Olağanüstü Dönemler - Kürşat Başar
12 Eylül döneminde üniversite yıllarımdaydım.
Darbenin öncesinde, sendikalar, üniversiteler, barolar, sivil toplum kuruluşları, dernekler, meslek birlikleri, aydınlar ülkenin siyasi haritasında önemli bir yer tutuyordu.
O zamanın medyası, gazeteler, dergiler, kimlikleri gayet açık olarak siyaset yapıyordu.
Şarkıcılar, tiyatrocular, sinemacılar, ressamlar, yazarlar taraflarını açıkça belli ediyor, eserlerinde doğrudan propaganda yapmakla kalmıyor, konuşmalarında da düzeni eleştirmekten çekinmiyorlardı.
Darbe olduktan sonra, sendikacılar, aydınlar, sanatçılar, akademisyenler, sivil toplum örgütlerinin üyeleri hep kovuşturmaya uğradı.
Onları ihbar edip askerlere yağcılık yapmaya çalışan insanlar öne çıktı.
Onlardan boşalan yerleri ötekiler doldurdu.
Bir ülkede muhbirlerin, koltuk kapmak için meslektaşlarını, arkadaşlarını satanların yönetici konumuna gelmesinden ne hayır gelir, artık onu söylemeye gerek yok.
***
Darbeyi yapanlar ve tabii en başlarındaki Kenan Evren, konuşmalarında hep “bir kısım aydınlar” diye başlayarak profesörleri, aydınları, yazarları, çizerleri, gazetecileri yerden yere vurdu. Kendisi gibi düşünmeyen, kendi kurduğu rejime ses çıkarmayan, onu yağlayan ve muhbirlik edenler dışında kim varsa “vatan haini” olarak yaftaladı.
Sayısız insanı, olur olmaz nedenlerle örgüt kurmaktan, devleti yıkmaya çalışmaktan, bölücülükten yargıladı.
Bazıları gerçekten bir suça karışmış, ama birçoğu yalnızca görüşlerini dile getirmiş, inandıklarını savunmuş pek çok insanın hayatı bu davalar yüzünden karardı. İşlerinden oldular. Aileleri dağıldı. Meslek hayatları bitti. Yıllarca hapislerde yattılar. İşkence gördüler. Kaçmak zorunda kaldılar. Sürgünde yaşadılar. Seslerini duyuramadılar. Kendilerini savunamadılar.
Bütün bunların haksızlık olduğunu söylemeye çalışanlar da sindirildi, onlar da aynı yaftayı yemekten ve başlarına aynı şeyin gelmesinden korktular.
En korkunç olanı da herkes, “kendisi gibi olmaktan korkmayı” öğrendi.
***
Suçlananlar, kendilerini savunmaya kalktıklarında, yasaların da istendiği gibi değiştirilebildiğini, mahkemelerin istediği gibi delil uydurabildiğini gördüler.
Bu olağanüstü bir dönemdi. Dikta düzeniydi. Sokakta yürürken bile tipiniz beğenilmeyip bir örgüt üyesi sayılmanız an meselesiydi. Üniversite öğrencisi olmak, sakal bırakmak bile tek başına potansiyel suçlu sayılmanıza yeterdi. Politika konuşmak bile rejime karşı bir harekete girişmek gibi görülüyordu.
Evet, bu olağanüstü bir dönemdi. Dikta rejimi elbette kendisinin meşru olmadığını söyleyebilecek herkesi sindirmek istiyordu.
Zaten, ben demokrasiyi savunuyorum, insan haklarından yanayım, herkese haklarını vereceğim gibi bir iddiası da yoktu. Aksine, gayet açık biçimde kendisinin dağıttığı haklar dışında kimsenin bir hakkı olmadığını da söylüyordu.
Cumhurbaşkanını da, başbakanı da, bakanları da, milletvekillerini de, bürokratları da, rektörleri de yönetim seçiyor. Onların dışında canlarının istemediği kimse ne bilgiye, ne yeteneğe, ne başarıya sahip olursa olsun bir yere gelemiyordu.
Kenan Paşa, bütün ülkeyi geziyor, her gittiği yerde bir kürsü kuruluyor, kürsüye çıkıp önce gazetecilerden ve aydınlardan başlayarak beğenmediği herkese veryansın ediyordu.
***
Bunlar çok uzun yıllar önce olağanüstü bir rejimde yaşanıyordu.
Yaklaşık on yıldır Türkiye bu dönemle hesaplaştığını söylüyor. Hatta dönemin aktörleri hakkında davalar açıyor. Anayasayı değiştiriyor.
Peki, şimdi olup bitenlerle bu yukarıda anlattıklarım arasında bir benzerlik yok mu?
Yorum Gönder