Başbakanımız ve çevresinin mevcut siyasi düzenimizdeki “ Kuvvetler Ayrılığı” ilkesinden şikâyet eder tarzdaki konuşmaları bizi siyasal düşünce tarihinin derinliklerine götürdü. İnsanların binlerce yıl süren özgürlük ve eşitlik mücadelesinde bu ilkeye bağlı olanlarla karşıt olanların mücadelesi çok uzun sürmüştür. Bu gün size bu mücadeleden bazı sayfalar sunmak istiyor ve Cumhuriyetimizin temel taşları üzerinde kaydırak oynamak isteyenlerin, doğru yolda ilerlemelerine bir bakıma yardımcı olmak istiyoruz.
Egemenlik olarak adlandırdığımız, devlet yönetimini düzenleyen o büyük Güç”ün tanımını ilk defa ortaya koyan Fransız hukukçusu Jehan Bodindir. 1572’de Fransa’daki ünlü Saint Barthelemy Katliamı’ndan hemen sonra, 1576’da yayınlanan “Devlet Üzerine Altı Kitap (Six Livres de la Republique) adlı eserinde, kralın haklarına temas ederken, Demokrasi’ye çatmadan geçemiyor ve görüşlerini şu sözlerle dile getiriyordu: (1)
“Demokraside egemenlik bir çoğunluğun elindedir. Çoğunluk ise, en iyi durumda bilgisiz, budala ve duygularına kapılan bir güruh olup yıldan yıla değişir.”
J. Bodin böylece insanların eşit olmadıklarını ve Demokraside öbür yönetim biçimlerinde olduğundan daha az özgürlük bulunduğunu belirterek, demokrasi fikrini bir yana atmaktadır. Üyeleri arasındaki kavgalar ve kıskançlıklar sonunda kesinlikle ortadan kalkacağına inandığı Aristokratik Devlet’i de tutmamaktadır. Düzeni yalnızca Monark sağlayabilir ve ondan başka kimse bir birlik duygusu yaratamaz(2).
J. Bodin, monarşi savunmasını Tanrı’ya değil, eşyanın özelliğine dayandırırken, İngiltere’de I. James basılı eserlerinde “Kutsal Hak” kavramını işliyor ve 1598 yılında başladığı kuramcılığında, kralın Tanrı’nın vekili olduğunu ve “Monarşi’nin Tanrı’nınkine en yakın hükümet biçimi” olduğunu ileri sürüyordu(3).
Ünlü Voltaire’in de “Aydınlanmış Monarşi”yi desteklediği bilinmektedir. “Demokrasi ancak çok küçük bir ülke için uygun bir şeydir” demekte, eşitliliğe inanmamakta ve herhangi bir Parlamento biçimine tam bir güven beslememektedir.
“Tek bir insanın tiranlığı ile çoğunluğun tiranlığı arasında farklar vardır... Hangi tiranlığın altında yaşamak isterdiniz? Hiç birinin. Fakat eğer ben seçme olanağı bulsam, tek bir insanın tiranlığını çoğunluğun tiranlığına yeğ tutardım. Bir despotun iyi olduğu anlar vardır, ama bir despotlar topluluğunun hiçbir zaman yoktur(4)”
Bilindiği gibi Montesquieu İngilizlerin sırrının “Kuvvetler Ayrılığı” prensibi olduğuna inanmıştı. Yasama, yürütme ve yargı fonksiyonlarının birbirinden ayrı tutulmasının gerekli olduğuna inanıyordu. Bu nedenle Amerika Birleşik Devletleri Kurucuları tarafından adeta putlaştırılmış gibiydi(5).
Jan Jack Rousseau, insan mutsuzluklarının en fazla birey ile toplum arasındaki sürtüşme ve çatışmalardan kaynaklandığını düşünüyor ve bu mutsuzlukların çoğundan toplumu sorumlu tutuyordu. “Şayet insanlar kötü ise bu kötü terbiye ve ortam onları bozduğu içindir. Felakete yol açan, bozuk toplumsal düzenlemeler, adaletsiz konular, despot idarelerdir. İnsan tabiatı gereği iyidir. Şayet insan, kötü şartlar tarafından bozulmasaydı, tabii iyiliği ile eşitlik ve adalete dayalı özgür bir toplum kurulabilirdi. Rousseau, yaklaşık iki asır önce yayınlanan iki kitabını da bu düşünceden hareketle yazmıştı. “Emile” şu cümleyle başlıyor: “Tanrı herşeyi iyi yarattı, insanların dokunmasıyla her şey kötüleşti.”, “Toplumsal Sözleşme”nin ilk bölümü de şöyle başlıyor: “İnsan hür doğdu, bugün ise her yerde zincire vurulmuş halde...” (6)
Günümüzde “Demokrasi” kelimesi ile ilişkilendirdiğimiz pek çok fikir, Kuzey Amerika, İngiltere, Fransa ve hatta Latin Amerika’da Tom Paine (1737-1809) sayesinde tanınmıştır. Şu sözler onun temel görüşlerini yansıtmaktadır.
“Hükümet bir milletin işlerini idare etmekten başka ne olabilir ki? O, bir kimsenin yahut bir ailenin mülkü değildir, tabiatı gereği olamaz da. Tüm topluma aittir. Her ne kadar güç ve hile ile gasp edilmiş ve babadan oğula geçer hale getirilmiş ise de bu gasp, doğruyu değiştirmez. Hâkimiyet, bir şahsın değil, milletindir; uygun bulmadığı hükümeti kaldırıp onun yerine çıkarına, mizacına ve tabiatına uygununu kurmak, bir milletin en tabii ve elinden alınmaz hakkıdır. İnsanların, insanlığa yakışmayan hayali bir şekilde kral ve tebaası diye ayrılması, saray mensuplarının durumuna uysa da ülke çapında geçerli olamaz ve bu ayrım, hükümetlerin kuruluşunun dayandırıldığı ilke tarafından yok edilmektedir. Her vatandaş iktidarın bir üyesidir ve hiçbir şahsi bağımlılığı, itaati kabul edemez, ancak yasalar karşısında boyun eğer... İktidarın veraset yoluyla elde edilmesi sistemi, insan aklına olduğu kadar insan haklarına da aykırıdır; saçma olduğu kadar adaletsizdir. (7)”
Paine Fransız Beyannamesinin ilk dört maddesini kendi eserlerinde tekrar tekrar yorumlar. Dördüncü madde özgürlükleri tanımlamaktadır:
“Özgürlük, başkalarına zarar vermeyecek olan her şeyi yapma kudretinden ibarettir. Fertlerin doğal haklarının tatbik edilmesinde, diğer insanların aynı hakları özgürce kullanmalarını güven altına almak için gereken sınırlardan başka hiçbir sınır mevcut değildir. Bu sınırlar da ancak kanunlar tarafından belirlenebilir. (8)”
Paine’e göre “Bir haklar beyannamesi, karşılıklı olarak benim hakkım olan her şey, bir başkasının da hakkıdır ve bu haklara sahip olmak kadar, bu hakları garanti etmek benim yükümlülüğümdür... Özgürlüğün sınırları ancak kanunlar tarafından belirlenmelidir. Kanunlar, toplum idaresinin bir ifadesidir. Kişisel olarak veya temsilcileri vasıtasıyla tüm vatandaşların kanunların teşekkülüne katılmaya hakları vardır.”
Siyasi demokrasinin ilke ve esaslarının tümü Fransız “İnsan ve Yurttaşlık Hakları Bildirgesi”nde mevcuttur. Halkın egemenliği, seçilmiş, temsilcilerin yaptığı kanunlar, hakları konusunda bütün insanların eşitliği, başkalarına zarar vermeyecek her şeyi yapma kudreti demek olan ve tüm hakların başında gelen özgür olma 1789 yılında bu belge ile ilan ediliyordu.(9)
Modern demokrasinin fikri temellerinin atıldığı onyedinci yüzyılda bir başka düşünür Thomas Hobbes (1588-1679): “Ekonomik İnsan” kavramını ve buna bağlı olarak “Ferdiyetçiliği” icat etmiştir. Hobbes bu nedenle daha sonra gelen Karl Marks (1818-1883)’ın olduğu gibi J. Bentham’ın da manevi babası sayılır.(10)
Uzun Demokrasi yürüyüşünde, insan hak ve özgürlüklerinin temelini teşkil eden İngiliz Yasaları, Habeas Corpus Kararı (keyfi tutuklama ve haksız hapsedilmeyi önleyerek yurttaşların güvenliğini sağlamak amacıyla 1679 yılında İngiliz Parlamentosu tarafından çıkarılan ve yargıç kararı olmadan kimsenin hapsedilemeyeceğini belirleyen en eski yasa. Bu yasaya göre tutuklu, 24 saat içinde yargıç karşısına çıkarılmasını isteyebilirdi) (11) ve Bill of Rights (Haklar Bildirgesi) 1689’un ayrı bir yeri vardır(12). Bunlarla birlikte 1628 tarihli “Petition of Rights” (Haklar Dilekçesi veya İzni); Parlamento tarafından kabul edilen bir yasa olmadıkça hiç kimsenin tutuklanamayacağını hükme bağlamıştır. 1701 tarihli “Act of Settelement” (Tanzim ya da Düzenleme Yasası) gibi belgelerle başı sıkışan herkes yargıca başvurma hakkına sahip oluyor ve bu tanıma bir özlem olarak kalmayıp günlük yaşamda da uygulanıyordu.(13)
DİPNOTLAR:
(1) T. Feyzioğlu, age. s.3
(2) C.N. Parkinson, age. s.77-78
(3) Voltaire’s Philosophical Dictionary, London-1929
(4) C.N. Parkinson, age. s.82
(5) David Thomson, Siyasi Düşünce Tarihi, s.107 (Political İdeals, Şule Yayınları, İstanbul–1966)
(6) Aynı Eser, s.122-123
(7) Aynı Eser, s.130-131
(8) Encyelopedia Brittannica, Volume-19, s.332
(9) D. Thomson, age. s.136-137
(10) A.D. Landsay, age. s.VIII
(11) Büyük Ansiklopedi, C6, s.2033 (Milliyet Yayınları, İstanbul–1991)
(12) Jacques Mourgeon, İnsan Hakları, s.14 (İletişim Yayınları, İstanbul–1991)
(13) İsmail Metin-Fethullah Eraslan, Türkiye’de Polis ve Kişi Hakları, s.14 (İletişim Yayınları, İstanbul–1992)
Dr. M. Galip Baysan
Yorum Gönder