Planın iki sayfası; İmralı, Silivri! - Mehmet Faraç

İmralı ve Silivri... Biri denizin, biri ise çölün ortasında... İkisi de cezaevi... Devlete göre ikisinde de “terörist”ler yatıyor...
Mahkemelere göre de, buralarda yatanlar ülkeyi bölmeye ya da rejimi yıkmaya çalışıyorlar... Biri “silahlı terör örgütü” diğeri silahsız!..
Çok ilginç; birinde 30 yıldır devlete savaş açmış teröristler var diğerinde ise görevleri gereği bu teröristlerle uzun yıllardır savaşanlar...
İkisi de özellikle son aylarda gündemde... İmralı her gün şov manşetlerinde... Silivri’de ise nedense gerçekler bile özetleniyor!..
İmralı’ya gidenler medya kuşatması altında yürüyor, Silivri’de medya yalnızca göstermelik duruyor...
İmralı neredeyse kurtuluş yolu gibi gösteriliyor, Silivri ise esir kampından beter!..
İmralı’dakiler bugünlerde el üstünde tutuluyor, Silivri’dekilerin ise avukatları bile dövülüyor!..
İmralı’ya gidenler aranmıyor, Silivri’ye gidenler iç çamaşırlarına kadar deşifre ediliyor...
İmralı’nın hava, deniz, faks, telefon, bütün yolları açık... Silivri’nin karayolu bile artık yerlere monte edilmiş uçsuz bucaksız bariyerlerin istilasında... Çünkü insanlar cezaevinin duvarına bile yaklaşamıyor... Çünkü cezaevinin çevresindeki tarlalar bile tutsak edilmiş!..
Kısacası Türkiye’nin gündemindeki iki cezaevinin çevresinde, son aylarda insanın rüyasında bile görse inanamayacağı, çelişkilerle dolu manzaralar sergileniyor... 
İki cezaevinin önünde, arkasında, içinde ya da perde gerisinde yaşananları karşılaştırdığınızda; aslında Türkiye’nin başına nasıl bir çorap örüldüğü de ortaya çıkıyor!..
İmralı... Silivri... “ikinci cumhuriyet” planının takas edilmek istenen iki sayfasıdır... Oralara bakınca o ünlü soru da işte en çarpıcı biçimde dışa vuruyor; İmralı ve Silivri’nin yollarından “Türkiye nereye gidiyor?..”
Sorosçu çocuk!..
Medya demişken önceki günkü duruşmaları izlemek için gittiğim Silivri’den gözlemlerimi yazmaya devam edeyim... Şunu gördüm Silivri’de; bariyerlerin arkasına hapsedilen yurttaşların medyaya olan öfkesi de giderek artıyor...
Cezaevinin çevresinde canlı yayın araçları dizilmiş, muhabirler bir köşede bekliyordu... Bariyerleri görüntülemeye çalışan kameramanlar ise bölgede biriken yurttaşların öfkesinden nasibini aldı... “Satılmış medya” sloganları, küfür ve sataşmalar Silivri’de yakınları bulunanların medyaya öfkesini anlatmaya yetiyordu...
Aslında yurttaşın kızgınlığı emekçi muhabirlere değildi, Silivri’deki çarpıklıkları göz ardı eden medya yöneticilerineydi. Ancak onlar her zamanki gibi orada yoktu!..
Ya ihale peşindeydiler, ya iş takibinde... Ya köşe yazısı sansür etmekle uğraşıyorlardı ya da medya emekçilerini tazminatsız işten atma planı yapıyorlardı...
Bu medyadan her şey beklenir; baksanıza Soros’un çocuklarıyla ilgili kitap yazan soytarılar; kızlarını Soros vakıflarında çalışanlarla evlendirmediler mi?..
Kimi kaz tüccarları, tutuklanmamak ve polis korumasından mahrum kalmamak için 30 yıl boyunca küfür ettikleri cemaatlerin sofralarına sığınmadı mı?..
İçişleri Bakanı’na sormak lazım; Güneydoğu’da, kaymakamların arkasından korumaları çeken AKP iktidarı, devletin polisleri ile tatil beldelerinde caka satan yazar kılıklılara niçin koruma tahsis eder ki?..
Silivri’deki yurttaşlar medya çalışanlarına kızmasın; Silivri’ye şaşı bakan işbirlikçileri iyi tanısın!.. Çünkü farkında olmamız gereken asıl tehlike, hikmeti kendinden menkul o zavallılardır  işte!..
Ahmet Hakan’ın empatisi!..
Sosyal medyadaki tepkiler üzerine fark ettim;  Hürriyet’ten Ahmet Hakan “Hanedan kadınlarının başı niçin açık” meselesini irdelediği yazısını ayrımcı, ötekileştirici ve damgalayıcı bir cümleyle bitirmiş:
“Tıpkı cumhuriyetçi laik teyzeler gibi...”
Peki, 4 yıl önce çalıştığım gazetede kendisinden “eski dinci yazar” diye söz ettiğim için galeyana gelen Ahmet Hakan değil miydi?.. Bakınız Hakan, 10 Eylül 2008’de Hürriyet’te neler yazmıştı:
“Gazetesinde ‘Medya’ köşesi hazırlayan Mehmet Faraç diye bir arkadaş var... Bu arkadaş, ne zaman benden söz etmeye kalksa, ‘Hürriyet’teki eski dinci yazar’ demeyi tercih ediyor... Ama bakıyorum...  Aynı arkadaş, mesela Mehmet Altan’dan ‘Star’daki İkinci Cumhuriyetçi yazar’ diye söz etmiyor... Yani genel bir tanımlama hastalığı söz konusu değil...  O zaman sorayım: Yahu Mehmet Faraç arkadaş! Neden sadece ben?”
Peki, kendisiyle ilgili hiç de yanlış olmayan saptamalara kızan Hakan, başkaları hakkında niçin ötekileştirici satırlar yazıyor acaba?..
Hakan; ya Türkiye’de laikliğe inanmış milyonlarca kadını aşağılamak gibi “genel bir tanımlama hastalığı”na yakalanmış ya da yaşamı boyunca empatiden yoksun kalmış!.. Haksız mıyım Hürriyet’teki arkadaş?..
Bakırköy susuyor amaaa!..
Makam kapısı şifreli Bakırköy Belediye Başkanı Ateş Ünal Erzen sustukça, okurların merakı daha da artıyor. Ve sosyal medyada zırlayan çakma kontesler ve finoları dışında neredeyse herkes aynı soruyu soruyor; “Sükut ikrardan mı geliyor?..”
Hakkında “Noter belgeli yolsuzluk kitabı” da yazılan Bakırköy Belediye Başkanına yeniden soralım:
- Başkanlığınız döneminde çocukların koştuğu, yaşlıların dinlendiği 12 yeşil alan nasıl olur da imara açıldı?.. Bu ranttan kimler yararlandı?..
- Kitle örgütü yöneticisi bir kadın, belediyeniz korumalarınca dövülüp dışarı atıldı mı?.. Gazeteciler niçin belediye binasına giremiyor?..
- Haddine düşmüş mü bilmiyorum ama adı, “Kılıçdaroğlu’na rakip olacak” (!) diye konuşulan eşinizin başında olduğu komik dergi, yerel medyanın reklam pastasını kesmek için mi çıkartıldı?..
- Sağlık malzemesi satan bir şirketin ortağını, belediyede sağlık işlerinden sorumlu başkan yardımcısı yapmak da neyin nesi?..
- Sağlık malzemesi ihalesinde bir firmaya 1 milyon TL’ye yakın usulsüz ödeme niçin yapıldı?..
Ve asıl soru; Kayseri vali yardımcısının Erzen ve yardımcısı hakkında mahkeme kayıtlarına düşen çok vahim ve skandal ifadeleri ne anlama geliyor?..
Aydınlık okurları ve Bakırköy’deki binlerce CHP’li şimdilik bunların yanıtları bekliyor... Hem de bıkmadan usanmadan?..

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget