30 Ağustos’ta ‘içerden’ mektuplar - Oktay Ekinci

30 Ağustos’ta ‘içerden’ mektuplar
Zafer Bayramımızı kutlarken, 2 ‘mahpus’ subayımızın mektuplarını paylaşıyorum

Her “Zafer Bayramı”mızda ordumuzun gurur günlerini andığımız için “askeri gösteriler” de öne çıkıyor. Aynı zaferin nedeni ve sonucu ise “ulusal bağımsızlığımız” ve “bağımsız Cumhuriyet”imiz olduğundan, kutlamalar da “ulusal coşku”yla gerçekleşiyor.
Nitekim “30 Ağustos” sadece askerlerin değil, hepimizin bayramı olduğu içindir ki 1923’ten itibaren Denizli, Afyonkarahisar, Kahramanmaraş, Ankara ve İzmir’de, 1935’ten bu yana da tüm yurtta “ulusal bayram” olarak kutlanmaktadır.
“Büyük zafer” günleri
Bağımsızlık Savaşı’mızın 90 yıl önceki günlerini anımsarsak; işgalci Yunan orduları 23 Ağustos-12 Eylül 1921 arasında Sakarya Savaşı’nda gerilemişler... Bu başarıdan ötürü de Mustafa Kemal’e TBMM tarafından “Mareşal” ve “Gazi” unvanları verilmişti.
Gazi ve kurmayları Yunan ordularını Anadolu’dan tümüyle atmak için yaptıkları saldırı planını 1922’de iki kez erteledikten sonra aynı yıl ağustosta uygulamaya karar verdiler. Batı Cephesi’nin kuzey ve güney birlikleri gizlice Kocatepe’ye geçtiler... İstanbul’dan yine gizlice silah ve cephanelik aktarıldı; toplar onarıldı; orduya taarruz eğitimi verildi.
Bu destansı hazırlığın ardından Mustafa Kemal ve kurmaylarının 25 Ağustos gecesi Afyon’a bağlı Şuhut’ta toplandıkları konak, bugün “Atatürk Evi” olarak müze işleviyle korunuyor. Konağı bu amaçla restore eden eski Vali Muzaffer Dilek bir ziyaretimizde demişti ki;
“Büyük Taarruz’un başladığı 26 Ağustos sabaha karşı Şuhut’tan Kocatepe’ye yürüyerek, tüm Anadolu’nun o gururlu ve umutlu uyanışını kuşaktan kuşağa yaşatmak için bu müzeyi düzenledik...”
Nitekim Türk ordusu 26 Ağustos 1922’de düşmana saldırdı. 30 Ağustos’ta Yunan birlikleri kuşatılmıştı.. Savaş, Atatürk’ün komutasında zaferle sonuçlandığından adına “Başkomutanlık Meydan Muharebesi” denildi. Esirler arasında Yunan Başkomutanı Trikopis de vardı.
Ardından Ege kentleri birer-ikişer gün arayla kurtarılırken, 9 Eylül’de İzmir’in alınmasıyla yurdumuz işgalden tümüyle temizlendi..
Şimdi, 1922’deki “kurtuluş” günlerini başlatan efsanevi “muharebe”nin 90’ıncı yılını kutluyoruz... Hem kışlalarındaki, hem de “içerde”ki subaylarımızla birlikte…
İşte o subaylarımızdan ikisi, ordumuzun “alınları secdeye değmemiş” kumandanlarca yönetildiğini ileri süren kimi “dinci”lere karşı kaleme aldığım “Halk, Din ve Asker” başlıklı yazıma (29 Temmuz) “mahpushaneden mektuplar”ıyla katkılarda bulundular.
“Katerina’yı korudum”
Emekli Kurmay Albay Suat Aytın, kendi deyimiyle “Balyoz tutsağı-Silivri-İstanbul”dan yazdığı mektubunda özetle diyor ki:
“Yazınızı okuduktan sonra Silivri zindanından size yazmak, dertleşmek, 22 ayı dolan haksız tutukluluğu haykırarak yazınızdaki iki konu hakkında bilgi vermek isterim.
1999’da Erdek askeri kampında babanızla tanışmış, eşimle beraber annenizi de tanıma şansını bulmuştum. Babanızın şövalye ruhu, vatan ve üniforma aşkı ve 1960’lardaki Erzincan Valiliği dönemindeki anılarını dinlemek benim için çok keyifli olmuştu. Ruhu şad olsun. Bugünleri görse idi acaba ne derdi? Mutlu olacağını tahmin etmiyorum.
90’larda Sarıkamış’ta görev yaptım. Katerina Köşkü kışlamız içinde korumamız altındaydı. Tek çivi çakılmadan, ladin ağacından yapılmış muhteşem bir yapıydı. 2010’da gittiğimde binanın Kültür Bakanlığı’na devredildiğini ama sahipsiz olduğunu gördüm, çok üzüldüm. Kültür mirasımız restore edilerek turizme kazandırılabilirdi.”
Hasdal’dan...
“Hasdal’da Tutuklu Bir Subay” imzalı mektup ise özetle şöyle:
“Kimi ‘dindar’larımızın tutuklu generallerin oruç tutup tutmadığını ‘merak etti’ğini yazmışsınız. Biri bana söylese, ‘Burası laik Türkiye Cumhuriyeti, kimsenin inancı kimseyi ilgilendirmez’ derdim. Askeri ortamlarda da dini inançların sorgulandığını hatırlamıyorum.
Hasdal’da ise birçok tutuklu subay, iftar ve sahurda koğuşlarında (hücrelerinde) yemek yiyor... Son iki bayram namazını da bir imam erin arkasında general, amiral, subay ve yüzden fazla er, tutukevinin açık görüş salonunda kılarken, sözde dindarların bizle ilgili saplantıları karşısında bu görüntünün ‘irony’ olduğunu düşünmüştüm...
Biz askerler Tanrı’ya gösteriş için değil kalpten inanırız. Çünkü Çanakkale’de ‘Allah Allah’ nidalarıyla ölüme gidenlerimiz gibi, bugün de herhangi bir mevzide vatanı savunurken, onun bizim yanımızda olduğunu, belki de şehitlik mertebesine ererek, ona vasıl olacağımızı biliriz.
Veya bir harp gemisinde ‘Bismillah vira’ komutuyla limandan ayrılırken; top atışlarımıza ‘Bismillah salvo ateş’ komutuyla başlarken; onun bizi muvaffak kılacağına, gemi direğinin tepesine itinayla yerleştirdiğimiz Kuranıkerim’in bizi gözeteceğine inanırız.
Ya da yerden on bin fit yüksekte, sesten hızlı uçağımızın kokpitinde ona daha yakın olduğumuzu iliklerimize kadar hissederiz.
Şimdi siz o sözde dindarlara sorun bakalım, ‘onların tuttuğu oruç mu?’...”

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget