Kavga ve çelişki tırmanınca, Başbakan’ın en yakın danışmanlarından birisi “Bizim hiçbir cemaat ve görüşle ilişki ve kavga içinde olmamız mümkün değil. Biz iktidarız. İşte o kadar..” dedi.
Başbakan Erdoğan, geçen hafta (14.06.2012) Türkçe Olimpiyatları’nın kapanış gecesi yaptığı konuşmada bir çağrı yaparak, ABD’de yaşayan Fethullah Gülen hocayı Türkiye’ye davet etti.
Bu çağrıya 24 saat içinde, F. Gülen tarafından “Zamanı değil, gelemem” diye yanıt verildi.
Başbakan’ın, Arena’daki son toplantıya gitmesinin ve bu daveti yapmasının, siyasal iktidarla Gülen hareketi arasında bir süredir giderek yükselen çatışmayı yumuşatmak amacını taşıdığı belirtiliyor.
Tarihe not düşmek açısından konuyu özetleyelim:
Süregelen bir çatışma belirgin olarak ortaya çıkmıştı. Çatışma, özel yetkili mahkemelerin yetkilerinin tırpanlanması, hatta bu mahkemelerin tamamen ortadan kaldırılması konusunda en üst düzeye ulaşmıştı. Ama bu çekişmenin bir geçmişi, bir altyapısı var.
Şöyle ki:
• Şike Davasında, siyasi iktidar şike cezalarını düşürmeye çalışırken, özel yetkili mahkemeler bu düşünceye karşı gelen kararlar almaya yöneliyordu;
• MİT konusunda, özel yetkili mahkemeler, Başbakan tarafından görevlendirilen MİT yetkililerini soruşturmak istiyordu;
• Eski Genelkurmay Başkanı’nın, yargılanmasının Yüce Divan’da yapılması konusunda görüş bildiren siyasal iktidara karşın, özel yetkili mahkeme eski Genelkurmay Başkanı Başbuğ’u tutukluyordu...
Başbakan Erdoğan özel yetkili mahkemelerin bu tutumunu siyasal iktidarın yetki alanına, egemenlik alanına karışmak olarak görüyor, hatta, bu alana bir saldırı olarak yorumluyordu...
Çatışmanın sert bir biçimde gün yüzüne çıkması “MİT krizi” adı verilen olayla oldu. 7 Şubat 2012 tarihinde özel yetkili savcılık, MİT Başkanı Hakan Fidan’ı sorguya çekmek istedi. Başbakan buna izin vermeyeceğini, MİT Müsteşarı’nın, Oslo’daki görüşmelere kendi talimatıyla gönderildiğini belirtti.
Hatta “Talimat veren benim, alacaksanız beni alın..” dedi. (7.6.2012)
Bu söz siyasal satranç tahtasında rest çekmenin ötesinde bir meydan okumaydı...
Anayasa hukuku açısından
Başbakan anayasa hukuku ve kuvvetler ayrılığı ilkesi açısından, “siyasi iktidarın başı olarak ben talimat verdim, benim talimat verdiğim bürokratı siz sorguya çekip tutuklamak istiyorsunuz, bunu yapamazsınız, bu işin siyasal sorumlusu benim, eğer gücünüz yetiyorsa beni mahkemeye davet edin” diyordu. İşte krizi özetleyen cümle budur.
Aslında, savcılığın MİT Müsteşarı’nı sorguya çekme konusunun içeriğini tam bilmiyoruz. Ancak, siyaset bilimi ve anayasa hukuku yönünden Başbakan Erdoğan haklıdır. Bu konu ile ilgili olarak Başbakan’a ancak yasama organı soru sorabilir, hatta gensoru verilip “güvensizlik oyu” mekanizmasını işletecek Başbakanlık’tan düşürebilir.
Olayın çetrefilleşmesi karşısında, siyasal iktidar yasama organına bir yasa tasarısı gönderdi ve MİT Müsteşarı ile MİT mensuplarının savcı ya da mahkemelerce sorguya çekilmesi Başbakan’ın iznine bağlandı.
Özel yetkili mahkemeler
Bir süre sonra da özel yetkili mahkemeleri yeniden düzenleyen bir yasa tasarısı çalışması başlatıldı.
Hatta, gazetelere göre tasarı çalışması, adalet bakanlığında değil, Başbakanlık’ta yapılıyordu.
Özel yetkileri düzenleyen CMK’nin 250. maddesi hakkında Başbakan:
“Bu madde ister istemez haddinden fazla yetki alanı doğmuyor... Devlet içinde devletim diyor... Cumhurbaşkanı’na varıncaya kadar istediğimi buraya çağırırım diyor” diye de bir yorum getirdi. Bu sözler aslında yorumu aşan bir “yakınma” idi.
