Sevgili,
Kendimi bildim bileli en çok duyduğum yer isimlerinin başta gelenlerindendir Silivri.
Silivri’nin kendisini görmezden önce adını, tadını bildim.
Silivri’yi bana tanıtanlar 1940’lı – 50’li yılların İstanbul yaşamının onsuz olmazları seyyar satıcılardı.
Onlar, ayrı ayrı diyarlardan gelir, ayrı ayrı makamlarla bize
seslenir, kimi zaman ağzımı sulandırır, kimi zaman özlemimizi artırır,
kimi zaman hasretimizi giderirdi.
Sahneleri olan sokağa girişlerindeki sıra, tıpkı makamları gibi hiç değişmezdi.
- Şeker yeeee! Bal yeee! Dut yeee! tabii yaz çağrısıydı ama illa da öğleden sonra olurdu! Sabah saatlerinde geçse şaşardık “Dalları bastı kiraz!” gıcıklardı
içimi en çok; kiraza bayılırdım. Çocukluğumda Sevgili, iki meyve, muz
ve kiraz pahalıydı, doya doya yemek için zengin olmak gerekliydi. Hiç
doya doya kiraz yiyemedim. Hoş ben çocukluğumda hiçbir şeyi doya doya
yemedim.
Dondurmaya her çocuk gibi bayılırdım, dokunur diye fazla
yedirmezlerdi. Ahdettim. Büyüyünce yeterince para kazanacak dilediğimce
dondurma yiyecektim.
Büyüyüp, dilediğimce dondurma yiyecek parayı kazandığımda da, artık dondurma sevmez olmuştum.
Kiraza gelince... Onu hâlâ seviyorum, dilediğimce yiyecek param da var, üstelik eskiye oranla ucuzladı da.
Ama yine de istediğim kadar yiyemem, bir oturuşta bir kilo kirazı yememe bu kez de doktor ile doğa izin vermiyor.
“Dalları bastı kiraz!”dan sonra hem günün içinde hem akşamüstünde geçen Silivrililer ağzımı sulandırırdı.
“Silivriiiiii kaymak, yoğuuuurt”u duyar
duymaz bir elde çukur tabak, bir elde bozuk para sokak kapısının önüne
iner, eğer biraz geç kalmış isek sırtındaki sırığın iki yanından kefeler
sarkan seyyar satıcıya seslenirdik:
- Yoğurtçu! Yoğurtçu!
Gelir kapının önünde, sırtındaki dükkânını yere indirir, elindeki
terazinin bir kefesine çukur tabağı, öbürüne, kabın ağırlığına
belirleyecek dara işlevi gören iri çakıl taşlarını yerleştirir, sonra
ince keskin malasıyla büyük tepsiden yoğurdu verevine keser, tabağa
özenle aktarır, parasını alır, sırığı tekrar sırtlanır giderdi.
Çocukluğumun Silivrisi’nden gelirdi yoğurtçu.
Çocukluğumun Silivrisi masal kadar uzak, bir lezzet durağıydı.
Ne eski Silivri kaldı artık, ne Silivri yoğurtları.
Silivri artık yoğurtları değil, zalimleri ve mazlumlarıyla ünlü.
Silivri, yaşlılığımda bütün demokratların, bütün özgürlükçülerin
bütün adalete inananların kâbusu oldu, seyyar satıcıların yerini
infazcılar aldı.
Artık biz Silivri’ye gidiyor Ergenekon, Balyoz davalarını izliyoruz.
Yoğurtçunun “Silivri kaymak yoğurt” diyen dost sesi kapımızın önünde değil, dostların acılı yüzleri görüşme kabininde Silivri’de.
Gidiyoruz ve dokunamıyoruz dostlarımızın gözyaşlarına elimizle, geri dönüyoruz onulmaz hüznümüzle.
Olsun yine de arada orada oluyoruz. Onlarla birlik olduğumuzu göstermek için.
Yarın 8 Nisan 2013 Pazartesi Ergenekon duruşmasını izlemek üzere yine Silivri’de olacağız.
Haydi Sevgili, Silivri’ye!...
CİDDİYE ALINAN İLK ELEŞTİRİM
Gazetecilikte 50. yılımı 2015’te dolduracağım.
Anlayacağın Sevgili, ben de bu işin eskileri arasına katıldım
artık. Köşe yazısı, haber yazdım, içeride, dışarıda röportajlar yazdım.
Cumhuriyet’te sonra Milliyet’te on yıla yakın spor yazarlığı yaptım.
1980’li yılların ikinci yarısında, Bekri Çeşnici adıyla gastronomi yazıları yazıyordum.
Yakup – 2 yeni açılmıştı. Orayı anlatan bir yazımda şöyle bir şeyler karaladığımı hatırlıyorum: “Her şey iyi güzel de o peçetelerin hali ne? Hiç yakışıyor mu?
Yazı pazar günü Cumhuriyet Dergi’de çıktı. Salı günü bir
telefon, karşımda Yakup:- Ali Abi peçeteleri değiştirdik, gel gör de bak
ne güzel oldu, diyordu.
Bu olay olduğunda 25 yıllık gazeteciydim. Yakup sayesinde ilk
kez bir eleştirimin ciddiye alındığını, gereğinin yapıldığını
görüyordum.
Gazetecilerin çoğu Allah bilir, bunu bir kez bile yaşamamıştır.
Yakup’a gittiğimde, merhum müşterilerin fotoğraflarının durduğu
duvara her eklenen yeni resmi görünce kendisine takılırdım:- Eyvah
yahu, Yakup bana yer kalmıyor, bari elimi çabuk tutayım!
Benden on yaş genç olan Yakup duvarda benden önce yerini aldı. Nur içinde yatsın!
Yorum Gönder