Bir toprağın delice savrulduğu bir kıvrımın, yağan yağmurun, son bir gülüşün yarattığı sabahın, umudun ve umutsuzluğun derin izlerini yansıtıyordu göğe bakan gözler.
Yeryüzünün suskun tortusu Yves Bonnefoy’un dizeleri boşlukta bir şenliği anımsatsa bile nice kaygılarımızı gözlerimizin saflığında eritiyordu.
Zamana yenik düşmüştük belki...
Anlamı kalmayan sözcüklerin bizi dışlayıp başka mevsimlere taşıdığını bilsek, anılarımızda kalan acılarımızı beyaz ve çıplak duvarlara yazsak, biliyorduk kimsenin umurunda olmayacak.
O gece ağlıyorduk derin ve sessiz bir akşamın içinde...
Anlatılan masallar da evrenin gökkuşağına kin ve korku salıyordu...
Yitik canların yattığı mezarlarda kin ve öfke soluyordun.
Açılmıyordu çaldığın kapılar, kimseler duymuyordu sesini.
Anneydin sen, babaydın...
Sevgili, eş, kardeş, yoldaş...
Döve döve öldürmüşlerdi o gencecik insanı...
İşkencecileri tanıdığın halde elinden hiçbir şey gelmiyordu.
***
Toprağın kıvrımında açan yeşil çimenler senin gözlerindi.
Hayat sayfalarında yer almış kelimeler, aşkın yitirilmeyen gücü, dostluk, arkadaşlık, sevgi...
Bonnefoy’u okurken bir kez daha anladın belki.
Belki eğilimlerimizi topladığımız o ateş evi!
İyi bak, çatısının altında parıltısını göreceksin, kıpırtısız, avına tutsak ölümün.
Katillerden hiçbir zaman hesap sorulmayacak...
Onlar hep aramızda dolaşacak, işkenceci üniformalarına yeni yıldızlar konulacak.
Toprak yüzümüzü aydınlatıyor bu gece Bonnefoy’u okurken.
İyi bak, şuracıkta duran ölümün o dayanılmaz çeşmesi...
Nasıl da içiyorlar suyu...
Nasıl öldürüyorlar çocuklarımızı!
Mavi bir akşamın içindeyken yıllar önce yazılmış bir yazı, gökyüzünün gölgesinde 21 yaşındaki Seyhan’ın tekmelenerek yerlerde sürüklenişini anlatıyordu.
Bir de kimsesizler mezarlığında yatan gençleri...
Kırık yıldızların altında kırık acıları toplayan bizdik o yıllar Thiago De Mello’nun şiirini okurken, anımsadınız mı?
***
Saksıda açan bir mor menekşe...
Hüzün!
Gözyaşı!
İnsanca yaşamak!
Ve demiştik ki:
“Bu yasaya göre
yasaklanmıştır özgürlük sözcüğünü kullanmak,
ağzın aldatıcı pisliğinden
ve sözlüklerden kaldırılacaktır.
Bu yasanın yürürlüğe girmesiyle birlikte
diri ve saydam bir şey olacaktır özgürlük...
Ateş gibi, ırmak gibi,
bir buğday tanesi gibi
ve insan yüreğine yerleşecektir.”
Bir ağaç yürüyecektir akşamın yüreğine doğru...
Sessiz...
Alıngan...
Ürkek...
Kaygılı...
Utangaç...
Çocuklar coplanıp, biber gazıyla zehirlenip yerlerde sürüklenirken.
Acıya, ölüme alışkın olan ey sen, halkım, zindanları, işkenceleri, ölümleri unutup gidecektin.
Kocasinan Mezarlığı’nda gördüğüm o kadın!
Sen nerelerdeydin şimdi bilmiyorum...
Ağlıyordun!
Yorgundun, uykusuzdun!
Hâlâ orada mısın, hâlâ yaşıyor musun, bilmiyorum.
***
Bir ağustos yağmurunda sırılsıklam ıslanmışız...
Bir şimşek çakıyor ve gök gürlüyor.
Bir tutam hüzün, bir tutam acı...
Kısık kısık söylüyor şarkımızı şair:
“Artık hiçbir alevin kısıtlayamayacağı kesin varlık; gizli soluğun eşlikçisi; şiirin parçaladığı yerde yeniden doğan ve çoğalan bu kanla dipdiri...”
İmgelerin işlemediği bir derinlikte o çocukları düşüyorum.
Babaları, anaları, kardeşleri, can yoldaşlarını...
Avına tutsak bir ölüm size neyi hatırlatır bir an düşünün.
Toprak bu kez yüzümü aydınlatıyor yağmur yağarken...
Bir toprak kokusu sarıyor odanın içini...
Ağustos öğlesinde üşüyorum!
Yorum Gönder