Sen Ağlama Çocuğum! - Hikmet Çetinkaya

Ne zaman kış gelse, hava soğusa, kar yağsa çıplak ayaklarıyla dolaşan çocuklar gelir aklıma...
Büyük kentlerde, doğuda, batıda, her yerde...
Yaşamın dinginliğini alıp götürür yüreğimden.
Oysa hayat denilen incecik bir çizgi... Umut düşlerimizde saklı.
Bir bilmece gibi...
Bir kıyıya atılmış, üşümüş, korkutulmuş, karanlık mağaralara gizlenmiş, öldürülmüş, şiddete uğramış, işkenceden geçmiş çocuklarımız, insanlarımız var bizim.
Zamanın sığınağında aşkı, sevdayı unutmuş kadınlarımız.
Tutkularımız var!
Bir vardiya yalnızlığı içinde yüreklerimiz...
Bir çiçeğin açışını görmeden, yıldızlarla sabaha dek konuşmadan geçmiş bir ömür.
Tüm bunlara karşın umutlarını yitirmemiş gençlerimiz kendi türküleriyle çoğalırken, baskılardan yılmayan, sindirilmeye direnen, hayatın çizelgesinde dimdik durmayı başaran gençlerimiz.
Üstelik çoğunlukta onlar...
Kimisi ODTÜ’de, kimisi bir başka üniversitede...
Kimi zaman biberlenmişler, dövülmüşler, teröristdiye yaftalanmışlar.
Onlar ki kendilerinden emin, yarınlarımızın güvencesi...
Çağdaşlığa açılan pencerenin önünde duran!
Ülkeleri için canlarını bile vermeye hazır, demokrasiyi ve özgürlükleri yaşam biçimi olarak gören.
***
Toprağın ve yıldızların kokusu, bulutlu bir kentin üzerinden yayılırken odalarımıza, oğuldan telefon bekleyen analarımız.
Bilir misiniz, insan bir çiçektir, çocuklar güvercin, kızlarımız kırılgan.
Ölümcül silahların uğultusunda bölünen düşlerimiz... Kalıntı çağ mazgallarında ölüm tuzakları kuran kurtlarımız.
Onlarla birlikte yaşayıp gidiyoruz işte...
Kan ezilmiş tutkularımız içinde ölümün resmi neden çizilmez, anlatır mısınız?
Sabahın perdesi açılıp başınızı göğe kaldırdığınızda düşünceler ormanındasınız...
Bir sahil kasabasında tek başına kumsalda yürüdüğünüzde bir noktaya kilitlenmiş martıları görürsünüz.
Çığlıkları...
Her ölüm haberi içinizden bir parçayı götürmez mi sizin?
Dipten vuran bir dalga!
Bir haykırış!
Mavi bir günün doğumunu bekleyen ben, sen, siz, hepimiz o çıplak ayaklı, üşümüş, aç, sefil çocuklarımızı, insanlarımızı düşünür müyüz?
Günler, haftalar, aylar ve yıllar geçip gidiyor işte...
Zamanın sesini dinliyoruz birlikte.
Yarı bir gecenin içindeyiz...
Sanki ölüm sınır boylarında, kentlerde, kasabalarda tıpkı aşk gibi, sevda gibi dinamit yığınları arasında saklanıyor...
Dedim ya yüreklerimiz eski vardiya yalnızlığı içinde...
Umutlarımız giderek yok oluyor...
Ama siz inanmayın benim yazdıklarıma, kilitlenmiş bir göğün kapısını açacak çocuklarımız.
Umuda ve özgürlüğe kavuşmak için!
***
2013’ün ilk sabahında uyandığımda o geniş bahçeye, iğde, çam, erik ağaçlarına baktım...
Hava kapalı ve soğuktu.
Urlada o yıldızlı geceleri, Çandarlı üzerinde esen poyrazı...
Yorgo Seferis’in anılarını okumuştum yeni yıla girerken...
Deniz bir başka denize karışırken, kuş cıvıltıları, o ruhları bir olmuş küreklerle, ıskarmozlarla yüzlerimizin görüntüsünü kıran sulardaydık.
Beyaza kesmiş eski evlerin taş duvarlarında, mavi ışıklarla yivlenen gökyüzünü seyrediyorduk.
Sahi kaç yıl olmuştu Onat Kutlar öleli?
Yeşil mavi posta pullarının baskınına uğramış kara orman düşleriyle tümleşen umutlarımız vardı...
İskelede bir masa... Necati Cumalı, Onat Kutlar ve ben...
Gecenin orkestrasında bir flütü aldatan parmaklardan, hilebazların ve iğnedenliklerin parmaklarında İyonya bize gülümsüyordu...
***
Ben o gece, Vitezslav Nezval’ın karamsarlığı içindeydim yine...
Yıllar önce genç yaşımda...
İlkyaz gelmişti ve ben çıplak ayaklı, aç ve sefil çocukları, Munzur’u, Çıldır’ı, işçi ölümlerini, kadına şiddeti düşünüyordum...
Bir başka ruhun derinliklerinde, öfkeli bir kasırgaydım...
Uçurumlarda açan çiçekleri topluyordum...
Hayat için, çocuklarımız için!

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget