İmralı ve Silivri... Biri denizin, biri ise çölün ortasında...
İkisi de cezaevi... Devlete göre ikisinde de “terörist”ler yatıyor...
Mahkemelere göre de, buralarda yatanlar ülkeyi bölmeye ya da rejimi
yıkmaya çalışıyorlar... Biri “silahlı terör örgütü” diğeri silahsız!..
Çok ilginç; birinde 30 yıldır devlete savaş açmış teröristler var
diğerinde ise görevleri gereği bu teröristlerle uzun yıllardır savaşanlar...
İkisi de özellikle son aylarda gündemde... İmralı her gün şov
manşetlerinde... Silivri’de ise nedense gerçekler bile özetleniyor!..
İmralı’ya gidenler medya kuşatması altında yürüyor, Silivri’de medya
yalnızca göstermelik duruyor...
İmralı neredeyse kurtuluş yolu gibi
gösteriliyor, Silivri ise esir kampından beter!..
İmralı’dakiler
bugünlerde el üstünde tutuluyor, Silivri’dekilerin ise avukatları bile
dövülüyor!..
İmralı’ya gidenler aranmıyor, Silivri’ye gidenler iç
çamaşırlarına kadar deşifre ediliyor...
İmralı’nın hava, deniz,
faks, telefon, bütün yolları açık... Silivri’nin karayolu bile artık yerlere
monte edilmiş uçsuz bucaksız bariyerlerin istilasında... Çünkü insanlar
cezaevinin duvarına bile yaklaşamıyor... Çünkü cezaevinin çevresindeki tarlalar
bile tutsak edilmiş!..
Kısacası Türkiye’nin gündemindeki iki
cezaevinin çevresinde, son aylarda insanın rüyasında bile görse inanamayacağı,
çelişkilerle dolu manzaralar sergileniyor...
İki cezaevinin
önünde, arkasında, içinde ya da perde gerisinde yaşananları
karşılaştırdığınızda; aslında Türkiye’nin başına nasıl bir çorap örüldüğü de
ortaya çıkıyor!..
İmralı... Silivri... “ikinci cumhuriyet” planının
takas edilmek istenen iki sayfasıdır... Oralara bakınca o ünlü soru da işte en
çarpıcı biçimde dışa vuruyor; İmralı ve Silivri’nin yollarından “Türkiye nereye
gidiyor?..”
Sorosçu çocuk!..
Medya demişken önceki günkü duruşmaları izlemek için gittiğim
Silivri’den gözlemlerimi yazmaya devam edeyim... Şunu gördüm Silivri’de;
bariyerlerin arkasına hapsedilen yurttaşların medyaya olan öfkesi de giderek
artıyor...
Cezaevinin çevresinde canlı yayın araçları dizilmiş,
muhabirler bir köşede bekliyordu... Bariyerleri görüntülemeye çalışan
kameramanlar ise bölgede biriken yurttaşların öfkesinden nasibini aldı...
“Satılmış medya” sloganları, küfür ve sataşmalar Silivri’de yakınları
bulunanların medyaya öfkesini anlatmaya yetiyordu...
Aslında
yurttaşın kızgınlığı emekçi muhabirlere değildi, Silivri’deki çarpıklıkları göz
ardı eden medya yöneticilerineydi. Ancak onlar her zamanki gibi orada
yoktu!..
Ya ihale peşindeydiler, ya iş takibinde... Ya köşe yazısı
sansür etmekle uğraşıyorlardı ya da medya emekçilerini tazminatsız işten atma
planı yapıyorlardı...
Bu medyadan her şey beklenir; baksanıza
Soros’un çocuklarıyla ilgili kitap yazan soytarılar; kızlarını Soros
vakıflarında çalışanlarla evlendirmediler mi?..
Kimi kaz
tüccarları, tutuklanmamak ve polis korumasından mahrum kalmamak için 30 yıl
boyunca küfür ettikleri cemaatlerin sofralarına sığınmadı mı?..
İçişleri Bakanı’na sormak lazım; Güneydoğu’da, kaymakamların
arkasından korumaları çeken AKP iktidarı, devletin polisleri ile tatil
beldelerinde caka satan yazar kılıklılara niçin koruma tahsis eder ki?..
Silivri’deki yurttaşlar medya çalışanlarına kızmasın; Silivri’ye şaşı
bakan işbirlikçileri iyi tanısın!.. Çünkü farkında olmamız gereken asıl tehlike,
hikmeti kendinden menkul o zavallılardır işte!..
Ahmet Hakan’ın empatisi!..
Sosyal medyadaki tepkiler üzerine fark ettim; Hürriyet’ten Ahmet
Hakan “Hanedan kadınlarının başı niçin açık” meselesini irdelediği yazısını
ayrımcı, ötekileştirici ve damgalayıcı bir cümleyle bitirmiş:
“Tıpkı cumhuriyetçi laik teyzeler gibi...”
Peki, 4 yıl
önce çalıştığım gazetede kendisinden “eski dinci yazar” diye söz ettiğim için
galeyana gelen Ahmet Hakan değil miydi?.. Bakınız Hakan, 10 Eylül 2008’de
Hürriyet’te neler yazmıştı:
“Gazetesinde ‘Medya’ köşesi hazırlayan
Mehmet Faraç diye bir arkadaş var... Bu arkadaş, ne zaman benden söz etmeye
kalksa, ‘Hürriyet’teki eski dinci yazar’ demeyi tercih ediyor... Ama
bakıyorum... Aynı arkadaş, mesela Mehmet Altan’dan ‘Star’daki İkinci
Cumhuriyetçi yazar’ diye söz etmiyor... Yani genel bir tanımlama hastalığı söz
konusu değil... O zaman sorayım: Yahu Mehmet Faraç arkadaş! Neden sadece
ben?”
Peki, kendisiyle ilgili hiç de yanlış olmayan saptamalara
kızan Hakan, başkaları hakkında niçin ötekileştirici satırlar yazıyor
acaba?..
Hakan; ya Türkiye’de laikliğe inanmış milyonlarca kadını
aşağılamak gibi “genel bir tanımlama hastalığı”na yakalanmış ya da yaşamı
boyunca empatiden yoksun kalmış!.. Haksız mıyım Hürriyet’teki arkadaş?..
Bakırköy susuyor amaaa!..
Makam kapısı şifreli Bakırköy Belediye Başkanı Ateş Ünal Erzen
sustukça, okurların merakı daha da artıyor. Ve sosyal medyada zırlayan çakma
kontesler ve finoları dışında neredeyse herkes aynı soruyu soruyor; “Sükut
ikrardan mı geliyor?..”
Hakkında “Noter belgeli yolsuzluk kitabı”
da yazılan Bakırköy Belediye Başkanına yeniden soralım:
-
Başkanlığınız döneminde çocukların koştuğu, yaşlıların dinlendiği 12 yeşil alan
nasıl olur da imara açıldı?.. Bu ranttan kimler yararlandı?..
-
Kitle örgütü yöneticisi bir kadın, belediyeniz korumalarınca dövülüp dışarı
atıldı mı?.. Gazeteciler niçin belediye binasına giremiyor?..
-
Haddine düşmüş mü bilmiyorum ama adı, “Kılıçdaroğlu’na rakip olacak” (!) diye
konuşulan eşinizin başında olduğu komik dergi, yerel medyanın reklam pastasını
kesmek için mi çıkartıldı?..
- Sağlık malzemesi satan bir şirketin
ortağını, belediyede sağlık işlerinden sorumlu başkan yardımcısı yapmak da neyin
nesi?..
- Sağlık malzemesi ihalesinde bir firmaya 1 milyon TL’ye
yakın usulsüz ödeme niçin yapıldı?..
Ve asıl soru; Kayseri vali
yardımcısının Erzen ve yardımcısı hakkında mahkeme kayıtlarına düşen çok vahim
ve skandal ifadeleri ne anlama geliyor?..
Aydınlık okurları ve
Bakırköy’deki binlerce CHP’li şimdilik bunların yanıtları bekliyor... Hem de
bıkmadan usanmadan?..
Yorum Gönder