yapmadıklarına kamuoyunu inandırmaya çalışıyor.
Kendisine, zihniyetine, uygulamalarına karşı çıkan, partisine oy vermeyen hemen herkese, her konuşmasında öfke saçan Başbakan'ın, sözlerini, Yunus Emre gibi bir Sevgi Sembolünün , “Biz Yaratılanı Yaratandan ötürü severiz” ifadesiyle bitirmesi, içinde bulunduğu ruh halini anlatması bakımından önemlidir.
Bu durumda Başbakan Erdoğan'a, “Yaratılanların bir kısmını seviyor, diğer bölümünü sevmiyor musun” diye sormak gerekir.
Ayrıca, “Yaratılanın bir kısmını sevip diğerini sevmemenin, Yaradan'ı da sevmemek” anlamını gelmediğini bilmiyor musun diye de soranlar olursa, nasıl bir tepki verecektir?
Başbakan'a son olarak, “Senin sevgin buysa öfken nasıl acaba” diye soran çıkarsa ne olur?
Başbakan Meclis'teki son Grup Toplantısındaki konuşmasında kendisi gibi düşünmeyenlere önce öfke dolu ifadelerle hitap etti. Mesajlar gönderdi. Ayağınızı denk alın anlamına gelecek cümleler kurdu. Ardından da, “En büyük değerimiz kardeşliğimizdir, unutmayın” dedi. Esip gürle. Uyarılarını, tehdit olarak algılanabilecek ses tonu ve cümlelerle yap, sonra kardeşlikten bahset.
Bunu nasıl kardeşlik anlayışı diye sormazlar mı? Kardeşliğin buysa, Allah düşmanlığından saklasın diyenlere verilecek bir yanıtı var mıdır?
Başbakan, polisin yetkilerini daha da artıracaklarını söylüyor. Ardında da, “polisimiz sabretti, sadece biber gazı, basınçlı su kullandı” diyor sonra, "Olaylarda polisimiz silah kullanmadı" niye eleştiriyorsunuz? Diye soruyor.
Ancak daha Başbakan'ın sözleri bitmeden, Ankara'daki gösterilerde başından kurşun çıkan Ethem Sarısülük'ü vuran polisin adı açıklanıyor. Çevresindekilerden bir Allah'ın kulu çıkıp ta, bunu Başbakan'a söyleme cesaretini gösteremiyor.
Başbakan'ın her konuşmasında, “Camiye ayakkabılarıyla girdiler, içki içtiler” gibi çok tehlikeli bir örneği, cami imamı, “Yok böyle bir şey” demesine rağmen vermesi, hiçbir görüntü ve kanıtının şimdiye kadar yayınlamadığı, “Taksim'de türbanlı kadınları yerlerde sürüklediler” sözlerini miting alanlarındaki kalabalıkların öfke seviyesini artıracak şekilde tekrarlaması, sadece ve sadece kutuplaşmanın büyümesine yol açacağını bilmemesi mümkün mü?
Unutulmasın ki, bu ülkede, Ramazan ayında yemek veren ve yiyenlere yönelik saldırıların yüzlerce örneği var. Oruç tutmadığı için öldürülen insanlar var. Başı açık olduğu, dekolte giydiği için kendini en büyük Müslüman görenler tarafından taciz edilen kadınlar var. Belli giyim ölçütlerine uymayan kadınların, genç kızların sokakta rahatça dolaşamadığı, sayısız il ve ilçe var. Nedense bunlar hep unutuluyor.
Başbakan Erdoğan'ın gerilim politikasını, tansiyonu artıran konuşmalarını, açıkça öfkesini gösterdiği söz ve davranışlarını, Kuzey Afrika'daki Arap ülkeleri Fas, Cezayir ve Tunus'ta kullanılan bir atasözüyle açıklayalım.
Araplar; ''Ateş en çok dumanını, sönerken çıkarırmış'' derler.
Araplarla böylesine can ciğer kuzu sarması olanlara ve 2 hafta önce de söz konusu ülkeleri ziyaret edenlere, bu atasözünü söylemeyi unuttular herhalde.

Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün tespiti şuydu: 

“Biz Balkanları niçin kaybettik biliyor musunuz? Bunun tek bir sebebi vardır, bu da İslav araştırma cemiyetlerinin kurduğu dil kurumlarıdır. Bizim içimizdeki insanların milli bilinçlerini uyandırdığı zaman biz Balkanlar’da Trakya sınırlarına çekildik...”

Çünkü dil millet, millet de egemenlik ve bağımsızlık demektir.

Yıllardır ABD-AB-PKK ittifakının “Kürt sorununun çözümü”  için dayattığı olmazsa olmaz şartlarından birisi ana dilde, yani Kürtçe eğitime geçilmesiydi.  

AB 2002 yılında Türkiye’den bunu istediğinde, çiçeği burnunda AKP’nin Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan şu görüşteydi:

“Burada hassasiyet gerektiren konu, eğitim ve öğretim meselesidir. Biz AK Parti olarak özel kurslar, vakıf ve dernekler yoluyla insanların anadillerini öğrenmelerini bir hak olarak görüyoruz. Bize göre, devlet tüm bu süreçte denetleyici olmalıdır. Devletin başka dillerin öğretilmesine soyunmasına ya da başka dillerde tv-radyo yayını yapmasına gerek yoktur. Fakat devlet tüm bu faaliyetleri en sıkı biçimde denetlemelidir. Devleti, denetleme fonksiyonu dışında işlere sokmak doğru değildir ve uzun vadede üniter yapımızı sıkıntıya sokan gelişmelere yol açar... Biz devlet eliyle olmamak kaydıyla, ana dil öğrenilmesi ve öğretilmesinin serbest olmasını destekliyoruz. Şüphesiz ki, resmi dil ve eğitim dilimiz Türkçe’dir ve Türkçe bütün vatandaşlarımıza en iyi şekilde öğretilmelidir. Ayrıca hepimiz için üniter devlet yapımız ve devletimizin milletiyle bölünmez bütünlüğü çok önemlidir. Yapılacak uygulamalarda buna dikkat edilmelidir.”      

AKP iktidar olduğunda dönemin Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül devlet eliyle Kürtçe yayın yapılmasına dahi karşı çıkarak, “Türkiye’nin resmi dili Türkçe’dir. Biz herkese Türkçe öğretecek ve dilimizi zenginleştireceğiz. Devletin  televizyonu ikinci bir dille yayın yaparsa, o dilin ikinci resmi dil gibi algılanması tehlikesi var”  diyordu.  

ABD, AB, PKK bastırdı, AKP iktidarında dil konusunda adım adım mesafe alındı. Resmi Kürtçe yayınlara da geçildi, kurslar da açıldı. Üniversitelerde Kürt dili bölümleri de kuruldu, Kürtçe ortaokullarda seçmeli ders de oldu.

Başbakan Erdoğan Kürtçe eğitim konusunda 2011 seçimleri öncesinde şu noktadaydı:

Biz üniversitede Kürtçe seçmeli dersin önünü açtık; ama orta ve lisede şu anda sözkonusu değil. Seçimden sonra demiyorum, ama gelecekte bu konu tartışılabilir, konuşulabilir."

Sonradan öğrendik, Oslo masasında Erdoğan’ın özel temsilcisi Hakan Fidan’ın PKK’ya şu sözü verdiğini:

“Yerel yönetimlere yetki işi tamamlanınca, eğitim konusu da kendiliğinden hallolacak...”  

Başbakan, tüm mesaisini Gezi eylemcilerine hakarete ayırıp, nihayet onları “işgâl kuvvetleri”  ilân ederken, İmralı-BDP-PKK iktidarla resmi temaslarını sürdürüyordu. Yeni bir “demokratikleşme paketinde”  anlaşmışlardı. Nitekim Erdoğan dün Erzurum’da, “Bundan sonra çok daha fazla demokratik reform yapma imkânımız olacak”  müjdesini verdi.

Müjdenin kapsamını Erdoğan’ı kayıtsız-şartsız destekleyen Yeni Şafak Gazetesi’nin Ankara Temsilcisi Abdülkadir Selvi’nin bugünkü yazısından öğrenelim. Selvi diyor ki;

Bugünkü Bakanlar Kurulu'nda çözüm sürecinin ikinci aşaması için hazırlanan çözüm paketi görüşülecek. Adalet  Bakanlığı tarafından hazırlanan, 'Çözüm paketi' bir dizi reformu öngörüyor. Görün bakalım, ana dilde eğitim dahil olmak üzere, sizin 'diktatör' diye göstermeye çalıştığınız adam neler getiriyor.”

Meydanlarda millete, “Tek devlet, tek millet, tek vatan, tek bayrak”  diye bağırttıran “adam”  neler mi getiriyor?

Kendi ifadesiyle, “Üniter yapımızın, devletimizin ve milletimizin bölünmez bütünlüğünün”  altına bir dinamit daha koyuyor!..

PKK söz konusu olunca, geçmişte savundukları, söyledikleri ne varsa bir bir vazgeçiyorlar. İnsanın bir tane mi dahi “kırmızı çizgisi”  kalmaz?

Diklenmeden dik durmak buysa, vay halimize, vay daha başımıza geleceklere!..

Silivri, Hasdal, Hadımköy, Maltepe, Sincan, Mamak ve Şirinyer’e kucak dolusu sevgiler
Müyesser YILDIZ
24 Haziran 2013

Taksim Gezi Parkındaki ağaçların sökülmek istenmesi üzerine çok iyi niyetlerle başlayan engelleme girişimine, Başbakanın talimatları ile yapılan orantısız polis baskınından sonra değil Türkiye’yi,  dünyanın tüm demokratik devletlerini ayağa kaldıran direnişler bu güne kadar devam edip gelmektedir.
Yıllarca bilgisayar bağımlısı, apolitik diye suçladığımız gençler, tüm engellemelere karşın direnişlerine devam ederek bizleri mahcup ettiler.
Yıllardır “Evladım olaylardan uzak dur, bir şeye karışma” diyen birçok anne ve baba çocuklarının geleceğinin bu iktidar tarafından karartıldığını gördüğü için artık onlarda meydanlarda çocuklarının yanındadırlar.
Başbakanın tüm söylemlerine karşın, bu akıllı çocuklar olay çıkarmak, kırıp dökmek, anarşi yaratmak yerine, yurt genelinde yüzlerce parkta kurdukları forumlarda oluşturdukları serbest kürsüde düşüncelerini korkmadan, ürkmeden gayet açık ve net bir şekilde dile getirmektedirler. Tek istekleri demokrasi ve özgürlük, düşünceleri alınmadan başkaları tarafından koşulsuz yönetilmeyi istemiyorlar.
Ülkenin gündemi ile ilgilenen ve yıllardır bu konuda bilgi edinmek isteyen biri olarak, bu gençleri dinlerken utandım, çünkü 70 yılı aşkın yaşamımda biriktirdiğim bilgileri, apolitik diye suçladığımız bu pırıl, pırıl gençler 20 yılda edinmişler. İletişim çağının bütün olanaklarından yararlanarak, dünyada olup bitenleri öğrenmişler, dik durmayı, özgürlüklerine sahip çıkmayı ilke edinmişler.
Bu gençler asla kindar değildirler. Tüm orantısız baskılara karşın, güvenlik güçlerine sevgi ile yanaşmaktadırlar. Serbest kürsüde konuşurken ağızlarından çıkan sözcüklerden kin değil sevgi ve saygı dökülmektedir.
Bu gençler ayni zamanda büyük bir dayanışma içinde olmayı başarmışlar. Kadıköy’deki foruma katılanların Hatay, Antalya, Maraş, Mersi ve diğer illerden gelerek destek olmayı amaçladıkları konuşmalarından anlaşılmaktadır.
Ey yetkililer ve etkililer, Ülkenin aydınlık geleceği olan bu gençleri dinlemek zorundasınız.
Atatürk’ün gençliği olma bilincinde olan bu gençleri baskı, korkutma ve sindirme ile susturamayacağınızı sizde biliyorsunuz.
Bu inat niye?

