Ekmeğin yoksul yükü! - Mehmet Faraç

Ekmeğin yoksul yükü!
Güneşin yüzünü henüz gösterdiği saatlerde, mangal ateşiyle ısıtılan gecekondunun bir odasındaki telaş yalnızca, az sonra başlayacak korku sürecinin ürünü değildi!..
Bir bıkkınlık da bu telaşı derinleştiriyordu... Bir kadın çuvaldan çıkardığı ceketleri tek tek silkeleyip özenle katlıyor, üst üste koyuyordu...
20 kadar ceket hazırlandıktan sonra en alttakinin kolları ceketlerin üzerinden düğümleniyor ve küçük balya taşınmaya hazır hale geliyordu...
Küçük bir çocuk ise sabahın köründe, buz gibi bir odada ısıyı depoladığı yorganının içinde, annesinin bu telaşını izliyordu...
Gözleri çapaklı bu çocuk, garip bir hüznü yüzünde bir dövme gibi taşıyan bildik biçarelerden biriydi!..
Uzun süre annesini seyretti çocuk... Kahvaltı hazırlamadan ekmeğin kaçağına odaklanan bir annesi vardı!..
Başında beyaz tülbendi; üzerinde Suriye işi entarisi, sırtında el örmesi hırkasıyla cefayı omzunda, yaşamın en ağır yüküne dönüştüren bir ana!..
“Kalk” dedi annesi. “Babay seni bekler...”
O küçük çocuk, yaşamın çelişkiyle dans ettiği o mahallede, evlerinde her sabah aynı manzarayı izleyen onlarca garipten biriydi...
Babaları 10 günde bir Suriye’ye gider, Kızılhaç’ın Avrupa’dan toplayarak Halepli tüccarlara sattığı eski ceket, pantolon, takım elbise ve paltoları satın alır, balyalayarak kaçak yoldan Urfa’ya getirirdi...
Urfa’nın Kötüler Mahallesi kaçakçılığın merkeziydi... Evler yoksuldu ama avludaki mağaralarında, Avrupa’nın çok önemli markalarının etiketlerini taşıyan yüzlerce ceket ve palto olurdu!..

Cızlavet ve ceket!..

Küçük çocuk, kaçak ve ekmek ikilemindeki derin çelişkiyi bilmiyordu!..
Odayı bir türlü ısıtamayan mangaldaki ateşe uzattı minik ellerini... Yorganı sırtına alıp mangalın başında, sabah mahmurluğunu atmak için kor ateşe dalıp gitti bir süre...
Annesi ise yere bir çaput sofra serdi yamalı... Sonra bir başka çaputa sardığı sac ekmeğiyle küçük bir tabaktaki tuzlu peyniri çocuğun yanına bıraktı...
Küçük çocuk, cızlavetinin ökçesine basarak avluya çıktı ve çoğu zaman içinde yılanların yüzdüğü betonarme deponun musluğuna uzattı üşümüş ellerini... Birkaç avuç su çarptı yüzüne, sonra soğuk kovalarken onu, mangalın başına koştu!..
Sofradan bir parça sac ekmeği aldı, tuzlu peyniri yoldaş etti içine...
Hem yedi hem de mangaldaki yoksul ateşin minik dansını izledi bir süre... Yaşam onun için de ailesi içinde, aza kanat eden, küçük şeylerden mutlu olanları anlatan, eski bir filmin küçük fragmanı gibiydi sanki!..
Yokluğa rağmen, her güne umutla kalkan o garip yaşam, her sabah perdeye yansıyan bir filmin ilk heyecanı kadar körpeydi!..
Bol gelen pantolonunu, abisinin geçen yıl giydiği pörsümüş kazağı çekti üzerine... İki çorabı üst üste giydi ve soğuktan bazen helak olan ayaklarını cızlavetin içine sıkıştırdı...
En son giydiği “gavur eskisi” bir kaçak ceketti... Ne tezattı ki etiketinde “YSL” yazan bir sosyete ceketi!..
Ayağında cızlavet, üzerinde Parisli Yves Saint Laurent’in mayınlı sınırdan kaçak geçirilmiş bir ceketi!..

Kaçağın titreyen yüreği!..

Yaşam işte böylesine çelişkilerle doluydu Urfa’nın Kötüler Mahallesi’nde!.. Kara lastiğin tüm köhneliğini, tüm haşmetiyle kapatan ancak kimsenin farkında bile olmadığı bir “YSL” etiketi!..
Annesi az önce hazırladığı ceket balyasını çocuğun iki omzundan aşağıya sarkıttı. Çocuk ise düğümlenmiş kollarından tuttu giysi balyasını ve tahta kapıdan ekmeğin umuduna terk etti kendisini...
Sabahın henüz çok erken saatleriydi... Dışarıda yürek titreten bir soğuk, açıkta akan ve buz tutmuş kanalizasyon atıkları ve kısmetlerine giden eşek hamalları!..
Çocuk evden çıktıktan sonra, Urfa’nın Akarbaşı semtindeki Kaçakçılar Çarşısı’na uzanacak yolculuğun ilk gözlemini yaptı!.. Çevrede bekçi ya da polis var mıydı?..
Evin karşısındaki sokaktan kayalarla kaplı bir caddeye inecek ve daracık sokaklardan geçerek Kötüler Mahallesi’ni ardında bırakacaktı...
Tabi yakalanmazsa!.. Sırtında “gavur eskisi” bir yük, bekçi korkusundan titreyen bir yürekle, sürekli sağına soluna bakınarak ve de az sonra köşeden fırlayacak bir korkuyu gözleyerek, en az 6 kilometrelik yolu panik ve endişeyle katetmeye çalıştı...
Yolu yarılamıştı ki, Urfa Kalesi’nin arkalarından, Kaleboyu’ndan yokuş aşağı inmeye çalışırken iki polis fark etti onu... Bu, kaçak yaşamında, devletin onu ilk kovalamasıydı...
Bilirdi ki sırtındaki 20 ceket akşam eve gelecek ekmeğin teknesiydi ve babası sıkı sıkıya tembihlemişti ona, “Polis görürsen durma kaç!..” diye...

Limon sarısı korkular!..

O günlerde bir kilo çay, bir karton sigara, birkaç eski ceket “kaçak” demekti!.. Ve Kötüler’in nice gençleri bu yüzden cezaevindeydi...
Çocuk, ekmeğin umudunu zayıf bacaklarına emanet etti ve sırtındaki yükü atmadan, kara kesme taşlar üzerinden bir ceylan hızıyla yol aldı!.. Ne arkasından kovalayan “Durrr...” çığlığına ne de korkusuna zılgıt çeken düdük sesine uydu!..
Çarşıya yaklaştığında güvende hissetti kendisini... Nefes nefese kalabalığın arasına attı bedenini ve Bırheni’nin Kahvesi’nin hamallara mekan olan kürsülerinin üzerinden atlayarak, Kaçakçı Pazarı’nın içine daldı...
Babasının kaçak malları depoladığı bir dükkanın içine fırlattı sırtındaki yükünü, sonra da kaçak paltoların arasına gizlenerek sipere yattı!..
İşte o an babasının hançereden çıkan sesiyle kendine geldi: “Memedddd!..”
Babası korkuyu esir alan soğuğa inat, bir bardak sıcak oralet uzattı oğluna...
Doğrusu korkudan sararan benzine çok uydu o sıcak suya bulanmış limon sarısı!..
Ve bilin bakalım, kimdi Kötüler’in o küçük kaçakçısı?..
(16 Temmuz 2011)

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget