Balyoz Sürecinin Düşündürdükleri
Bugün yaşadığımız zorlukların üstesinden gelebilmek, şu üç adımın süratle atılmasına bağlıdır: Hukuk düzeni evrensel hukuk ilkeleriyle yoğrulmalı. Şanlı ordumuzun itibarını yeniden kazanmasını sağlayacak ve moralini yükseltecek tedbirler ivedilikle alınmalı. Kaybolan aklın, törpülenmiş cesaretin ve ille de körletilmiş vicdanın yeniden toplum yaşamına egemen kılınması sağlanmalı.2000’li yılların dış etkenleri yeni bir jeopolitiğin doğmasına ve yeni jeostratejik hamlelere yol açmıştır. Bu hamleler Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu ile çevrili ülkemizi doğrudan etkiledi ve halen etkiliyor. Her üç bölgeyle mevcut sosyo-kültürel, ekonomik ve güvenlik bağları ve sorunları yeni boyutlar kazandı. Bu koşullar, birtakım fırsatlar ortaya çıkardığı gibi yönetilmesi zorluklar içeren açmazlarla karşı karşıya kalmamıza da neden oldu. Özellikle enerji nakil yollarının (Karadeniz, Akdeniz) ve hatlarının güvenliği konusu, iki kutuplu dünya düzenindeki Türkiye’nin daha farklı karakterde bir Türkiye’ye dönüştürülmesini gerekli kıldı. İç dinamiklerdeki gelişmelerin buna uygunluğu da cabasıdır. Plan yürürlüğe kondu, adım adım uygulanmak suretiyle toplumsal farkındalığın gerçekleşmesi özellikle zorlaştırıldı.
Elbette Ukrayna ve Gürcistan’da yapılanların aynısı yaşanmayacaktı ülkemizde. Benzer davalarda olduğu gibi Balyoz Darbe (!) davası bunun en önemli yapı taşıydı. Ülkemizi istediği gibi yapılandırmak isteyen dış ve iç egemenler kol kola faaliyeti başarı ile yürütüyor. Bu gidişi durdurabilecek yegâne etken olan milletimizin olup biteni kavrama ve karşı koyma kabiliyeti, uygulanan psikolojik harekâtla köreltildi. İlk olarak güvendiği ve sevdiği ordusu itibarsızlaştırıldı -darbeci subayları casusluk yapan, fuhuş ve şantaja karışmış, terör örgütleri ile bağlantılı, iç güvenlik görevinde başarısız, faili meçhullerin sorumlusu vb.- ve pusuya düşürüldü. Bu sonucun elde edilmesinde ülkemizi yönetenlerin ağır sorumluluğu vardır. Oysa bu coğrafyanın katlanamayacağı en önemli konulardan birisi güçsüzleştirilmiş ordudur. Milletimizin bunun bedelini ağır bir şekilde ödememesi öncelikli dileğimdir.
Bu çerçevede üç husus öne çıkıyor:
Birincisi, bu süreç, görünürde (aslında daha büyük bir projenin parçası olarak) askeri vesayetin sonlandırılması için planlandı. Gerçek bir demokrasi ile taçlandırılmış Cumhuriyet hepimizin ortak hayali ve gurur kaynağıdır. “Sıfır suçla mahkûm edilmemiz buna vesile olursa, milletin namus ve şerefi üzerine kendini adamaya yemin etmiş kişiler olarak, bundan şeref duyarız.” Ama gerçeğin böyle olmadığı, yeni vesayetler oluşturulduğu aşikârdır. Hukukun nefes alıp veremediği, hatta nefesleri kestiği bir ortamda gerçek bir demokrasiden -ilerisinden vazgeçtim- bahsetmek ham hayaldir. Kimse yanılmasın ve kimseyi aldatmasın!..
Bu süreci yöneten ve yönlendirenlerin kazandıkları bir Pirus zaferidir. Zaferi kazandıkları doğrudur, ancak manen bir bitmişlik ile karşı karşıyalar: Sahte dijital veriler üreterek ve bunlara dayanarak, insanları mahkûm etti ve ettirdiler. 05-07 Mart 2003 1. Ordu seminerindeki konuşmalar bunun sosudur. Bu konuşmalar, yapanların sorumluluğunu üstlendiği (bir-iki kişi), Askeri Ceza Kanunu’na ilişkin askerin siyasete karışması suçu olabilir, ki bu da bu mahkemenin yargılama konusuyla örtüşmez. Bu komployu kuranlar, sahteci yaftasını boyunlarında taşımak durumundalar. Beni ve benim gibileri 18 yıllara mahkûm edenler ve bundan sevinç duyanlar kendilerini 180 yıla mahkûm etmişlerdir. Bugün artık gerçek ortaya çıktı, ancak üstü örtülmeye çalışılıyor. Bu gerçeğin geniş kitlelerin zihinlerine yansıması sadece bir zaman meselesidir.
İkincisi, vahim bir zaafı işaret ediyor. Ordumuzu yönetenler, çok iyi bildikleri “personelinin sahte dijital verilerle yargılandıkları gerçeğini” halkımıza açıklama medeni cesaretini gösteremediler. Tarih önünde sorumludurlar. Çünkü gerçeğin ve masumların cephesinde saf tutmak yerine, bu süreçte varlığına zerre kadar tanıklık etmediğimiz “hukuka saygılı olma” klişesinin arkasına sığınarak, ordumuzu kötürüm etmek isteyenlerin değirmenine su taşımışlardır. Sahte belgelerle mahkûm edilmek, yarın başlı başına bir saygınlık kaynağı olacaktır. Bundan kimsenin şüphesi olmasın.
Askerlik, dünyanın gerektiğinde ölmeyi emretme sorumluluğu yükleyen tek mesleğidir. Kurtuluş Savaşı’nı kazanan ve ülkemizi kuran kadroların şu üç kaynaktan beslendiğini söyler bilimcilerimiz: Tıbbiye, Mülkiye ve Harbiye. Birincisi bilimsel boyutu temsil ederken, ikincisi yönetim ilkelerine yön vermiş, üçüncüsü bu hareketin cesaret ayağını oluşturmuştur. Gelinen nokta bu köklerden ne denli uzakta olunduğunun göstergesidir.
Hiç kimse yaptığı herhangi bir hukuksuzluktan dolayı mesleki dayanışma arayışına girme hakkına sahip değildir. Ancak açıkça hukuksuzluğa maruz bırakılan ve sahte dijital verilerle yargılanmaya muhatap kılınan insanlara, dayanışma ruhundan yoksun yaklaşmak etik olamaz. Bu tutum, hizmetteki insanların morali üzerinde yıkıcı bir etki yapar.
TSK’ye eleştiri
Üçüncü gerçek, TSK yönetim kademelerinin artık son zamanlarda toplum önünde tartışılan yönetim anlayışının muhtaç olduğu eleştiri ihtiyacıdır. Bu ülkeyi ve onun en önemli tarihi kurumu olan ordumuzu seviyorsak, samimiyetle bu eleştiriyi yapmalıyız. “Zabit ve Kumandan ile Hasbihal” s. 8’de (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 9. Baskı) Atatürk’ün bir görev olarak belirttiği gibi “… Ordunun esenliğini vicdanen düşünen namus ve ahlak sahipleri ikiyüzlülükten uzaktır…” Eleştiri ihtiyacı başlı başına bir araştırma konusu olmakla birlikte; ana hatları ile ele alınacak olursa, temelinde, entelektüel derinlik yetersizliği, ortak akıl üretememe, ben yaptım oldu nobranlığı, halktan ve üretimden kopuk bir yaşamın sancıları, yurt sevgisi yerine kendini aşırı sevme bencilliği, insan hakları kavramını yeterince içselleştirememe ve bedel ödemeye hazır bir adanmışlık yetersizliği yatıyor.
Bugün yaşadığımız zorlukların üstesinden gelebilmek, şu üç adımın süratle atılmasına bağlıdır:
- Hukuk düzeni evrensel hukuk ilkeleriyle yoğrulmalı.
- Şanlı ordumuzun itibarını yeniden kazanmasını sağlayacak ve moralini yükseltecek tedbirler ivedilikle alınmalı.
- Kaybolan aklın, törpülenmiş cesaretin ve ille de körletilmiş vicdanın yeniden toplum yaşamına egemen kılınması sağlanmalı.
Şair ve filozof Halil Cibran’ın söylediği gibi, “bir yüreğinde acı, diğerinde umut taşıyan büyük insanlara” ve onların önderliğine her zamankinde daha çok ihtiyaç vardır.
Balyoz Sürecinin Düşündürdükleri-2
Sözde Demokrasi Cephesi
Şu anda demokratlık zırhına bürünen ve bunu yaparken hukuku hiçe saymayı kendisine hak olarak gören bir zihniyetle karşı karşıyayız. Kendilerine şu tarih tanımını hatırlatmak istiyorum: “Tarih, yaşadığı çağı mutlak, aktüel değerleri değişmez ve her değişimi ilerleme sananlara kendisini sıklıkla hatırlatır.”
Tarih zulüm ile abat olunamayacağını sizlere de gösterecektir. Ya yarın ya yarından sonra. Ama mutlaka.
