Bugün 30 Ağustos:
Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğinde…
Türküyle, Kürdüyle, Lazıyla, Çerkesiyle…
Sünnisiyle, Alevisiyle…
Dünyayı yöneten güçlere karşı verilen bir savaşla kazanılan, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna temel teşkil eden zaferin yıldönümü!
Biraz aklımızı başımıza toplasak da bu toprakların tarihinden ders alsak…
Anadolu üzerinde oynanan oyunları, yaşadığımız ülkenin geçmişinde ödenen bedelleri anımsasak…
Kurtuluş ve Kuruluş dönemlerini küçümsemek yerine ödenen bedellere layık bir tutum ve davranış içinde olsak, farklılıklarımız yerine, ortak yanlarımızı öne çıkarsak, iyi olur diye düşünüyorum.
Elbette benim ne düşündüğüm kimsenin umurunda değil…
Ama olsun, ben kendi vicdanıma karşı sorumluluğumu yerine getireyim de…
Kimsenin umurunda olmazsa olmasın!
***
Türkiye’nin sorunu, hiç kuşkusuz bugünün sorunudur:
Bugünkü ulusal ve uluslararası koşullarda önümüzde duran, hayatımızı, varlığımızı, güvenliğimizi tehdit eden bu sorunun kökleri ise dünde yatmaktadır…
Belki yarınlara da uzanacaktır.
Bu açıdan bugün ile dünü iyi anlamalı, aradaki benzerlikleri ve farkları iyi algılamalıyız.
Önce bir fark, ideoloji farkı:
Dün, yani Birinci Dünya Savaşı ve sonrası, doğrudan doğruya Endüstri Devrimi’nin bir sonucuydu.
Esas ideoloji ulusalcılık, ulusal devletti (ve tabii ulusal devlet ideolojisi içinde, ulusal egemenlik, yani demokrasi ve insan hakları da filizleniyordu).
Bu ideoloji, din-tarım imparatorluklarından ulusal devletlere geçişi simgeliyordu…
İmparatorlukları, Endüstri Devrimi’nin yarattığı yeni toplumsal, ekonomik ve siyasal yapıya uygun olarak parçalıyor, yeni küçük devletler yaratıyordu.
Bugün, yani Soğuk Savaş sonrası Küreselleşme ya da Yeni Dünya Düzeni, Bilişim Devrimi’nin üretmekte olduğu çalkantıların sonucudur…
Henüz toplum yapıları ve siyasal yapılar tam olarak biçimlenmemiştir ama esas ideoloji, en azından şimdilik, Demokrasi ve İnsan Hakları gibi görünüyor.
Ve bir benzerlik, siyasal bölünmeler:
Birinci Dünya Savaşı konjonktürü, din-tarım imparatorluklarını, ulusal (ve elbette ulusalcılığın miras aldığı dinsel-mezhepsel) ölçütler üzerinden parçaladı.
Bugünkü Soğuk Savaş sonrası konjonktür, Birinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan ulusal devletleri, yine aynı ulusal ve dinsel-mezhepsel kimlikler üzerinden parçalıyor ama, bu kez ideoloji, sadece ulusalcılık değil, (sözde de kalsa) Demokrasi ve İnsan Hakları.
Elbette egemen ideolojiler ölmediği, yeni ideolojiler kendilerinden öncekileri de devraldıkları için, Demokrasi ve İnsan Hakları da genellikle, ulusal ve dini-mezhepsel kimliklerle birlikte ele alınıyor…
Mikro düzeyde etnik ve ulusal kimlik ile, yine mikro düzeyde din ve mezhep kimliği üzerinden bir Demokrasi ve İnsan Hakları sorunu, ulusal devletlerin altını oyuyor.
Bu süreç nereye kadar etkili olacak, ne sonuçlar verecek, şimdilik belli değil…
Çünkü çağımızın ideologlarından ve Küreselleşme’nin savunucularından olan Francis Fukuyama, bu oluşumun sakatlığına işaret etti ve ulusal devletlerin korunması gerekliliğini vurguladı bile!
***
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Anadolu topraklarında ne Türklük bilinci ne de Kürtlük bilinci gelişmişti.
Çünkü Osmanlı’nın Endüstri Devrimi’ni kaçırmış olması bu tür ideolojik oluşumları engellemişti…
Türkçülük akımlarının Osmanlı’ya Kırım’dan, Kafkaslar’dan, Balkanlar’dan gelmesi rastlantı değildir; Batı’nın etkisini belirler!
Evet bu topraklarda 1900’lerde, ulusal bilinçler gelişmemişti ama dünyayı yönetenlerin ve Osmanlı’yı mağlup edenlerin kafalarında etnik ve dinsel ayrımlar netti!
Sevr, Anadolu’nun doğusunu Ermenilere, batısını Yunan’a, bugünkü sınırlar dışında kalan güneydeki Mezopotamya bölgesini ise Kürtlere veriyor, Müslüman Türklere de Ankara ve Konya’ya bırakıyordu…
Böylece Türkiye’nin bugünkü sorunu, daha Birinci Dünya Savaşı sonrasında, egemen devletlerin belirlediği konjonktüre uygun olarak Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan, siyaseten tarihe geçirilmiş oldu.
Ve tam o sıralarda Ortadoğu’nun petrol kaynakları keşfediliyordu!
Not: Cumartesi günü Kuşadası D&R’da saat 18’de kitaplarımı imzalayacağım.
Yorum Gönder