Hükümet, özel yetkili mahkemelerle ilgili çalışma başlatınca, cemaate yakın yazarlar bu tasarıya şiddetle karşı çıktılar. Hatta hükümet destekleyicileri, Hükümet yandaşları ve cemaat yazarları arasında da çekişme başladı.
Örneğin Yeni Şafak’ta şöyle yazılıyordu:
“Siyasi iktidarın amacı sadece siyasi düzeltme değildir. MİT krizi bir şeyi gösterdi. Kendi başına hareket eden bir yargı karşısındayız. Bunun ameliyat edilmesi gerekiyor” (Ali Bayramoğlu, 14.06.2012)
Ancak cemaat gazeteleri, bu yeni düzenlemeye ve özel yetkili mahkemelerin kaldırılmaları ihtimaline şiddetle karşı çıktılar.
Örneğin Hüseyin Gülerce, bu düzenleme sonunda dışarıya çıkabilecek tutukluların siyasal iktidarı sarsacağını şöyle dile getiriyordu:
“Özel yetkili mahkemelerle ilgili değişiklikler sayesinde, topluca tahliye edilecek yüzlerce sanığın portreleri, AKP’yi, ummadığı bir sıkıntıya sokabilir. Siyasi istikrarsızlık, ekonomik istikrarsızlığa ve kaosa dönüşebilir” diyerek konuyu üst düzeye tırmandırdı.
Vesayet kavramı
Bu noktada, yansız yorumcular tarafından AKP’nin iktidara geldiği günden beri konuşulan “siyasal vesayet” konusu gündeme getiriliyordu.
Kötülenmesi için her gün binbir gayret sarf edilen “vesayet sistemi” yerine yeni bir “yargı vesayet sistemi” ile karşı karşıya gelindiği belirtiliyordu.
Aslında, 2011 yılı referandumunun amacı yargıyı denetim altına almak, yargıyı tarafsızlaştırmak değil miydi?
Ama ne oldu? AKP’nin kendi yandaşları arasındaki tartışmalar bile yargının bağımsızlaşması bir yana denetiminin başka güçlerin eline geçtiğini gösteriyordu.
Bu süreçte, Zaman, Bugün ve Taraf AKP’ye karşı çok sert yazılar yazdılar.
İşte birkaç örnek:
• AKP, devleti dönüştürürken kendisi de eskisi gibi kalmamış, bugün devletleşiyor görüntüsü vermektedir.
• Taraf’taki başyazılar epeyce ağırdı. Hatta “Kasımpaşalı Başbakan’dan mı korkacağız” diye dikleniyorlardı...
• Zaman’da Türköne “AKP çözülüyor mu” başlığıyla yazdığı yazıda şöyle diyordu:
“Her şey fani. İktidarlar da. Gelecekte bir gün AKP iktidarı da sona erecek. Peki, ne zaman? İşte bu soruyu sormaya başlarsanız, sonun başlangıcındayız demektir.” (14.06.2012)
• Böylece günlerce bütün gazetelerde hükümet cemaat kavgası ve sorunsalı işlendi. Kimileri:
Yargı vesayetinden şikâyet eden AKP, kuşkusuz kesin bir “yürütme otoritesi” kurmak istemektedir” diye yazdılar.
Kavga ve çelişki tırmanınca, Başbakan’ın en yakın danışmanlarından birisi “Bizim hiçbir cemaat ve görüşle ilişki ve kavga içinde olmamız mümkün değil. Biz iktidarız. İşte o kadar..” dedi.
Özel yetkili mahkemelerin yeniden düzenlenmesi önlemleri alınma noktasında ise cemaata yakın kalemler özel yetkili mahkemeleri kıyasıya savunuyorlar; hükümeti eleştiriyorlardı.
İşte Başbakan’ın Türkçe Olimpiyatları’na gidişi ve davet çağrısında bulunuşu tam da bu yüksek gerilim ve tansiyon ortamında gerçekleştirilmiştir.
Pensilvenya’dan yanıt veren F. Gülen, “Bu koşullarda gelemem” diyerek bu davete olumsuz yanıt verdi.
Acaba, iktidar-cemaat çatışması son buldu mu? Her şey eskisi gibi mi olacak?
Bilinmez! Ama binlerce yıldır bilinen bir kural var:
“İktidar bölünme kabul etmez!” Yani, “iktidar bölünme ve ortak kabul etmez!” Bakalım göreceğiz...
Alev Coşkun/Cumhuriyet
Yorum Gönder