2012 yılı ülkemizde iç ve dış politikada çok
hareketli geçti. İç politika açısından, genel çizgileriyle giden yılın
çözümlemesini yapmaya çalışacağız.
2012 yılına, siyasal açıdan damgasını vuran en önemli olaylardan birisi Özel Yetkili İstanbul Cumhuriyet Savcısı Sadrettin Sarıkaya’nın şubat ayında, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı şüpheli sıfatıyla ifadeye çağırmasıdır. Başbakan, “Alacaklarsa beni alsınlar” diyerek
MİT Müsteşarı’nı ifadeye göndermedi. Böylesi bir olay Türk siyasal
tarihinde ilk kez ortaya çıkıyordu. İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Ali Fuat Yılmazer ve
sorumlu savcı Sarıkaya başka görevlere atandılar. Meclis’ten geçen bir
yasa ile MİT görevlilerinin sorgulanmaları Başbakan’ın iznine bağlandı.
Gazeteler bu olayı, Başbakan ile cemaat arasında yaşanan bir mücadelenin
gün yüzüne çıkmasına bağladılar.
Başbakan’ın ofisinde dinleme
aleti (böcek) bulundu. Bu aletlerin aslında Ekim 2011’de Başbakan’ın
ofisine yerleştirildikleri, 2012’nin Şubat ayında bulunduğu, ancak
bugüne kadar açıklanmadığı belirtiliyor. Başbakan “Dinlerse en yakınımız dinler” dedi.
Bir ülkede Başbakan’ın ofisinin dinlenmesi son derece önemli bir
olaydır. Geçiştirilemez, üstü örtülemez, bunun nedenlerinin kamuoyu
tarafından öğrenilmesi kaçınılmazdır ve demokrasinin bir gereğidir.
Çelişkiler başladı
Cumhurbaşkanı
Gül ile Başbakan Erdoğan arasındaki görüş ayrılıkları gün gün daha
belirginleşiyor... Bu çelişkileri teker teker saymaya gerek yok.
Cumhurbaşkanı Gül’ün 1 Kasım Meclis’i açış nutku önemli bir belgedir. En
son çarpıcı örnek: Başbakan’ın “kuvvetler ayrılığı” karşıtı sözlerine, Cumhurbaşkanı Gül 22 Aralık’ta “Kuvvetler ayrılığı demokrasinin temel ilkesidir” açıklamasıyla yanıt verdi.
AKP,
2012’de ilk kez istediği bir siyasal hareketi Meclis’te
sonuçlandıramadı. Yerel seçimleri beş ay öne almak isteyen bir tasarıyı
Meclis’e sundu. MHP de bu tasarıya destek verdi. Bu nedenle tasarıya 377
dolayında oy çıkması gerekirken 360 oy çıktı. Buna göre, gizli oylamada
hem AKP hem de MHP oylarında “fire” verilmişti. Tasarı
Cumhurbaşkanı tarafından Meclis’e geriye gönderildi. Siyasal iktidar
konuyu referanduma götüremedi. Siyasal sonuç açısından önemli bir
gelişmedir.
Başbakan Erdoğan başkanlık sisteminde ısrar ediyor.
Erdoğan tüm yetkileri elinde tutan bir başkan olmak istiyor. AKP, Meclis
Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na sunduğu bu model üzerinde dayatma yapıyor.
Oysa bu tasarı ABD’deki başkanlık sistemi ile ilgisi olmayan ve
otoriter Latin Amerika ülkelerinde görülen bir modeldir... Yasama,
yürütme yetkilerinin başkana devredildiği, başkanın meclisi bile fesih
yetkisi olan bir model. Tasarıyı hazırlayan İstanbul Milletvekili Burhan
Kuzu, “ABD başkanlık sisteminin mahzurlarını önleyen bir model
yarattık” diyerek, bütün dünyada bu işten anlayanları bıyık altından
gülmeye yönelten “bilim dışı” bir yaklaşım sergiliyor. Bu tasarının
tutarsızlıkları için Cumhuriyet’te yayımlanan yazılarımıza bakılabilir.
(10 Aralık, “Başkanlık mı? Sultanlık mı? Diktatörlük mü?” ve 18 Aralık “Türk Tipi Başkanlık”.)
Liberallerin kopuşu
Bir
başka önemli olay, liberal aydınların giderek AKP’den kopmasıdır.
AKP’nin adım adım otoriter bir yapıya dönüşmesi ve son anayasa önerisi
liberal yazarlarla AKP’yi karşı karşıya getirdi. Özellikle anayasa
tasarısını ele alan kimi yazarlar “Putinizmin Türkiye’de tutmayacağını” ileri sürmeye başladılar.
“Yetmez ama evetçiler” adım adım bir “korku toplumu” yaratıldığını özümsüyorlar ve “tarihi yanılgılarını” anlamaya başlamış görünüyorlar.
‘Taraf’
gazetesindeki ani değişim de ilginçtir. Gazetenin iki kurucusu genel
yayın yönetmeni Ahmet Altan ve yardımcısı Yasemin Çongar gazeteden
ayrıldılar.
Taraf, son yılların adeta bir “operasyon” gazetesiydi.
Ergenekon, Balyoz, Odatv davaları ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komuta
kademesinin çökertilmesi harekâtı önce Taraf’ta başlatıldı. Taraf’a
gelen valizle operasyonlar başlıyor, iddianamelerle sürüyordu.
Taraf’taki bu ani değişim, “Taraf’ın misyonu bitti” (The Mission is Over) biçiminde değerlendirildi.
Yılın
son haftalarında ortaya çıkan ODTÜ olayları önemlidir. Başbakan 18
Aralık günü ODTÜ’ye ‘Göktürk’ uydusu töreni için, gazetelerin verdikleri
bilgiye göre zırhlı araç ve gereçleri ile donatılmış üç bini aşkın
polis gücüyle gitmişti... Polis, aslında sayıca makul bir öğrenci
gösterisini dağıtmak için orantısız güç kullandı. Başbakan ayrıca CHP’yi
suçlayarak öğrencilere motolofkokteyllerini CHP’nin verdiğini söyledi.
Ancak böylesi ciddi bir iddia ortada kaldı. Üniversite gençliği bir
direnç sergiliyor.
‘Silivri davalarında’ tutukluluk cezaya dönüşmüştür. Yıllardır dört duvar arkasında yatan sanıklar “yasadışı
elde edilen delillerin dosyadan çıkarılması, dijital delillerin tekrar
değerlendirilmesi, adil yargılama ve savunma hakkı üzerindeki
kısıtlamaların kaldırılması, uzun tutukluluk sürelerine son verilmesi” konusundaki istemlerini 2012 yılı boyunca dile getirdiler.
Bu davada, yaşamlarında gerçek terörist olanlar “gizli tanık”
oldular; ama yaşamlarının büyük bölümünü terörizme karşı savaş veren
Türk ordusunun Genelkurmay Başkanı ve generalleri bu davada “terörist”
oldular. Bu davalar bir “ibret dosyası” olarak dünya hukuk tarihine
geçecektir. Birçok “hukuksal sakatlıkla” dolu olan bu davalar kuşkusuz
AİHM’den geriye dönecektir. Bu davalar nedeniyle Türk hukuk sistemi
bütün dünya hukuk fakültelerinde olumsuz bir biçimde eleştirilecektir.
2012’de diğer bir utanç verici durum, Türkiye’nin en fazla gazetecinin hapiste olduğu dünyanın birinci ülkesi ilan edilmesidir.
Dip dalgası
Kanımızca 2012’nin en önemli siyasal ve toplumsal olayı, başveren “dip dalgası”dır, “toplumsal hareketlilik”tir.
19
Mayıs’ta İstanbul’da İstiklal Caddesi’nde başlayan ve 200 bini aşan
kitlesel büyük gençlik eylemi önemlidir. 19 Mayıs’ta tören yapılmaz
genelgesine karşı gelen TGB, o günü “gençliğin diriliş günü” ilan etti.
Bu dip dalgası 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda kendisini tekrar gösterdi. Ankara’da bütün Türkiye’den gelen halk kitleleri “Büyük Cumhuriyet Buluşması”nı gerçekleştirdi. Başbakan, “istihbarat aldık provokasyon olacak” dedi,
kitleler buna inanmadı, yılmadı. Panzerlerin, tazyikli suların, biber
gazlarının etkisi bir yerde sustu... Kitleler barikatları yararak barış
içinde iki ayrı koldan Anıtkabir’e ulaştılar. Milyonlara varan bir
toplumsal hareket söz konusuydu. Aynı gün İstanbul, Kadıköy ve İzmir’de
de büyük kitlesel yürüyüşler yaşandı.
On gün sonra 10 Kasım’da hareket tekrarlandı ve Tandoğan Meydanı’nda toplanan büyük halk katmanları yine Anıtkabir’e aktı.
Kitleler bir ay sonra 13 Aralık’ta bu kez Silivri’de buluştu. Yüzyılın davası Ergenekon davasına halk adeta el koydu.
Dünya
tarihinde, kırsal alanın ortasındaki bir hapishanenin kapısına yüz bine
yakın insanın gittiği ve barışçıl bir gösteri yaptığı görülmemiştir.
Kuşkusuz
o kitleler oraya örgütsel güçler tarafından getirildi. 13 Aralık
hareketine CHP, İşçi Partisi, ADD ve TGB resmen katıldılar.
Yeni yıla da “Sanatçı Dayanışması”, “Öğrenci Hareketleri” ve aydınların barışçıl karşı duruşlarıyla giriliyor.
Hiç kimse tersini söyleyemez ki, bir rüzgâr esiyor ve bu “kitlesel hareket” 2013’ü de etkileyecektir.

Yorum Gönder