Romandan filan söz edecek değilim.
Sözünü ettiğim
tereddüt, Millî Mücadele sürüp giderken gerçekleştirilen İzmir İktisat
Kongresi’nde hayatının en uzun konuşmasını yapan Atatürk’e dinleyiciler
arasından gelen müthiş bir sorunun yarattığı ve bugün kahırlı acılara dönüşen
bir tereddüttür.
Benim tespitlerime göre, Atatürk’ün hayatında yaptığı en
uzun süreli konuşma, 2 Şubat 1923’te İzmir Kordon’da, İzmir
İktisat Kongresi toplantılarından birinde yaptığı konuşmadır. O tarih yaratan
konuşma, halkın da dinlediği, canlı sorular sorduğu ve cevaplar alarak katıldığı
destanî bir konuşmadır. 2 Şubat 1923 günü birkaç oturumda tamamlanmış,
saatlerce sürmüştür.
Halk, konuşmaya zaman zaman tezahürat cümleleriyle,
bazen de Gazi’ye sorduğu ve cevabını anında aldığı canlı sorularla katılıyordu.
O konuşma bu yönüyle de eşsizdir, örnektir, tarihtir.
İşte, zabıtlarda
‘hazır olanlardan biri’ diye geçen bir yurttaşın uzun
sorusundan ibret verici, keramet gibi cümleler. Parantez içi sözler bizim
açıklamalarımızdır. Uzun sorunun özeti şu:
“İslam’ın
kurtarıcısı! Müsaade-i devletleri olursa bendeleri de memleketimin ve devletin
mukadderatıyla alakadar bir noktadaki müşkülümün hallini zâtı devletlerinden
rica ediyorum. (Şu vakara, şu ciddiyet ve nezakete, şu öngörüye bakın).
Köylüleri karşısına alıp büyük bir tevazu ile her türlü ihtiyaçlarını ve
yaralarını dinlemek için lütfen teşrif buyuran yüce Gazi’den bütün köylü rica ve
istirham eder ki, bu millî hâkimiyetin ebediyyen bekasını temin edecek yollar ve
bunlara ait hususlar tespit olunsun.”
“Paşa
Hazretleri! Devletlilerince de malumdur ki, halkımız eğitimsizdir ve masumdur.
Bu cehalet ve masumiyetin neticesidir ki, (şimdi şu bilince, şu idrake
bakın) memlekete dün mebus sıfatıyla o millet kürsüsünden hitap eden
Mustafa Sabri (Damat Ferit ve İngilizlerle Bağımsızlık Savaşı aleyhine
işbirliği yapan ve halkı Allah ile aldatan hain şeyhülislam) ve emsali,
bugün büyük felaketler getirmiştir. Yarını kim temin edecek ki, Mustafa Sabri
veyahut o mayadaki adamlar memlekete girmesin. Gençlik bunda bütün ruhuyla,
bütün mevcudiyetiyle tereddüttedir…” (Atatürk’ün Bütün Eserleri,
15/52)
KERAMET GİBİ SORULAR
Şimdi de,
aynı oturumdaki bir bürokratın sorusunu yine özetleyerek verelim. Maarif Müdürü
Vasıf Bey soruyor: “Paşa Hazretleri! Çöken imparatorluğu teşkil eden saray ve o
sarayın etrafındaki menfaatperestler zümresi ve o zümrenin menfaatini temin
etmek için dini araç kabul eden zümre tamamen yıkıldı mı?”
“Osmanlı
İmparatorluğu yaşarken herkeste genel bir kanaat vardı: Padişaha karşı değil
silah atmak, padişah konuşurken titrememek bile günahtır. Fakat görüyorsunuz ki,
Anadolu halkı ve köylüsü üç yıldan beri padişahın hilafet ordusu diye (Millî
Mücadele savaşçıları üzerine) gönderdiği kuvvetlere silahla karşı koydu.
Ruhlarda ve fikirlerde husule gelen bu değişikliğin sebebi nedir?” (Adı geçen
eser, aynı yer)
Türkiye doksan küsur yıldır bu soruların ve bu
tereddütlerin romanını yaşamaktadır. Kahırlanarak söyleyelim ki, bu roman, bu
tereddüdü duyan o büyük ruhlu dedelerimizin kaygılarını haklı çıkarmış, Allah
ile aldatmanın haçlı ile işbirliği yapan tezgâhı, onlarca Damat Ferit ve Mustafa
Sabri üretip ülkenin subaşlarına oturtarak aydınlanmanın mirasını
çürütmüştür.
ABD’si, AB’si, yeni Damat Ferit ve Mustafa Sabrilerle
işbirliği halinde o mirastan intikam alıyor. Ne için?
Velinimetlerine
ihanet etmiş birkaç ruh hastasıyla, aydınlık aleyhine kiralanmış birkaç
namussuzun işbirliğinden doğan çıkar ve ihanet değirmenine su taşımak
için…
Bu hale getirilmiş ve üstelik bu hali bir tür meziyet gibi
algılamış bir ülkenin akıbeti nasıl olabilir? Cevabı vicdanlarınız versin,
sevgili okuyucularım!

Yorum Gönder