Ahmet YAVUZ / Emekli TümgeneralBu köşede, 8 Ekim’de, Balyoz tertibinin arka planını; ülkemizin siyasi olarak yeniden yapılandırılmasındaki işlevini ve gerçekleri halka açıklama cesaretini gösteremeyen TSK’ye eleştirilerimi dile getirmiştim. Bu yazıda, süreç içerisinde rol oynayan sözde demokrasi cephesine temas edeceğim.
Sözde demokrasi cephesi bu olayı şöyle gördü: Askeri vesayet kaldırılmalıdır! Bunun için yapılan her şey mubahtır! Ama yapılacak kıyım ve temizlik yargı eliyle yapılmalıydı. Alper Görmüş’ün “Bir toplantıda askeri vesayetle hesaplaşmanın yegâne yolunun başarısız kalmış bir darbe girişiminin ardından eski ve yeni darbecilerin derdest edilip yargılanmaları olduğunun tartışılmış olduğunu” yazması buna işaret eden önemli bir gösterge.
ÖYM’ler zaten bu amaçla kurulmuştu. Ancak bütün bunlar yetmezdi; suçlanmak istenenler aleyhine suç üretilmeliydi! Bu maksatla bir sahte suç ve delil üretim merkezi kuruldu. İşe koyuldular. Ama halkın rızasının elde edilmesi gerekiyordu. Onun için de daha önce kontrol altına alınan organlar vardı: “Medya.” Psikolojik harekât başladı, halen de devam ediyor.
Yandaş medyanın yalanları
İşe ilk girişen Taraf oldu. Güya camilerimizi bombalayacak ve kendi uçağımızı düşürecektik! Yandaş medya her gün ürettiği yalanlar ve bilinçli saptırmalarla kin ve nefret saçtı! Destekçileri de fazlaydı. Örneğin; 13.02.2011’de Star gazetesinde Mehmet Altan: “Hayırlı cuma hayırlara vesile oldu: Askeri darbe davası olan Balyoz’da… mahkeme, aralarında eski kuvvet komutanlarının da bulunduğu 162 sanık için tutuklama emri verdi” diye yazdı.Üç gün sonra Nagehan Alçı, milyonların gözü önünde CNNTürk’te, tutuklanmamızı “demokrasinin zaferi” olarak takdim etti. Yargılamalar boyunca bu tavır devam etti. Ağızlarında demokrasiyi sakız ettiler. Neydi bu demokrasi? “İnsanların işlemedikleri suçlardan dolayı hapislere atılmasıydı” benim gördüğüm ve yaşadığım kadarıyla.
Mart 2012’de sahtelikler tamamen ortaya döküldü. Zorlamayla delil diye isimlendirdikleri bütün suçlama belgelerinin sahteliği bilimsel olarak kanıtlandı. Ama yılmadılar. Psikolojik harekâta devam ettiler.
Örneğin 13 Nisan 2012’de, CNNTürk’te Hüseyin Çelik’i dinleyince kendimi başka bir davadan yargılanıyor olarak addetmiştim. Kendisine göre Balyoz davasında bütün deliller imzalı imiş. Gerçeğin tam tersi. Balyoz davasında suça konu belgelerin içinde bir tane bile imzalı evrak yoktur; belge diye sunulanların tamamı dijital olup seminerdeki amacını aşan kimi konuşmalardan çarpıtılarak üretilmiştir.
Çifte standart
Tabii ben tarih derslerinden Hitler’in Propaganda Bakanı Goebbels’i bildiğim için hiç şaşırmadım. Milli Eğitim Bakanlığı yapmış bir şahsiyetin kamuoyunu yanıltıcı beyanının talihsizliği bir yana; bu belgeleri(!) TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu’na teslim etmemesi de manidardır. Oysa biz bu komisyona iki defa müracaat ettikse de taleplerimiz “Konunun yargıya intikal etmiş olması” gerekçesiyle reddedildi. Sanki 12 Eylül ve 28 Şubat davaları yargıya intikal etmemişti! Çifte standartçılığın böylesi bu dönemin karakteristik özelliği olsa gerek.Sözde demokrasi cephesi içerisinde sıfır suça sıfır hukuk barındıran bir kararla şaha kalktı. 22 Eylül 2012’de Sabah’ın manşeti “Demokrasinin Zaferi” oldu. 24 Eylül’de Yeni Şafak’ta Abdülkadir Selvi: “Balyoz’u demokrasinin tepesine indirmek isteyenlere inat, demokrasinin ‘Balyoz’u darbecilerin kafasına indi. 21 Eylül o açıdan tarihi bir dönüm noktası. 21 Eylül demokrasi bayramınız kutlu olsun” diyerek koroya katıldı. Sahte belgelerle insanları mahkûm etmek hangi demokrasinin zaferi olabilirdi? Herhalde tarifini ileride Selvi’den öğreniriz.
Doç. Adnan Küçük’ün 21 Ekim 2012 tarihli Yeni Şafak’ta yer alan yazısı da çok ilginç. Ancak yazıyı anlamak için biraz psikoloji bilmek gerekiyor. Yazar, kendisine duyulabilecek tepkileri azaltmak için başlangıçta masumiyet karinesine vurgu yapıyor. Ertuğrul Günay’ın kararı onaylamayan ifadesini eleştiriyor. Genel kanıyı “suçun oluştuğu” şeklinde yumuşak bir geçişle okuyucusuna aktarıyor. Yargıtay’daki kararın baskı altında verilmemesi istikametinde bir dilek ortaya koyuyor ve mesajını veriyor: Aman kararı onayın. Delillerden de emin, sanırsınız ki kendisi eliyle teslim etmiş. Ziya Gökalp’in Malta sürgünü esnasında ailesine yolladığı mektupların birinde şöyle bir ifade var : “…içerimden geçen ahları tutuyorum, Kerem gibi yanmayayım diye!” Sanki Silivri tutsaklarını anlatıyor. Aslında Malta sürgününe maruz kalanlarla Silivri tutsağı haline getirilenler arasında siyasilik ve tutsaklık boyutlarıyla mevcut olan benzerlik hukuki boyut için yok. Çünkü işgalci İngiltere’nin savcısı bile mevcut delillere dayalı olarak Malta sürgünlerine dava açamamıştı! Bizde ise hukuksuzluk hukuk halini almış durumda.
Bugün insanlar sahte belgelerle yargılandığımızı öğrendiler. Buna rağmen iki arada bir derede kalanlar da var. 25 Eylül 2012’de Hürriyet’te İsmet Berkan “Hakikatle gerçek arasına sıkışmak” başlıklı bir yazı yazdı. Kendisine göre darbe arayışları “hakikati”; yargılama belgelerinin sahteliği ise “gerçeği” açıklıyordu. Bizler ya demokrasiyi seçecektik ya da hukukun üstünlüğünü. Şu ifade de kendisine ait: “Bu ülkede ‘hakikat’ daha 2002 yılının sonunda … 1 Ordu Karargâhı’nda darbe planlandığıdır.” Kendi “hakikat”ini açıklayan Berkan’a ileride gerçeği öğrenecek oğlu “Baba sen o esnada orada mıydın?” diye mutlaka soracaktır, cevabını şimdiden hazırlaması lazım.
Hukuksuz demokrasi olmaz
26 Eylül 2012’de Ruşen Çakır’ın aynı mealdeki yazısının başlığı “Demokrasi mi istersiniz yoksa hukuk devleti mi?” idi. Sanki biri diğerinin zıttıydı ve biri olmadan diğeri yaşayabilirdi! Vicdanı elvermediği için olsa gerek, kutsal hedeflere ulaşılırken meşru yolların dışına çıkılmasını açıkça eleştiriyor.Hukuksuz demokrasi olmaz, demokrasisiz bir hukuk ise kendini geliştiremez. Dolayısıyla bizim tercihimiz iki çocuğumuzu da muhafaza edebilmek; hem demokrasimizi hem de hukukumuzu evrensel düzeye ulaştırabilmektir. Bizimki gibi kötü yönetilen ülkeler bu değerlere ulaşmak için bütün organlarıyla gayret göstereceğine birbirini yiyerek enerjisini içeride tüketiyor. Sonuç ortada!
Başbakan, çalışma odasına ve makam aracına dinleme cihazı yerleştirenleri arıyor. Kendisine önerim, Silivri davaları için sahte belge üreten çeteyi bulması (ki bunu kolaylıkla yapabilir). Oradan böcekçilere rahatlıkla ulaşabilir. Çünkü bu böceklerin hepsi aynı familyadan.
Şu anda demokratlık zırhına bürünen ve bunu yaparken hukuku hiçe saymayı kendisine hak olarak gören bir zihniyetle karşı karşıyayız. Kendilerine şu tarih tanımını hatırlatmak istiyorum: “Tarih, yaşadığı çağı mutlak, aktüel değerleri değişmez ve her değişimi ilerleme sananlara kendisini sıklıkla hatırlatır.” Tarih zulüm ile abat olunamayacağını sizlere de gösterecektir. Ya yarın ya yarından sonra. Ama mutlaka.
Ahmet YAVUZ / Emekli Tümgeneralhaberguncel.blogspot.com
Yorum Gönder