Bir süredir tartışılan “Diyanet” konusu ilginç boyutlara ulaştı. AKP ile Cemaat arasında ki kavga derinleştikçe “diyanet konusu farklı boyutlara ulaşıyor.”
Cemaat, gazetesi ve yazarları üzerinden şu mesajı veriyor; “Devlet, din tekeli olmamalı, diyanet tasfiye edilmeli ve bu iş halka bırakılmalıdır.” Devlet ise, iktidar erki üzerinden şu mesajı veriyor; “Diyanet’in varlığı korunmalı ve din, devletin temel politik eğilimlerine adaptasyonunu korumalı...”
Tabir-i caiz ise, ‘iki ucu .oklu değnek’
Peki, şimdi ne yapacağız? Din-i İslam’ı; iktidarın topu tüfeğine çeviren, tektipçi bir diyanet ekseninde kalmak mı? Yoksa bu işi cemaate teslim etmek mi?
Şunun altını çizelim ki, “devlet, mevcut karakterini koruduğu sürece, hiçbir kurum ve kuruluş, iktidardan bağımsız bir süreç üretemez.” Çünkü mevcut hiyerarşik karakter, kurum ve kuruluşların, iktidar erkine adaptasyonunu zorunlu kılmaktadır.
Bunun tasfiyesi, mevcut koşullarda cemaati ihya ederken, muhafaza edilmesi de; iktidarı ihya etmektedir. Her iki koşulda da, din-i İslam ılga edilmektedir. Yani olan “dine ve dindara olmaktadır.”
İşte tam da bu duruma “fıkhi olarak” dar’ul harp denir. İslam, doğrudan saldırı altındadır. Dar’ul harp, İslam’ı; iktidar ve cemaatin topu tüfeği olmaktan kurtaracak ideal zemini inşa etmek adına verilecek gayret ve mücadelenin işaretidir.
Devletin mevcut yapısı, karakteri “devrimi”, cemaatin mevcut yapısı ve karakteri “İslam’ı” en doğru zeminde yeniden ele almayı zaruri kılmaktadır.
Din “Allah’ındır.” Dolayısı ile “nass’a aittir.” Nas/toplum; mevcut “kalabalıklar değildir.” Toplum, güdümlenme ihtiyacı olmayan, bundan arınmış; özgür bireylerden oluşur. Cemaat hegemonyası, nass değil, raiye (eşek sürüsü) üretir.
Dolayısı ile, devletin elinden dini alıp, cemaatin eline vermek ile, dinin devletin sopası olarak varlığını sürdürmesi aynıdır.
Allah, ekmek, özgürlük
İşte tam bu noktada; tek panzehir; siyasi zeminde, ekonomi-politik vizyonu belirginleşmiş ve meselesini net biçimde ortaya koymuş olan İslam’ın yeniden “ihyası” gündemimize giriyor. Demek ki, İslam’ı ondan alıp buna vermek yerine, asli sahibine teslim etmek gerekiyor. Bu durum, “devrimci bir dindarlığı zaruri kılıyor.” Devrimci dindarlık, devlet tahakkümüne, cemaat sürüleştirmesine karşı, yığınları “nass/toplum” kılan bir pozitif sinerji üretir. Bunu doğru yere koyduğumuzda, devrimci dindarlık, darül harp koşulları karşısında ortaya çıkması gereken “ideal tipolojiye işaret eder...”
Şu durumda “dini, ontolojik zeminde tartışan eğilimlerin de kendisini gözden geçirmesi” ve “dinin temel niteliklerini, nerede durabileceğini analiz etmesi gerekir.” Şudur ki; İslam, ne devletin tahakkümünü, ne cemaatin ürettiği sürü psikolojisini meşru görmez. Kapitalizme aldırılan abdest ile, mücahitliği; nato üslerinde icra edebileceğini zanneden aklı “lanetler...”
İşte bu iki koşul bir arada iken, “önümüze koyulan iki seçenekten birini seçmeyi yol edinenlerin, yeryüzü cehenneminin ateşini hararetlendiren odunlara dönüştürüldüğü gerçeğinden yola çıkarak”, bu zeminde bir tartışmanın yapılıyor olmasının, dindarlığı “çok daha net ve hızlı bir şekilde” devrimciliğe evriltmesi gerektiği tespit ve hakikatini göz önüne alması gerektiği kanaatindeyim...
Sunulmuş seçenekler ekseninde tartışmak yerine; devletin geldiği noktayı örgütleyen “emperyalizmle ve cemaatin geldiği noktayı örgütleyen kapitalizmle” hesaplaşan, sürüyü; topluma evriltecek ekonomik ve sosyal zemini inşa edecek “devrimci nitelikler kazanılmadığı sürece, İslam’a yapılan bu saldırı asla dinmeyecektir.”
Dinle ey Müslüman! Din elden gidiyor...
Kalk! Ve mücadele et...
Allah, ekmek ve özgürlük!

Yorum Gönder