24.06.2013
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

ERMENİLER İÇ BÖLGELERE GÖÇ ETTİRİLİYOR

Bu yazı serimizin altıncı ve son bölümünde sizlere Tehcir yani zorunlu göç kararının nasıl alındığını belgelerin ışığında anlatmaya devam ediyoruz. Ancak bu konuyu özellikle Türk aydınlarının nasıl ele aldığını, bundan sonraki faaliyetleri daha iyi açıklayabilmek için öğrenmek istiyoruz. Bu nedenle okurlarımızdan küçük bir katkı bekliyor ve elektronik posta adresimize okurlarımızın sadece; bu seriyi okudum, kısmen okudum veya hiç okumadım şeklinde varsa görüşlerini de ekleyerek bir not göndermelerini rica ediyoruz.
Van Bölgesinin isyancı Ermeniler tarafından ele geçirilip düşman ülke Rusya’nın Ordusuna teslim edilmesi ve Van’da Rusya’nın kontrolünde bir Ermeni Devletinin kurulması, bunun yanında bölgede yaşayan 500.000’i aşkın Türk ve Müslüman halktan sadece 1500 kişi kalıncaya kadar kırılması Osmanlı Hükümetini çok zor bir durumda bıraktı. Ermeniler için acil ve sert tedbirler tartışılmaya başlandı. 27 Mayıs günü toplanan hükümet üyeleri değişik olasılıkları tartıştıktan sonra, Harbiye Nazırlığının tavsiye ettiği Tehcir ( Zorunlu Göç) kararı aldı. Olaylar şöyle gelişti:
Göç Yasasının çıkarılmasının arifesinde, Doğu Anadolu’yu savunmadan sorumlu komutanların talebi üzerine, ön hazırlık mahiyetinde, Hükümet bölge yöneticilerine bazı direktifler göndermeye başladı. Osmanlı Devleti’nin zorunlu göç olayı ile ilgili verdiği direktiflerden bazıları aşağıya çıkarılmıştır. 23 Mayıs 1915 tarihinde, Erzurum’a 14, Van’a 21 ve Bitlis’e 14 sayılı şifre ile şu talimat veriliyordu:
“Vilayet içindeki Ermeniler, Van vilayeti ile hudut komşusu olan, kuzey kısmı hariç olmak üzere, Musul vilayetinin güney kesimi ile Zor sancağı ve Merkez kazası hariç, Urfa sancağında gösterilecek yerlere göç ve barındırılacaktır. Barındırılacak yerlere gelen Ermeniler, Köy ve kasabalarda inşa edilecek konutlara yahut mahalli hükümetçe gösterilecek yerlerde yeniden kuracakları köylere yerleştirileceklerdir. Göç ettirilmeleri gereken Ermenilerin gönderilme ve iskânları mahalli yöneticilere aittir. Göç ettirilen Ermeniler, tüm taşınır mallarını beraberlerinde götürebilir. Bu taşımalar, doğal olarak, harp harekâtının müsaade ettiği yerlerde yapılır.”
Aynı gün bir şifre de Musul Valiliği ile Urfa ve Zor mutasarrıflarına yollanıyordu. Bu mesajda şunlar isteniyordu.
“Van, Bitlis ve Erzurum vilayetlerinden o taraflara gönderilecek Ermeniler Urfa’da Ermenilerin barındıkları yerlere, Musul ilinde ise vilayetin güney kesimlerine ve mahalli hükümetçe gösterilecek yerlere nakil ve oralarda barındırılacaklardır.”
“Barınma bölgelerine gelecek Ermenileri, ya dağınık biçimde mevcut köy ve kasabalara inşa edecekleri konutlara, ya da mahalli hükümetçe gösterilecek yerlerde yeniden kuracakları köylere yerleştirileceklerdir. Ermeni barındırılacak köy ve kasabalarda yeniden kurulacak Ermeni köyleri sınırının Bağdat Demiryolu’na ve diğer demiryollarına en az 25 km. uzaklıkta bulundurulması gerekecektir. Barındırma yerlerine gönderilecek Ermenilerin can ve mal güvenlikleri ile iaşeleri ve dinlenmeleri yol boyunca görevli memurlara aittir. Göç ettirilen Ermeniler tüm taşınmaz eşyalarını beraberlerinde götürebilirler.” (1)

İstanbul’un Fransa Elçiliği İşgüderinin bir raporu üzerine düşman taraf olan 3’lü İttifak devletleri (İngiltere, Fransa ve Rusya) hükümetleri bir bildiri yayınlayarak Osmanlı Devleti’ni kınadılar. Bu devletleri böyle bir bildiriye zorlayan ana kaynak tabii ki İstanbul patriği, yani dinsel kaynaklar olmuştur.  İngiltere, Fransa ve Rusya devletlerinin Ermenileri mağdur ve mazlum gösteren Nota’sı, 24 Mayıs 1915 günü Havas ajansı vasıtasıyla Osmanlı Devleti’ne verildi. Notanın özeti şöyleydi:
“Rusya, İngiltere, Fransa devletleri aşağıdaki beyanın yayınlanması konusunda ittifak etmişlerdir. Hemen bir aydan beri Türk –İslâm ahali Osmanlı Hükümeti memurlarıyla birlikte ve çok zaman bunların yardımıyla Ermenilere soykırım uygulamaktadırlar. Adı geçen katliamlar özellikle Nisan’ın yarısına yakın zamanda Erzurum, Tercan, Bitlis, Muş, Sason, Zeytun ve bütün Kilikya çevresinde olmuştur. Van çevresinde yüze yakın köylerin Ermenileri katledildiği gibi aynı zamanda Osmanlı Hükümeti İstanbul’da oturan zararsız Ermenilere de musallat oldu. Türkiye’nin insanlık ve medeniyete karşı (bu kelimeler Hıristiyanlık ve medeniyete karşı idi, Hıristiyan olmayan ülkelerden tepki alır diye insanlığa çevrildi) yapa geldiği bu yeni cinayetlerden ötürü gerek Osmanlı Hükümeti üyelerinin ve gerek bu gibi katliamlara katılmış ve katılacak olanların şahsen sorumlu olacakları itilaf hükümetleri Bâb-ı Aliye açıkça tebliğ eder.” (2)
Osmanlı Hükümeti bu Nota’ya derhal sert ve açıklayıcı bir cevap vermiş. Ermenilerin yaptıklarını ve alınan tedbirlerin her devletin kendi toprakları içinde yapmak mecburiyetinde olduğu polisiye tedbirler olduğunu belirtmeye çalışmıştır.(3)
Bu sözlerde çok açık mesajlar mevcuttur. Anadolu Ermenilerinin isyan ve ihanetini geçmiş bölümlerdeki yazılarımızda açıkça izledik. Bu tarihte yüz binlerce Türk ve Müslüman’ın kanları Ermeni çeteler tarafından oluk gibi akıtılırken Osmanlı Devleti’nin aldığı yasal emniyet tedbirleri bile haksız işlem kabul ediliyor ve suçluların yakalanması hemen en güçlü batılı ülkeler liderleri arasında bile “Soykırım” olarak adlandırılabiliyordu. Bu kelimenin dünyada “bu kadar ucuz bu kadar kasıtlı ” bir şekilde kullanıldığı, bir başka örnek göstermek mümkün değildir. Bundan böyle Türklerin yaptığı her hareket, her savunma tedbiri, haklı da olsa, haksız da olsa sadece ve sadece “soykırım” olarak adlandırılacaktır. Bu Ermenilere dış dünyanın desteğini sağlamanın ve savaş sonunda dev bir Ermenistan yaratabilmenin tek yoludur.
Bu konuda fazla bir şey söylemek istemiyoruz, o tarihte bu Nota’yı veren ülkeler Van’ın Ermeniler vasıtası ile Ruslara teslim edildiğini ve Van ili ve çevresindeki 509.707 Müslüman’dan (4) sadece 1500 kadın ve çocuğun kaldığını bilmiyorlar mıydı? Tabii ki biliyorlardı. Ama Nota’da Van için kullanılan “Van çevresinde yüze yakın köyde yaşayan Ermenilerin katledildiği”  ifadesine dikkatinizi çekmek isteriz.
