Akıllar Neredeydi? - Nilgün Cerrahoğlu

Ertuğrul Özkök Suriye tarafından düşürülen uçağın arkasından Dışişleri Bakanı’na açık mektup niteliğinde bir dizi soru yöneltti...
“Hürriyet”in eski genel yayın müdürü liste başına “Ülkemizin Suriye politikası nedir” sorusunu yerleştiriyor ve canalıcı sorularına “bir”, “iki”, “üç”, “dört”, “beş” diye devam ediyor:
“(Arkasında olduğumuz söylenilen) Suriye halkı ifadesini neye dayanarak telaffuz ediyorsunuz?.. Silahlı muhalefet gruplarını Suriye halkı olarak kabul etmek ne kadar doğru?”; “Türkiye ‘Suriye halkı’ olarak tarif ettiği muhaliflere hangi desteği vermektedir?”, “Bizim üzerimizden Suriye’deki muhalefete silah ve para yardımı gidiyor mu?”; “Böyle bir politika varsa, Türkiye’ yi savaşın parçalarından biri haline getirebilecek olan bu politikayı ‘Türk halkının’ ne kadarı desteklemektedir?; “Suriye’de kendimizce tarif ettiğimiz ‘bir halka’ yardıma koşacaksak; önce ‘kendi halkımızın’ duygularını öğrenmeliyiz. Bizi her an savaşa götürecek ‘aktif destek’ politikasından yana mıyız?”
Sorular şahane.
Şahane de niye bu kadar geç soruluyor?
Özkök’e ben de bu soruyu yöneltmek istiyorum. Muhtemelen kendisi üstüne alınmayacak ve oralı olmayacak. Ama kayda geçmek için de olsa sorayım: Yanıtı mutlaka alınması gereken bu çok ciddi sorular, siyasi otoriteye neden böyle yumurta kapıya geldikten sonra soruluyor?
Türkiye’yi bir oldubittiye göz göre göre sürükleyen olaylar zincirinin neden başında değil de, gidişatı artık etkilemek şansının hemen hiç kalmadığı bir ortam ve şartlarda gündeme getiriliyor?
Sırf kâğıt üzerinde sormuş olmak için mi? Neden?
Akdeniz’in sıcak sularına gömülen RF-4E’nin başına gelen oysaki tümüyle öngörülemez bir olay değildi…
Ağır çekim kaza anı gibi
Suriye ile ilişkiler bir süredir son derecede tehlikeli bir kaza anının ağır çekim peşrevine dönüşmüştü…
Hani karşıdan gelen arabayı fark edersiniz ama bir türlü gazdan ayağınızı çekemezsiniz ve hangi tarafa olursa olsun direksiyonu kırmazsanız, ağır hasar alabileceğiniz hayati bir kazanın kendinizi ortasında bulacağınızı önden yaşarsınız…
Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkiler işte bir süredir böyle “geliyorum” diyen bir kaza anının ürkütücü “tetikleniş anını” hatırlatıyordu.
Ben kendi hesabıma geçen yılın ekim ayı sonunda Herald Tribune’ün birinci sayfasında çarşaf gibi 4 sütunluk “New York Times” haberini görür görmez, bu feci ağır çekim kaza anı öncesine fırlatıldığımızı fark etmiştim…
“Özgür Suriye Ordusu” adlı silahlı isyan örgütünün merkezinin “Türkiye olduğunun” ilk kez açıkça söylendiği haberde;“Türkiye’nin, isyancılara barınak sağladığı ilan ediliyor; örgüt komutanlarının bulunduğu kampların bizzat Türk askerlerince korunduğu” yazılıyor, bu komutanlardan biriyle de bir mülakata yer veriliyordu:
Mülakat bizatihi Türk Dışişleri Bakanlığı’nca düzenlenmiş ve yetmezmiş gibi Amerikalı gazeteciyle yapılan konuşmalar bir Dışişleri yetkilisi önünde ve “bir Türk devlet bürosunda” gerçekleşmişti…
New York Times muhabiri; “Suriye’de yeni dönemi tesis edene kadar buradan mücadelemizi sürdüreceğiz” diyen Suriyeli komutanın kendisiyle randevuya “ağır silahlı 10 Türk askerinin koruması altında geldiğini” belirtiyordu. Komutanın giysileri dahi -NYT’ye göre- Türk yetkililerce satın alınmıştı.
Şoku hatırlıyorum
Haberi okuduğum an duyduğum şaşkınlık ve şoku dün gibi hatırlıyorum…
Türkiye’nin Suriye’deki savaşta böyle açıkça taraf olması…
Türkiye’nin bu şekilde açık taraf haline gelmesinin, dünyanın en önemli gazetelerinden birinde ilanı…
Böylesine önemli bir gazetenin, isyan lideriyle yaptığı bir görüşmede bir “dışişleri yetkilisinin” sakınca görmeksizin yer alması ağzımın faraş gibi açık kalmasına yol açmıştı.
Bu nasıl bir diplomasi, ne biçim bir meydan okumaydı?
Bu meydan okumaya Ankara neden gerek duymuştu?
“Haberin zamanlaması da ilginç” diye yazmıştım okuduğum satırların arkasından; “Kaddafi’nin devrilmesinden bu yana bir hafta geçmiş… Böyle bir zamanda, ABD’nin en etkili yayın organında, baş sayfada.. insanın gözünün içine sokarcasına, bakla gibi puntolarla böyle bir haber çıkıyor. Acaba neden? Kendime bu soruyu sorarken, bu defa gene aynı enteresan ve kritik zamanlamayla, Beşşar Esad’ın ‘Sakın Ha! Bana dokunan yanar! Deprem olur!’ söyleşisi geldi. Esad da isyanın başladığı mart ayından bu yana -tesadüfe bakın ki!- ilk defa suskunluğunu bozuyor ve Batı basınına konuşuyor… (Esad’ın) söyleşisi de bir İngiliz yayın organında ‘The Sunday Telegraph’da çıkıyor. Kaddafi’nin yok edilişiyle belli ki Suriye’deki satranç hızlanmış…” (1 Kasım 2011, Sağnak)
Türkiye’nin Ortadoğu’da kendisine biçtiği role büyük darbe indiren ve iki pilotun yaşamına mal olan RF-4E vukuatının ağır çekim öncesi demek gözlerimizin önünde, hepimizin görebileceği bir şekilde geçen ekim ayında başlamış.
Aradan geçen sekiz aylık süre içinde merkez medyanın aklı neredeydi?
Bugün gazetelerde çarşaf çarşaf sorulan sorular, neden o zamandan bu yana düzenli, istikrarlı bir fikri takip içinde sorulmadı?
Ve o zaman sorulmayan soruları bugün sormanın ne anlamı var?

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget