Varlık alanına gelmekle, varolmak aynı şey değil.
Varlık alanına gelenlerin birçoğu, varoluş sırrının gerçekleşmesine
malzeme olan ‘şeyler’dir. Varolmaksa, şey olmaktan çıkıp şeylere yön
verme, şekil verme çizgisine ulaşmaktır. Varoluşçu felsefenin
terimlerini kullanırsak; varolmak, iğreti varlıktan gerçek varlık
(authentic existence) mertebesine geçebilmekle mümkün olur. İğreti
varlık, bestenin malzemesi; varolansa besteyi yapandır.
İrade, kudret, faaliyet, yapıp-ediş, kısaca yürüyüştür varolmak… Malzeme varlıksa, yürüyenlerin kullandıkları hammaddelerdir.
İnsan dışındakiler, sadece malzeme varlıklardır. Varolan, yalnız
insandır. Malzeme varlığın bütün şerefi, varolana hizmet etmesindedir.
Kur’an buna teshîr (varlıkların insana boyun eğdirilmesi) diyor. Boyun
eğdirilen varlıklar, varolanın hâkimiyeti için araçlardır. Varolan
varlık, o malzemeyi kullanır ve küllî egonun istediği yönde hedefine
götürür.
Kur’an, varolanın, malzeme varlıklar üstündeki hâkimiyetine giden yolun
ışıklarını yakar, köşe taşlarını koyar ki, yaratıcı mimarlar emin ve
rahat yürüsünler.
Varolmak, ‘özgür ben’ olmaktır. Ben veya benlik olmak, çok ince bir yolu
yürümek sanatıdır. Kur’an buna, sıratı müstakîmi yürümek diyor. Bir
yoldur ki sıratı müstakîm, hem küllî ego tarafından izlenir hem parça
egolar tarafından. (Hûd, 56; Fâtiha, 6)
İnce yolu yürümeye koyulmak bizi bir kozmik titizliğe mecbur bırakır. Bu
yüzden, varolmak, bir kozmik ürperiş getirir benliğe… Bu bir risktir,
en büyük risktir. Malzeme varlıkların, yakınına bile sokulamadığı bir
risktir bu… Varolmanın en çileli, fakat en şerefli yolunu gösteren
Kur’an, bu riske, bu kozmik sancıya dikkat çekerken şöyle konuşuyor:
“Biz, emaneti göklere, yere ve dağlara teklif
ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, ürpererek uzaklaştılar.
İnsansa, çok zalim ve bilgisiz olduğu halde, emaneti yüklendi.” (Ahzâb,
72)
Varolma riskinin en güçlü omuzlayıcıları, peygamberler oldu. En büyük
peygamberin muazzez torunu, aşk ve ıstırap şehidi Hz. Hüseyin’de bu
gerçek, ifadesini şöyle buluyor: “Hayat, inanmak ve mücadele etmektir.”
ISTIRAPSIZ İMAN İMAN DEĞİLDİR
Malzeme varlıkla varolan varlık arası farkı, ıstırabı kucaklayan iman
belirler. Ara varlıklarda iman, bir söz ve iddia olayı olduğundan,
onların imanı, ıstıraba ulaşamaz. Bu yüzdendir ki, Kur’an, ıstırapsız
imandan bir şey beklemez:
“İnsanlar zannederler mi ki, ‘iman ettik’ demeleriyle, hiçbir
imtihana çekilmeden bırakılacaklardır. İşin doğrusu şu ki, biz onlardan
evvelkileri de ıstıraplarla denedik.” (Ankebût, 2-3)
Kur’an’ı anlamak, imanla ıstırabı kucaklaştırmaktır. Varoluş sırrının
Muhammedî zirvelerinden biri olan Muhammed İkbal şöyle demiştir: “İman
adamı, Kur’an’ı okurken Kur’an olabilen adamdır.”
Bugünkü İslam-Doğu, Kur’anî varoluşun hürriyet ve yaratıcılık
boyutlarını yakalamak zorundadır. Bu dünyada insan, henüz kahır ve
ezilmişliğin acısından kurtulup hür yaratıcılığın ufuklarına
yükselebilmiş değildir.
Servet ve refah, ıstırabı azaltırken, hürriyet ve yaratıcılık riskini
göğüslemeyi sağlayan aşk ve imanı kokuşturur, pörsütür. Bu yüzden,
Yaratıcı şuurla paralelliği kurulmayan servet ve refah, insanın varolma
coşkusunu öldürür.
İnsanlık, zamanüstü kitabın, ‘zeval bulmaz saltanat: mülk
lâ yebla’ (Tâha, 120) dediği oluş ve erişe layık hale gelmek için,
“Yalnız lütuf isteriz” demenin hayvansal rahatlığından sıyrılıp, “Kahır
içindeki lütfu isteriz” demenin büyüklüğüne ulaşmak zorundadır.

Yorum Gönder