Ne zaman kış gelse, hava soğusa, kar yağsa çıplak
ayaklarıyla dolaşan çocuklar gelir aklıma...
Büyük kentlerde, doğuda, batıda, her
yerde...
Yaşamın dinginliğini alıp götürür yüreğimden.
Oysa hayat denilen incecik bir çizgi... Umut
düşlerimizde saklı.
Bir bilmece gibi...
Bir kıyıya atılmış, üşümüş, korkutulmuş,
karanlık mağaralara gizlenmiş, öldürülmüş,
şiddete uğramış, işkenceden geçmiş
çocuklarımız, insanlarımız var bizim.
Zamanın sığınağında aşkı, sevdayı unutmuş
kadınlarımız.
Tutkularımız var!
Bir vardiya yalnızlığı içinde
yüreklerimiz...
Bir çiçeğin açışını görmeden, yıldızlarla sabaha dek
konuşmadan geçmiş bir ömür.
Tüm bunlara karşın umutlarını yitirmemiş gençlerimiz
kendi türküleriyle çoğalırken, baskılardan yılmayan, sindirilmeye
direnen, hayatın çizelgesinde dimdik durmayı başaran gençlerimiz.
Üstelik çoğunlukta onlar...
Kimisi ODTÜ’de, kimisi bir
başka üniversitede...
Kimi zaman biberlenmişler, dövülmüşler,
“terörist” diye yaftalanmışlar.
Onlar ki kendilerinden emin, yarınlarımızın
güvencesi...
Çağdaşlığa açılan pencerenin önünde duran!
Ülkeleri için canlarını bile vermeye hazır, demokrasiyi ve
özgürlükleri yaşam biçimi olarak gören.
***
Toprağın ve yıldızların kokusu, bulutlu bir kentin üzerinden yayılırken
odalarımıza, oğuldan telefon bekleyen
analarımız.
Bilir misiniz, insan bir çiçektir, çocuklar güvercin,
kızlarımız kırılgan.
Ölümcül silahların uğultusunda bölünen düşlerimiz... Kalıntı
çağ mazgallarında ölüm tuzakları kuran
kurtlarımız.
Onlarla birlikte yaşayıp gidiyoruz işte...
Kan ezilmiş tutkularımız içinde ölümün resmi neden çizilmez, anlatır
mısınız?
Sabahın perdesi açılıp başınızı göğe kaldırdığınızda
düşünceler ormanındasınız...
Bir sahil kasabasında tek başına kumsalda
yürüdüğünüzde bir noktaya kilitlenmiş
martıları görürsünüz.
Çığlıkları...
Her ölüm haberi içinizden bir parçayı götürmez mi sizin?
Dipten vuran bir dalga!
Bir haykırış!
Mavi bir günün doğumunu bekleyen ben, sen, siz,
hepimiz o çıplak ayaklı, üşümüş, aç, sefil çocuklarımızı,
insanlarımızı düşünür müyüz?
Günler, haftalar, aylar ve yıllar geçip gidiyor işte...
Zamanın sesini dinliyoruz birlikte.
Yarı bir gecenin içindeyiz...
Sanki ölüm sınır boylarında, kentlerde,
kasabalarda tıpkı aşk gibi, sevda gibi dinamit yığınları
arasında saklanıyor...
Dedim ya yüreklerimiz eski vardiya yalnızlığı
içinde...
Umutlarımız giderek yok oluyor...
Ama siz inanmayın benim yazdıklarıma, kilitlenmiş bir göğün kapısını
açacak çocuklarımız.
Umuda ve özgürlüğe kavuşmak için!
***
2013’ün ilk sabahında uyandığımda o geniş
bahçeye, iğde, çam, erik ağaçlarına baktım...
Hava kapalı ve soğuktu.
Urla’da o yıldızlı geceleri, Çandarlı
üzerinde esen poyrazı...
Yorgo Seferis’in anılarını okumuştum yeni yıla
girerken...
Deniz bir başka denize karışırken, kuş cıvıltıları,
o ruhları bir olmuş küreklerle, ıskarmozlarla yüzlerimizin
görüntüsünü kıran sulardaydık.
Beyaza kesmiş eski evlerin taş duvarlarında, mavi ışıklarla yivlenen
gökyüzünü seyrediyorduk.
Sahi kaç yıl olmuştu Onat Kutlar
öleli?
Yeşil mavi posta pullarının baskınına uğramış kara orman
düşleriyle tümleşen umutlarımız vardı...
İskelede bir masa... Necati Cumalı, Onat Kutlar ve
ben...
Gecenin orkestrasında bir flütü aldatan
parmaklardan, hilebazların ve iğnedenliklerin parmaklarında
İyonya bize gülümsüyordu...
***
Ben o gece, Vitezslav Nezval’ın
karamsarlığı içindeydim yine...
Yıllar önce genç yaşımda...
İlkyaz gelmişti ve ben çıplak ayaklı, aç ve sefil
çocukları, Munzur’u,
Çıldır’ı, işçi ölümlerini, kadına şiddeti
düşünüyordum...
Bir başka ruhun derinliklerinde, öfkeli bir
kasırgaydım...
Uçurumlarda açan çiçekleri topluyordum...
Hayat için, çocuklarımız için!
Yorum Gönder