Bir süredir Gökçeada’dayım. “Hüzün Adası” diyorum buraya; Bodrum, Alaçatı gibi bir eğlence yazlığı olmamasından değil, hüznün bu türünün yalnızca buraya, buralılara özgü olmasından.
Adaya gelen dostlarım bana “buranın yerlilerini” soruyorlar. Ne diyeceğimi bilemiyorum, çünkü bu adanın yerlisi yok, eskiden varmış, Rumlarmış, fakat onlar uzun yıllar önce çekip gitmişler, gitmek zorunda bırakılmışlar.
Yıl 1964, aylardan aralık. Tam Noel Bayramı günü Kıbrıs’ta EOKA çetecileri bir Türk evini basıp tüm aileyi yok ediyorlar. O alçakça cinayetin gazetelerdeki görüntüleri hâlâ gözlerimin önünde. Devletin bir karşılık vermesi gerekiyor, aklına ilk gelen de Bozcaada’daki ve Gökçeada’daki Rumlar oluyor. O zamanlar bu adanın adı İmroz; Rum nüfus yaklaşık 7.000, bu insanların tümü Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, Türk nüfus ise yaklaşık 200. Türk nüfusun 20 Karadenizli balıkçı ailenin dışında tümü devlet görevlilerinden oluşuyor.
Yıl 1965. Devletimiz ilk adımı atıyor: Adadaki okullarda Rumca yasaklanıyor, bu adanın tüm okullarının kapatılması anlamına geliyor. Çocuklu aileler İstanbul’a, Selanik’e, Atina’ya göç etmeye başlıyorlar.
Adaya alay geliyor, özellikle tepelerde sebze ve meyve yetiştirilen çok geniş topraklar TSK tarafından, adanın ovası ise Devlet Çiftliği tarafından kamulaştırılıyor. Kamulaştırılan topraklarda hayvan ağılları var; hayvanlar dışarıda kalıyor. Satılıp elden çıkarılması gerekiyor. Fakat aynı zamanda koyun ve keçilerin ada dışına çıkarılması yasaklanıyor.
Bu da yetmiyor. Rumların balıkçılık yapmaları yasaklanıyor. Kısacası adanın yerli halkının varlıklarını sürdürebilmeleri için gerekli tüm gelir kaynakları kurutuluyor. Ama hâlâ yurtlarında kalmakta direnen Rumlar var.
Devletin kendi yurttaşlarına çektirdiği zulmün sonu gelmiyor.
Aynı yıl ada, “açık cezaevi”ne dönüştürülüyor. Türkiye’nin çeşitli cezaevlerinden getirilen, adi suçların her türünden ceza almış binlerce hükümlü adaya salıveriliyor. Köylerde korumasız kalmış Rum köylüler şiddetin her türlüsüyle karşılaşıyorlar. Gasp, hırsızlık, tecavüz, cinayet…
Sonuçta devlet amacına ulaşıyor, EOKA katliamının “bahane” olduğu iyice anlaşılıyor, ada Türkleştiriliyor. 7.000 Rum’dan geriye 150-200 kişi kalıyor.
***
Kış nüfusunun 15 kişi olduğu, adanın eski bir Rum köyünde kalıyorum. Evimizin karşısında köyün tek kahvesi olarak kullanılan köy odası var. Bu sabah (dün) kahvede bir hareketlilik, penceremden aşağıya, komşumuz Fani’ye sesleniyorum, ne oluyor, diye soruyorum. Kosta’lar yarın Atina’ya dönüyorlarmış. Kosta köydeki ilkokulu bitirdikten sonra önce Merkez’deki ortaokula, oradan da Heybeliada’daki Ruhban Okulu’na geçmiş. Yükseköğrenimini burslu olarak Almanya’da, Tübingen Üniversitesi’nde yapmış, teoloji ve felsefe okumuş. Yüksek lisans, doktora, akademik kariyer… Şimdi Atina Üniversitesi’nde profesör, aynı zamanda Cenevre Üniversitesi’nde de ders veriyor.
Kosta ile Tübingen’de aynı hocanın, Prof. Ernst Bloch’un derslerine devam etmişiz, okul arkadaşıyız, fakat o benden beş yaş daha genç. Babası Bay Zafiri köyde bir Türk tarafından bıçaklanarak can vermiş. Bağrına taş basıp her yaz doğduğu köye geliyor; yurda bağlılık derin bir duygu, köyünü, adasını, Rum ya da Türk komşularını seviyor. Yine de kimi zaman dalıyor, yüzünü hüzün kaplıyor. Nasıl olmasın? Bir zamanlar cıvıltılı bir yuva olan, 470 nüfuslu köyün beşte dördü bugün virane. Yıkık dökük evler, pencerelerine tahtalar çakılmış. Meyve topladığı ağaçlar yok artık, çocukluğunda koşturduğu bağ, bahçe yolları şimdi “yasak bölge” ; yurdunda yurtsuzlaştırılmanın acısını ancak çekenler bilebilir.
Adada öyle eski Rum köyleri var ki tek Rum yaşamıyor artık. Evleri 1970’li yıllardan sonra gelen Güneydoğulu göçerler tarafından işgal edilmiş. Önce “zilliyet”, sonra “mülkiyet”, derken Rumlar yeni sahiplerinden izin alarak doğup büyüdükleri evlerinin ancak fotoğrafını çekebiliyorlar.
Evet, burası bir “hüzün adası”. Doğal ki hüzün duygusunu unutmamışlar için.
Yorum Gönder