Bu Nota bize Talat Paşanın sözlerini hatırlatıyor: “Ordu Göç ettirme kanununun uygulanmasını yeniden gündeme getirdi ve ısrar etti. Ben yine karşı çıktım. Birçok acı durumlar bana göstermiştir ki, Hıristiyanların Müslümanlara yaptıkları zulümler Avrupa’da büyük bir hoşgörüyle, sessiz karşılandığı halde, Müslümanların en ufak bir hareketi gereğinden fazla büyütülüyordu. Bu bakımdan, Rusların bu savaşta Ermenilerin yanı başında bulunması yüzünden çıkacak olan düzensizliklerin bize karşı kötüye kullanılacağını önceden biliyordum.”(5)
          Ermeni faaliyetleri Mayıs ayı sonuna doğru dayanılmaz bir seviyeye geldi. Başkumandanlık 26 Mayıs 1915 tarihinde İçişleri Bakanlığı’na, Ermenilerle ilgili bir yazı göndererek, bir ay önce Rusların bölgede yaşayan 100.000’e yakın Türk ve Müslüman halkın Türk hudutlarından içeri sürülmesine benzer şekilde Ermenilerin Rusya’ya değil fakat Osmanlı sınırları içinde bir bölgeye göç ettirilmesini talep eden aşağıdaki yazıyı göndermiştir.
“Ermenilerin Doğu Anadolu vilayetlerinden, Zeytun’dan ve buna benzer yoğun bulundukları yerlerdeki Diyarbakır Vilayeti, güneyine, Fırat nehri vadisine, Urfa, Süleymaniye yakınlarına gönderilmeleri şifahen kararlaştırılmıştı. Yeniden fesat yuvaları meydana getirmemek için Ermenilerin göç ettirilmesinde şu düşünceler esas alınmalıdır:
1-Ermeni nüfusu, gönderildikleri yerlerdeki aşiret ve İslâm sayısının % 10 nispetini geçmemelidir.
2-Göç ettirilecek Ermenilerin kuracakları köylerin her biri elli evden çok olmamalıdır.
3-Ermeni göçmen aileleri seyahat ve nakil suretiyle de olsa, yakın yerlere ev değiştirmemeli. Gereğinin yapılmasını ve sonucunun bildirilmesini rica ederim.” (6)
         Bu gelişmeler üzerine Osmanlı Hükümeti; 14 Mayıs 1331 (27 Mayıs 1915) tarihinde geçici bir kanun çıkarmıştır. (Geçici denmesinin nedeni, Meclis’in o günlerde kapalı olmasıdır.)
Bu geçici kanun “Savaş zamanında Hükümete karşı gelenler için askeri birlikler tarafından alınacak tedbirlerle ilgili geçici kanun” adını taşımaktadır. Bu kanuna göre;
1-Savaş halinde Ordu, Kolordu, Tümen ve müstakil mevkii komutanları, yurt savunması, asayişin korunması ve hükümet emirlerine karşı halk tarafından karşı koyma, direnme veya silahlı tecavüz vaki olursa buna karşı derhal askeri kullanarak hareketi bastırmaya, tecavüz ve direnmeyi yok etmeye yetkili ve mecburdur.
2-Ordu, Kolordu ve Tümen komutanları askeri gerekler karşısında casusluk, hıyanet halinde görecekleri kasaba ve köy halkını, teker teker veya toplu halde diğer yerlere sevk ve iskân ettirebilirler.
3-Bu kanun yayınlandığı tarihten itibaren yürürlüğe girer.(7)
Bu kanunun kabul edildiği günlerde, 26 Mayıs 1915 tarihinde verilmiş olan bir teklif 30 Mayıs 1915’te Bakanlar Kurulu tarafından görüşülmüş ve kabul edilmiştir. Buna göre, savaş bölgelerinde bulunan Ermenilerden bir kısmının düşman saflarına katılmaları, Osmanlı askerini arkadan vurmaları ve casuslukta bulunmaları nedeniyle cephe gerilerine sevk edilmeye başlandığı, görevlilere yardımcı olunarak, Devlet’in menfaatlerine uygun olarak devam ettirilmesi istenmiştir. Bunun yanında göç ettirilen Ermenilerin iaşe ve iskân masraflarının göçmenler için ayrılan ödenekten sağlanması, mali ve ekonomik meselelerinin halli, Ermenilere ait gayrimenkul ve diğer değerlerin tespit edilip korunması İstenmektedir.” (8)
Yine Talat Paşa’nın anılarına dönüyoruz.
“Göç uygulamasına önce Erzurum’dan başlandı.(2 Haziran 1915) Erzurum Valisi Tahsin Bey, Dâhiliye Nezareti’ne, Ermenilerin gönderilmeleri sırasında Kürt aşiretlerin saldırısına uğradığını bildirdi. Vali’yi telgraf başına çağırarak yardım için orduya başvurmasını ve saldıranların şiddetle cezalandırılmasını emrettim. Nitekim Ordu Komutanlığı bir tabur asker gönderdi ve ele geçirilebilenler kurşuna dizilerek cezalandırıldılar.” (9)
Bu zorunlu göç olayının Osmanlı yöneticilerine çok pahalıya mal olacağı daha ilk andan, itibaren belli olmuştu. Dost, düşman binlerce gözetmenin denetiminde, savaşılan ülkelerin dışında, tarafsız kalmış ve müttefik diğer Hıristiyan toplulukların da dikkatle izlediği, en ufak bir sertlikte hemen “Soykırım” damgası vurulacak bir emniyet tedbiri almak bile neredeyse cesur, vatansever bir iki insan olmasa imkânsız hale gelecek gibi görünüyordu. Haksızlıkların önlenmesi, adil davranışlar, soygun, rüşvet, hırsızlık, intikam hırsı, Eşkıyalık ve hatta zalimlerin şerrinden kadın, erkek, çoluk, çocuk, yaşlı genç pek çok insanı mümkün olduğu kadar en az zararla gitmeleri gereken bölgeye ulaştırmak çok zor olacaktı.
Yine de Osmanlı devleti bundan sonra ard arda yayınladığı talimatlarla bu göç olayını emniyetle ve düzenli bir şekilde yapmaya çalıştı. İşte Ermenilerin günümüzde her fırsatta “1915 soykırımı” diye adlandırdığı olay bu “zorunlu göç” olayıdır. Aslında o güne kadar ve Osmanlı himayesinde, hemen hemen 800-900 yıldır savaş, kaçma, göçme gibi talihsiz olaylarla Türkler gibi karşı karşıya gelmemiş, çocuklarını savaşlara göndermemiş ve acısını tatmamış, ticaret ve sanayii elinde bulundurma nedeni ile daha müreffeh bir yaşam sürdüğü bilinen Ermeni Cemaati, ilk defa savaş ve getirdiği zorlukların gerçek yüzü ile karşılaşınca paniğe kapılmış ve bu olayı görüp gördükleri en büyük felaket olarak vasıflandırmışlardır.     Göçmenlere her türlü yardım yapıldı, koruyucu, denetleyici, yerli ve yabancı yardım ekipleri yer yer onlarla beraber yürüdüler. Oysa daha bir ay önce Van ve çevresinden göçen yüz binlerce Türk ve Müslüman’ın yanında Tanrı’dan başka hiç kimse yoktu. Üstelik geçtikleri yollarda canlarını ve ellerinde kalan son mallarını çalmaya kararlı Ermeni cinayet örgütleri pusuda bekliyorlardı. Ayrıca Ermenilerin acısı, göç bölgesine vardıklarında bitiyor veya yeni şartlara adapte olabildikleri ölçüde yeni bir yaşama geçiliyordu. Türk ve Müslümanların acısı ise Ermenilerden evvel başlamasına rağmen bu bölgelerde 1921 yılı, Batı Anadolu ve Trakya’da 1922 yılı son aylarına kadar devam edecekti.
Ermeniler ve Ermeni taraftarı kişilerin “planlı ve kasıtlı olarak bir Toplumu toptan yok etme” amacı taşıdığı yolundaki iddialarını çürüten en önemli belgeler, Osmanlı Devleti’nin bu olayla ilgili değişik zamanlarda yayımladığı bildiriler ve verdiği talimatlardır. İkinci bir neden Ermenilerin en çok yaşadığı İstanbul – İzmir gibi büyük şehirlerde zorunlu göç olayı yaşanmaması ve bu kişilerin tehcir’e tabi tutulmaması ve en önemli belge de bizzat göçen insanların, büyük bir çoğunluğunun göç bölgesine ulaşıp, kendilerine sağlanan imkânlarla yaşamlarına devam etmeleridir.

      DİPNOTLAR:
     (1) Kamuran Gürün,Ermeni Dosyasıe., s.218-219( TTK Ankara-1983)
 (2) A.Alper Gazigiray,Osmanlıdan Günümüze Vesikalarla Ermeni Terörünün Kaynakları, s.325( İstanbul-1982); Ermeni Komitelerinin Amal ve İhtilaliyesi., s.307( Ankara-1983)
     Ulrich Trumpener, Germany and The Otoman, Empire 1914- 1918 adlı kitabının 210’ncu sayfa dip not 26. aynen şöyledir. “Rus Dışişleri tarafından hazırlanan memorandum Sır Edward Grey tarafından da onaylandı. Fransız hükümeti orijinal metindeki “Hıristiyanlık ve medeniyete karşı suç” ibaresini “insanlık ve medeniyete karşı suç” olarak değiştirilmesini istedi ve kolonilerdeki Müslümanları rahatsız etmemek için değiştirtti.
(3) Esat Uras: Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi., s.606-609( İstanbul-1987).
(4) Justin Mc Carthy The Population of The Otoman Armenians; Armenions in late Ottoman Period, s.70 (Edited by Türkkaya Ataöv, The Turkish Historical Society, Ankara – 2001).
(5) Talat Paşa’nın Anıları, s.82-83 (Bas. Haz. Mehmet Kasım, Say Yayınları, İstanbul – 1986).
     (6) Azmi Süslü, Ermeniler ve 1915 Tehcir olayı, s.110 (Van 100 ncü Yıl Üniversitesi -1990); Genelkurmay ATASE Arşivi, nu 1/1, KLS 44, Dos. 207. Fih. 2-3.
(7) Azmi Süslü, a.g.e., s.111; Cemalettin Taşkıran, Osmanlıdan Günümüze Ermeni Meselesi, s.215 (Editör, Hasan Celâl Güzel Yeni Türkiye yayınları, Ankara – 2001).
(8) A.Süslü, a.g.e, s.111.
(9) Talât Paşa’nın anıları, s.83.

 Dr. M. Galip Baysan
mgalipbaysan@yahoo.com.tr


 Nisan/ Mayıs–1915 Van İsyanı - 1 - 

Nisan/ Mayıs–1915 Ermeni İsyanı Büyüyor - 2 - 

Nisan/mayıs 1915 -3- ( Ermeni isyanı )

Nisan/mayıs 1915 -4- ( Tehcir kararına doğru )

(Nisan/ mayıs–1915–5) Düşüş sonrası Van

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget