Örneğin şu, “teröristbaşı ile pazarlık” meselesi...
Başbakan daha iki yıl önce “Bunlarla görüştüğümüzü kanıtlayamayan şerefsizdir” demişti...
Oslo görüşmeleri ortaya çıktı; “Bana ne bana ne... Biz görüşmedik ki, devlet görevlileri görüştü... Bu sayılmaaazz” demeye başladı.
Bundan şunu anlamış olduk:
Siyasetçi görüşürse suç, ama siyasetçinin görevlendirdiği “bürokrat” görüşürse bu “devlet görevi...”
Başbakan ekranlara çıkıyor ve “Biz İmralı’dakiyle asla görüşmeyiz” diyor. Ama hemen ekliyor:
“Devletin görüştüğü doğrudur...”
Hoppala...
İyi de siz “devlet”in “yürütme” organı değil misiniz?
Devlet adına görüşme yapılmasına, o görüşmeye kimlerin gideceğine siz karar vermiyor musunuz?
O hâlde, nasıl oluyor da bu görüşmeyi “siz yapmamış” oluyorsunuz?
Bu sorunun yanıtı da hazır:
“Ben gitmedim ki, ben gitmedim ki...”
“Yeni yılda hediyeleriyle Noel Baba değil, Tayyip Baba geldi...”
Yazar şöyle devam etmiş:
“Oslo görüşmelerinin basına sızması ve Silvan saldırısından sonra, Öcalan’la görüşmeler kesilmişti. O nedenle 1 yılı aşkın bir süredir, Öcalan izole edilmişti. Koster arızası bir türlü giderilemiyor, Öcalan kimseyle görüştürülmüyordu.
Siyasi iradenin kararında değişiklik oldu, koster arızası giderildi.
Başbakan’ın iradesi sonucunda aşıldı bir süreç.
Ancak Öcalan da olumlu katkı yaptı. (...) Açlık grevlerinin kritik bir aşamaya girdiği bir dönemde devreye girdi. Bu hamle ile aslında Öcalan kendisini tekrar denkleme soktu ve muhatap haline getirdi. Devlet de bu jesti karşılıksız bırakmadı. (...) Yeni süreçte Öcalan’la diyalog, açlık grevlerinin devam ettiği Ekim ayında başlıyor. İkinci görüşme Kasım ayında gerçekleşiyor. Her iki görüşme MİT Başkan Yardımcısı seviyesinde yapılıyor.
Sonra 16 Aralık’ta MİT Müsteşarı Hakan Fidan gidiyor (...) Takvime dayalı ve çözüme endeksli bir süreç başladı. (...) Öcalan, sözüne güvenilir bir isim olması ve arkasında siyasi iradenin tam desteği bulunması nedeniyle MİT Müsteşarı Hakan Fidan’la görüşmeyi öneriyordu. Ancak Oslo sürecinde yaşananlar nedeniyle Hakan Fidan çekimserdi. O sorun da aşılmış gözüküyor. (...)”
“Bu Apo denilen adam yakalandı ve silahlı terör örgütünü yönetmekten, ölümlere sebebiyet vermekten, devleti yıkmaya kalkışmaktan suçlu bulundu(...) Ama Avrupa Birliği’nin baskısıyla idamdan yırttı.
On yılı aşkın bir süredir içeriden verdiği talimatlarla, örgütünü yönetmeyi ve yönlendirmeyi kaldığı yerden sürdürdü...
Cumhurbaşkanı’nı, Başbakan’ı, askeri, polisi tehdit etti...
Talimat verdi, yolcu otobüsleri, içindeki yolcularla yakıldı!
Sinyal çaktı, dağdaki teröristler karakol bastı...
Göz kırptı, Meclis’teki adamları yüzlerce kampanya başlattı...
Parmağını şıklattı, Güneydoğu’da binlerce kişi askeri, polisi taş ve molotof yağmuruna tuttu...
Yani çetesini, Kandil’deki eski günlerinden bile daha rahat yönetti.
Yakalandığı tarihten bu yana iki bine aşkın güvenlik görevlimizin şehit olmasına, altı bine yakınının yaralanmasına neden oldu.
Üstelik tüm bunları devletin gözünün önünde yaptı... Bu ülkenin tüm savcılarına soruyorum:
Nasıl oluyor da bu eli kanlı terör şefinin 10 yıldır sürekli olarak yeni suç işlemesine seyirci kalıyorsunuz? (...)
Eğer bu ülke, gerçekten bir hukuk devletiyse...
Apo, son 10 yılda işlediği tüm suçlarla ilgili olarak hâkim önüne çıkarılıp, yargılanır...
Aksi halde kimse, Kandil’e atılan birkaç bombayla şehitlerimizin kanının yerde bırakılmadığına inanmamızı bekleyemez...
Beklerse... Komik olur!”
Sözüm ona demokratikleşmeyi sağlamak adına yasalar ayaklar altına alınıyor; Yüce Divan’lık suçlar işleniyor...
Ey vicdan, ey insaf, ey akıl, ey mantık; neredesin?
Neredeysen bir an önce ortaya çık!
Milli Eğitim Bakanlığı, sivil toplum kuruluşlarının okullara gidip 4+4+4 eğitim sisteminin aksayan yönleri konusunda anket yapmasını yasaklamış...
Peki; okullarda anket yapılması tamamen mi yasaklandı?
Elbette hayır... Örneğin “doktora çalışması” adı altında çocuklara dinlerini, evlerinde namaz kılınıp kılınmadığını sormak serbest!
Helal olsun Milli Eğitim Bakanı’na...
İşte sorunsuz bir sistem böyle yaratılır!
“Sorun var mı?” diye sorulmasını yasaklayacaksın; olacak bitecek...
Soru kendime:
Dindar Başbakan’ı bir Hıristiyan azizi olan Noel Baba’ya benzeten “Tayyip Baba” sözünü, yandaş bir gazetenin yandaş bir yazarı değil de kazayla ben yazmış olsam; acaba başıma neler gelirdi?
Yorum Gönder