Maalesef o kadar çok ki...
Son bir haftada 25 Mehmetimizi son yolculuklarına uğurladık.
Gaziantep'teki bombalı saldırıda ise, aralarında anne sütü kokan bebelerin de bulunduğu 9 masum insanımızı kaybettik.
Askerlik yapanlar bilir. Bir bölük, yaklaşık 25 askerden oluşur. Yani artık bir bölüğümüz yok!
Doğu'daki karakollarda genellikle 25 asker görev yapar. Artık o karakolumuz da yok!
Başbakan'ın çok sevdiği çocuk sayısını hesaba katarsak, 3 çocuklu 11 aileyi de kaybettik!
Yitip gidenlerin ardından ağladık, gözyaşı döktük, bunların son olması için dualar ettik.
Terörü başımıza bela edenleri lanetledik.
Şehit cenazelerinde söylenen yalanlardan, ağlarken gülenlerden, figüranı bile olamadığımız, bu filmi bize tekrar tekrar izletenlerden bıktık, usandık.
Çok üzüldük, çok sıkıldık, çaresizliğin peşinden gidip eski günlerimizi hatırladık, barış ve sevgi ülkesi güzelim Türkiye'ye sığındık.
***
Çocukluğumuzu, insanın ırkını, dilini, dinini önemsemediğimiz, hatta aklımıza dahi getirmediğimiz hesapsız, saf günlerimizi fena halde özledik...
Gazozuna maç yaptığımız, kaybedenle gazozumuzu paylaştığımız karşılıksız dostlukları, iyi niyetimizi...
Eski, neşeli Türk filmlerimizi...
Mesela, “İşte Hayat'' filminin setinde tanıyıp çok sevdiğim Adile Naşit'i...
Onun göbeğini hoplata hoplata gülmesini, gülerken bir yandan gözyaşlarına boğulmasını... “Hadi kuzucuklarım'' diye bizi uykuya göndermesini...
Ve Hulusi Kentmen'i... Pos bıyıklarını burarak kulaklarımızı çekmesini, her koşulda bize doğruyu göstermesini...
Çocukları için, ailesi için herkese diklenen, boyun eğmeyen, “bak beyim sana bir çift lafım var'' diye kafa tutan gariban baba Münir Özkul’u...
Kötülüğün dahi üzerinde öylesine sakil durduğu Ali Şen’i, Nubar Terziyan'ı...
“Efferim oğlum, sağa da pravo'' cümlesini dilimize yerleştiren Vahi Öz’ün “Bediaaaaaa!'' diye bağırmasını...
Kötülerin kötüsü Erol Taş’ın bile iyilik karşısında hep pes etmesini...
Suzan Avcı’nın fettanlığını, Aliye Rona’nın entrikalarını, hükümet gibi kadın dedikleri otoriter Neriman Köksal’ı...
Sevdiği kendisini görsün diye bir anda değişen güzelleşen Türkan Şoray’ı, Filiz Akın’ı, Hülya Koçyiğit’i... Değişse de bir türlü çıtkırıldım olamayan Fato’yu...
Kadınının peşinden ölesiye koşan Ediz Hun’u, Kartal Tibet’i...
Yüreği de bileği de kuvvetli Malkoçoğlu Cüneyt Arkın’ı, zengin, yakışıklı ve her zaman beyefendi Ekrem Bora’yı...
İnce bıyıklı, parlak gözlü, efsane Ayhan Işık'ı, can dostu Sadri Alışık’ı; küçük hanımefendi Belgin Doruk’u...
Genç kızların sevgilisi Tarık Akan’ı... Ona en çok çektiren Gülşen Bubikoğlu’nu...
“Eşşoğlueşşek''i dünyada daha iyi kimsenin söylemeyeceği, belki de en bizden olan Kemal Sunal’ı...
Sadık dostlar, emektarlar Cevat Kurtuluş’u, Erdal Tosun’u, Sami Hazinses’i...
Yaramaz, büyümüş de küçülmüş Ömercik’i, Ayşecik’i, Sezercik’i...
Şaşkınlıklarıyla, bizi her zaman güldüren, köyden gelip de kente bir türlü uyum sağlayamayan Zeki Alasya, Metin Akpınar, Halit Akçatepe’yi...
Ekrana her çıktıklarında kahkaha tufanı kopartan, güldürürken düşündüren sevgili Müjdat Gezen'i, Levent Kırca'yı...
En komik, en züğürt ağa Şener Şen’i...
Ve adını sayamadığım, daha bir sürü oyuncuları, filmleri...
Çocukluğumuzun sonu iyi biten filmlerini fena halde özledik...
Gözyaşlarına kahkahaların eşlik ettiği evleri...
İyinin hep kazandığı, paranın değil mertliğin, sevdanın prim yaptığı...
Haksızlığın er ya da geç ortaya çıktığı...
Kötünün kötü, iyinin de iyi olduğunu başından beri bildiğimiz hikayeleri çok özledik...
***
Okyanus ötesinde korkunç bir senaryo yazdılar.
Hepimizi figüran yaptılar, uzaktan kumandayla istedikleri gibi oynatmaya başladılar.
Sonu kötü biteceği belli olan filmde yakıyorlar, yıkıyorlar, bölüp parçalıyor, acımasızca öldürüyorlar.
Çaresizlere acı çektiriyor, ağlatıyor, gözyaşı döktürüyorlar.
Çocukluğumuzun Türkiyesini, güzel sonlu Yeşilçam filmlerini fena halde özletiyorlar...
Not: Bu yazıma büyük katkısı olan Sayın Türkan Şanverdi Avcı'ya çok teşekkür ederim.
Yorum Gönder