İnsan bazen eski yazılarını görünce, haksızlık yaptığını anlar üzülür, beğenmez, “bu da böyle mi yazılırmış...” diye, bazılarını da pek beğenir, odada kimse yoksa, “elime sağlık” diye böbürlenir, ama herhalde en kötüsü yazdığından utanmasıdır, çok şükür öyle bir yazı hatırlamıyoruz.
Eski yazıları daha çok okuyucular kurcalar; şöyle bir yazı yazmıştınız, saklamıştım ama kaybettim, bulup gönderir misiniz? Tarih ya da yaklaşık bir tarih söylese kolay...
Geçenlerde biri Araplarla ilgili bir yazımızı istedi; o günlerde memlekette “Aşk-ı Arabi” esiyor ki!
“Tayyip Bey”in “van minüt”ü Arap yarımadasını kasıp kavurmuş, hele Suriye ve Irak’la dostluğumuz, anlatılır gibi... No problem değil, sıfır problem...
Bugün kanlı bıçaklı olduğumuz Beşir Esad ailesiyle özel ilişki kurulmuş, “Emine Hanım” bayan Esad’ı davet etmiş, nasihat etmiş, gidip gelmeler, ortak bakanlar kurulu, aralıksız altışar saat süren sohbetler...
* * *
İşte o günlerde, sanki bugünleri tahmin edercesine -münafıklık bu ya- aşağıdaki yazıyı yazmışız, okuyucunun istediği bu yazı...
Ne yapacak?
Ona karışamayız, bizde hizmette sınır yoktur.
O yazıyı siz de bir kere daha okuyun...
* * *
Demek biz hâlâ Birinci Dünya Savaşı’nda, Dördüncü Ordu Komutanı Cemal Paşa’nın anlattıklarına kanıp orda kalmışız...
Hani Araplar İngilizlerle anlaşıp, Osmanlı ordusunu arkadan vurmuşlardı ya!
Meğer artık öyle değilmiş...
Araplar Osmanlı egemenliğinden kurtulmak için isyana kalkışmadan önce Cemal Paşa, Suriye ve Beyrut’taki görüntüyü anlatır:
“Suriye ve Beyrut’ta istiklal çığırtkanları o kadar çoğalmıştı ki hükümet zayıflamıştı, Osmanlı valisinin adını köpeklerin boynuna levha asacak hale gelmişlerdi.”
Cemal Paşa bir gün, isyanın başı Şerif Hüseyin’in oğlu Şerif Faysal’ı yanına çağırır ve der ki:
“Ben size gayet açık bir lisanla söylemek isterim ki eğer dost isek onun icaplarını tamamen icra edelim. Yoksa maksadınız başka ise, rica ederim, silahlarınızı elinize alınız, hemen isyan ediniz. Hiç olmazsa o zaman şimdiki komedyalara nihayet vermiş ve iki düşman gibi karşı karşıya çıkmış oluruz.”
* * *
Şerif Faysal, Cemal Paşa’ya karşılık vermeye çalışırken, adeta yüzünde kan kalmamıştır, der ki:
“Aman paşa hazretleri! Böyle şeyleri bize nasıl isnat edebilirsiniz? İslam halifeliğinin en sadık hadimleri olmakla iftihar eden ve Allah’ın resulüne mensup olan bir ailenin efradı nasıl olur da hain olur? Allah aşkına fikrinizi ve düşüncelerinizi değiştiriniz. Ne ben, ne pederim, ne de kardeşlerim bu devlet ve millete hain değiliz! Cümlemiz ekmeğini ve nimetini yediğimiz şanlı hanedanın ve onun devletinin köleleriyiz. Biraderimle muhafız Basri Paşa arasındaki ihtilafları halledeceğime ve kardeşimi buraya getirip ellerinizi öptüreceğime itimat ediniz.”
* * *
Ve sonra...
Şerif Hüseyin “iki gün sonra” İngilizlerle anlaşıp isyan eder, Hazreti Muhammed’in kabrini korumak, Medine muhafızı Fahrettin Paşa’nın açlıktan dişleri dökülen Anadolu Mehmetçiğine kalır.
* * *
Ya şimdi bu kardeşlikten pek hoşlanmayıp, hazmedemeyenler. Onların halini de rahmetli Bölükbaşı’nın babası gibi yiğit, lafını esirgemez oğlu, büyükelçi, MHP milletvekili Deniz Bölükbaşı anlatır:
“Hepimiz Ermeniyiz, hepimiz Filistinliyiz, hepimiz Rumuz diyoruz. Fakat hepimiz Türküz diyemiyoruz. Filistin bayraklarıyla cenaze namazı kılıyoruz, Türk bayrağı yok.”
* * *
Evet, hizmette sınır olmadığı gibi münafıklıkta da sınır yoktur.
O tarihte bu yazıyı yazmışız.
Sanki bugünleri yazar gibi...
Serde münafıklık var ya!
Yorum Gönder