Ağustos 2012
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

CHP Milletvekili Metin Lütfi Baydar, Gül ile ilgili o ayrıntıya dikkat çekti.

CHP Aydın Milletvekili Prof. Dr. Metin Lütfi Baydar, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamalarına katılmayıp, hastaneye yatırılması ile ilgili yazılı açıklama yaptı.

İşte Baydar'ın yazılı açıklaması...

Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül’ün geçirmiş olduğu bir rahatsızlıktan dolayı Hacettepe Üniversitesine yatırıldığı ve bu nedenden dolayı da 2 ay süresince uçak ile seyahat edemeyeceği; ayrıca “işitme fonksiyonlarına zarar verebilecek aktivitelerden uzak kalmasının” tavsiye edildiği kamuoyu ile paylaşılmıştı.

Sayın Cumhurbaşkanına geçmiş olsun dileklerinde bulunurum. Ancak Sayın Cumhurbaşkanının 28 Ağustos 2007’de seçildiğini ve Cumhurbaşkanlığı süresi ile ilgili yaşanan tartışmalar sonrasında 28 Ağustos 2012’de rapor aldığı noktasına dikkatlerinizi çekmek isterim. Acaba Sayın Cumhurbaşkanının hukukçu danışmanları bir tehlike mi gördüler ki “rapor alarak” herhangi bir devlet belgesine imza atmamasının önüne geçmek istediler. Atılacak olan imza ve imzaların hukuki açıdan bir sakınca yaratacağını mı düşünmekteler?

Anayasa Mahkemesinin Sayın Cumhurbaşkanının görev süresinin 7 yıl olduğu ve ikinci bir beş yıl içinde aday olabileceği yönündeki kararından sonra AKP sözcülerinin “Hem 7 yıl görev yapıp hem de yeniden aday olabilme kararı tutarsızlık içeriyor.” açıklamaları “rapor” alınması konusunda kafalarda soru işaretlerinin oluşmasına yardımcı olmaktadır.

Sayın Cumhurbaşkanına, Anayasa Mahkemesinin almış olduğu karardaki tutarsızlıklar neticesinde, Devlet Başkanı adı altında gerçekleştireceği işlemlerin Hukuken “yok hükmünde” sayılacağı nedeniyle, hastalığı bir takdir-i ilahi değilse, rapor alması konusunda tavsiyelerde bulunulduğunu düşünmekteyim.

Gündemdeki Suriye konusuyla ilgili “fotoğraflı bir mesaj” ile de kamuoyunun yönlendirilerek, hukuken bir sorun olup olmayacağı konusunda zaman kazanılmış olacaktır.

Sayın Abdullah Gül’ün 28 Ağustos 2007 günü başlayan Cumhurbaşkanlığı süresi, her türlü siyasi müdahaleye rağmen, fiilen 28 Ağustos 2012 tarihinde bitmiştir.

CHP Aydın Milletvekili Prof. Dr. Metin Lütfi Baydar

MEB’den 6. sınıf öğrencilerine İHL’de bile olmayan uygulama: Sınıfta zikir!
Ortaokullarda seçmeli olarak okutulacak Kuranıkerim dersinde; 6. sınıf öğrencilerine, imam hatip lisesi (İHL) müfredatında bile olmayan “tarikata bağlı olanlar için Allah’ın adını art arda söyleme” anlamına gelen zikir kavramı öğretilecek. İlahiyatçı Prof. Dr. Şahin Filiz, “Zikrin 10-11 yaşındaki çocuğa kavramsal olarak anlatılması mümkün değil. Mutlaka uygulaması yapılacak. Zikirle birlikte tarikatlar da anlatılacak” değerlendirmesini yaptı.

Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı, 4+4+4 yasasının gündeme gelmesi ile başlayan tartışmaların odak noktasını oluşturan temel öğretim ortaokullarında seçmeli, imam hatip ortaokullarında ise zorunlu olarak okutulacak Kuranıkerim ve Hz. peygamberin yaşamı dersleri için öğretim programlarını hazırladı. Kuranıkerim dersinde “Kuran’ın Kavramlarını Öğreniyorum” başlığı altında 5, 6, 7 ve 8. sınıflarda farklı kavramlar öğretilecek. Buna göre 5. sınıflara “Hamd, Şükür, Rahmet, İhlas”, 6. sınıflara “Dua, Zikir, Tespih, Secde”, 7. sınıflara “Din, İman, Tevhid, İtaat”, 8. sınıflara ise “İslam, Takva, Sabır, Sulh” konuları öğretilecek.

Tarikatlar da anlatılır
6. sınıflara verilecek seçmeli Kuranıkerim dersinde “bir tarikata bağlı olanlar için Allah’ın adını artarda söyleme işi” anlamına gelen zikir kavramının “genel hatları ve anlamları ile ele alınacağı” belirtildi. Yani müfredata göre, zikir kavramı sadece sözel olarak anlatılacak. Ancak 10 ve 11 yaşlarındaki çocuklara zikrin sadece kavramsal olarak öğretilebilmesinin mümkün olmadığı kaydediliyor. Akdeniz Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü öğretim üyesi ilahiyatçı Prof. Dr. Şahin Filiz, Türkiye’de zikir kavramının “Bir tarikatın veya örgütlü bir dinsel kitlenin bağlı bulundukları şeyhi törenlerle anması” anlamına geldiğini belirterek 6. sınıflarda zikrin kavram olarak anlatılmasının mümkün olmadığını söyledi. Filiz, “Çünkü 10 yaşındaki çocuğun zikri kavramsal olarak çözümlemesi mümkün değil. Mutlaka örneği gösterilecek, uygulaması yapılacak. ‘Zikir nedir’ ve ‘Zikir Türkiye’de nasıl yapılır, kimler yapar’ sorularına yanıt aranırken tarikat kavramının da anlatılması gerekir. Öğretmen örneklendirmek zorunda” dedi.

Sinan Tartanoğlu/Cumhuriyet

30 Ağustos Zaferi'ne Sevinmeyen Bir Milletvekili
Bu yıl 30 Ağustos Zafer Bayramı’nın 90.yıldönümüdür. Bu zaferle Türkleri yok olmaya, vatanı işgale neden olan Sevr ve Mondros Mütarekelerinin hükümleri Mehmetçiğin süngüsü ile yırtıp atılmış, Osmanlı’nın küllenen enkazı üzerinde genç TC nin doğmasını sağlamıştır. Yurdun kurtuluşu ve bağımsızlığını sağlayan zaferlerde Gaz. Mustafa Kemal Atatürk’ün tartışmasız etkisi ve katkısı unutulamaz.
Fakat Osmanlı’dan beri dinsel sömürü çarkı bozulanlar, saltanat derdine düşenler Mustafa Kemal Atatürk’e gizli açık düşman olmuşlar, onu 19 Mayıs 1919 dan sonra ölüm fermanları yayınlamışlar, ona suikastler düzenlemişler. Bu düşmanlıklarını daha sonra Menemen olayında, Atatürk’e hazırlanan İzmir suikastinde, Dersim İsyanında aktif eylemle (isyanla) düşmanlıklarını dışavurmuşlar. Öte yandan korkudan 1950 ye kadar sinmişler, el altından Atatürk’e, Laik TC ine gizli gizli kin ve düşmanlıklarını sürdürmüşlerdi.
1950 de çok partili demokrasi yaşamın özgürlüğünden yararlanarak, oy uğruna irticaya ödün veren yöneticilerin, örneğin Menderes’in “siz isterseniz Hilafeti bile getirirsiniz” söylemi ile gericilere ışık yakmışlar. Laiklik, Atatürk karşıtı iktidar tarafından Cumhuriyetin kurumları, kazanımları, Kuvayi Milliye Kahramanları başta İnönü olmak üzere kötülemeye, suçlamaya başladılar. 4+4+4, laikliğe karşı öteki program değişikleri ile dinci devlet yapılanmasına hız vererek “Kemalist rejim” Atatürkçülük kötülenmeye başlandı. Gericiler, Atatürkçülüğün, Kemalizmin laikliğinden korkmaktalar. Oysa laiklik gidince demokrasi ve çağdaşlaşma olamaz.
Günümüze kadar hızla açılan Kuran kursları, İmam hatiplerlele laik cumhuriyete karşı bu yıkıcı propoganda artan oranda devam edegelmiş. 2002 de nihayet iktidara gelen AKP iktidarı, gizli emeli olan dinsel devletin yapılanmasını örgütlemeye başlamış. Sonunda da, “ustalık döneminde” Atatürk, Atatürkçülüğü, laik devleti koruyan ordu, aydınlar, gazeteci ve yazarlar aleyhine tertpler, tuzaklar başlamış, “darbe yapacaklar” bahanesi ile 362 general ve amirali bulunan Türk Silahlı Kuvvetleri’nde 68 general ve amiral tutuklandı…Böylece yaralı bir ordu ile Zafer Bayramı kutlanıyor.
Amaç, laik oruduya gözdağı vermek, korkutmak, sindirmekti. Deniz Kuvvetlerinde ise, muharip 48 amiralin yarısından fazlası tutuklu…Eski Genelkurmay Başkanı, “bir terör örgütünü yönetmek” ten yargılanıyor. Terfilere karar verecek Yüksek Askeri Şura’ya 2 general katılamadı; çünkü hapsedilmişlerdi. Türk Ordusu’nun kazandığı en şerefli zaferi, yıpratılmış ordumuzla kutluyoruz Zafer Bayramını.
Mustafa Kemal Atatürk karşıtları, 30 Ağustos 1922 den önce de, sonraları ve günümüzde de bulunmaktadır. Atatürk ve laiklik karşıtı olma çabaları, dinci devlet yapılanması AKP iktidarında daha da artan bir ivme kazanmıştır. Dost düşman bütün dünyanın, Atatürk, Atatürkçülüğe, laik devlete (artık Araplar da dâhil) hayran kalıp takdir ederken, baştaki AKP iktidarının Atatürkçülük, laik kurumlara karşı kötüleyici propogandası üzüntü ve endişe verici olmaktadır. Oysa, evinin önünde suikaste uğrayıp öldürülen Ahmet Taner Kışlalı’nın söylemi ile “Kemalizm geçmişin bekçiliği değil, geleceğin öncülüğüdür”. Oysa Atatürkçülük, çağdaşlaşma, aydınlanma, uygar insan olma gerçeğidir, bunun uygar olan, uygar olmak isteyen insana ne zararı vardır?
Ama AKP-RTE iktidarı dinsel devlet yapılanması çabasındadır, laikliğe karşıdır. Dincilikle hiçbir devlet kalkınmamış, hiçbir demokrasi gelişmemiştir. Dincilik yarışı ülkeyi bağnazlığa, geriliğe götürür. Dincilik yarışı ile Atatürk’ün arzuladığı “çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkma” asla mümkün değildir. 4+4+4 le, dinci devlet yapılanma çabası ile uzun süreçte ülkemiz çağdaşdünyadan daha da geriye kalacaktır.
Günümüzde ne yazık ki, Atatürk’ün anıtlarına çelenk koyma bile adeta yasaklanmış veya yasaklanmaya çalışılmaktadır. Bu bağlamda şimdi Milliyet’ten Melih Âşık’ın köşesinden aldığımız şu olaya bir göz atalım:
“CHP’nin Kartal, Şile gibi ilçe örgütleri İlçe Kaymakamlıkları’na başvurarak Atatürk anıtlarına çelenk koymak için izin istiyor. Kaymakamlıklar bu talepleri: “Yönetmelik gereği uygun görülmemiştir” yazısıyla reddediyor. Çünkü 5 Mayıs 2012 tarihinde iktidar tarafından çıkarılan yeni “Tören ve kutlamalar yönetmenliği”nce siyasi partilerin milli bayramlarda Atatürk anıtlarına çelenk koyması yasaklandı…
Geçen 19 Mayıs’ta polis çelenk koymak isteyenlere engel olmaya çalışmıştı. CHP Genel Başkan Yardımcısı Adnan Keskin dün yaptığı basın toplantısında dedi ki:
“Halkın Mustafa Kemal Atatürk’e bir demet çiçekle veya çelenkle sevgisini belirtmesinin bile yasaklanıp izne tabi tutulduğu karanlık günlerden geçmekteyiz.
Ancak, Cumhuriyet’i kuran parti olan CHP’nin 30 Ağustos Zafer Bayramı günü Atatürk anıtlarına çelenk ve çiçek koymasına hiçbir güç engel olamayacaktır…”
Evet. Atatürk anıtına çelenk koymak artık yasa dışı eylem haline getirildi…”[i]
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’de iki yıldır 30 Ağustos Zafer Bayramlarına katılmıyor bile, giden yıl terörü bahane edip katılmamıştı.
Engin Ardıç bile köşesinde“Asker Bayramı”adlı yazısında şöyle diyor:
“30 Ağustos, askerin bayramıdır. “Öyleyse asker kutlasın” denildi çok haklı olarak, fakat muhalif basın bozuluyor. Bunun bir asker bayramı olduğunu kabul ediyorlar, fakat “cumhurbaşkanının orada ne işi var” diye de kızıyorlar”. [ii]
Gazetelerden öğrendiğimize göre, bazı yerlerde çelenk konmuş ama saygı duruşu yapılmamış, bu da tepkilere neden olmuştur.
30 AĞUSTOS ZAFERİNE SEVİNMEYEN BİR MİLLETVEKİLİ
Zaferin kazanıldığı Ağustos1922 de TBMM de ilginç bir olay yaşanır. Bu onurlu zaferin 90. Yılında
İlk meclisin milletvekillerinden Mühiddin Baha, Falih Rıfkı Atay’a bir Ankara öyküsünü anlatır.
30 Ağustos Başkomutanlık savaşı kazanılmış, Yunanlılar İzmir’e denize dökülmüş, İzmir kurtulmuş, herkes sevinç içindedir. Mecliste bir aralık, Muhuddin Baha ellerini yıkamaya gitmiş. Lavabolarda asık suratıyla bir milletvekili görmüş. Mustafa Kemal’in muhaliflerinden olan buna birine sormuş:
“-Yahu nedir bu halin? Diye sormuş. Öteki dudaklarını ısırarak:
“-Ne var sanki? Nasıl olsa İzmir’i bize vereceklerdi. Nesini büyütüp durduruyorsunuz? Diye çıkışmış da!
Sonra da:
“-Yunanlılardan kurtulduk. Bakalım Mustafa Kemal’den nasıl kurtulacağız”, demiş.
Evet, muhalifler ve rakipleri sapsarı idiler. O gün, o kin, o hain düşünce içinde sapsarı olanların ve de onların kinini güdenlerin uzantıları, günümüze kadar uzanmıyor mu?” [iii]

“Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yapmak,

bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım zihniyetler belirdi.

Hâlbuki hangi istiklâl vardır ki ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin?

Tarih, böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir!”
Mustafa Kemal ATATÜRK

SONNOTLAR

[i] 30 Ağustos Savaşı Melih Aşık Milliyet 30.8.2012
[ii] Asker Bayramı Engin Ardıç Sabah 30.8.2012
[iii] Çankaya -Falih Rıfkı Atay Yeni Gün Haber Ajansı Basım Yılı: 1999 Sf: 340

Obama'nın beyzbol sopası tespih değildir
Amerikan Başkanı Obama'nın, Başbakan Erdoğan ile yaptığı telefon görüşmesi sırasında, elinde Beyzbol sopası tutması, değişik yorumlara neden oldu.
Avrupa Birliği Bakanı Egemen Bağış'ın, “Türkiye'de tespih neyse, Amerika'da beyzbol sopası odur” şeklindeki değerlendirmesiyse duyanı kahkahalara boğacak türdendi.
Beyzbol sopası uzun süredir gündemde. Ama konu tam anlamıyla açıklığa kavuşmadı. Bu nedenle, bildiklerimi paylaşarak konuya ışık tutmaya çalışacağım.
Beyzbol sopası, özellikle savaş öncesi ve uluslar arası kriz dönemlerinde, alınan kararın, izlenecek politikaların habercisi olarak, kimi ABD Başkanlarının yanındadır. Hemen somut örneklerle söylediklerimin altını doldurayım.
İkinci Dünya Savaşı, Faşist Hitler ordularının, 1 Eylül 1939'da Polonya'ya girmesiyle başlamıştı. ABD, 2 yılı aşkın bir süre savaşın dışında kalmıştı. Hawai'deki Pearl Harbur askeri üssünün, 7 Aralık 1941'de Japon uçakları tarafından bombalandığı haberini alan ABD Başkanı Franklin Roosevelt kurmaylarını toplar.
ABD Ordusunun gözde komutanlarından General Douglas Mac Arthur, anılarında, toplantıdan bahsederken, Başkan'ın elindeki, kırmızı beyaz ve üstünde yıldızlar olan beyzbol sopasına dikkat çekmektedir.
Beyzbol sopasına bakarken, aklına gelen ilk şeyin savaş ilan edileceği olduğunu söyleyen Mac Arthur, Japon saldırısının ayrıntıları dinlerken, Roosevelt'in, “Onursuzluk içinde yaşadığımız bir gün” diyerek, elindeki beyzbol sopasını yere sürttüğünü aktarmaktadır. Nitekim ABD, 8 Aralık'ta Japonya'ya, 11 Aralık'ta da Almanya ve İtalya'ya savaş ilan eder.
25 Haziran 1950'de, Kuzey Kore ordusunun Güney Kore'ye girmesi, yüzlerce Türk askerinin de hayatını kaybettiği Kore Savaşı'nın başlangıcıdır. Bölgedeki gelişmeleri yakından izleyen ABD yönetimi, hazırlıklarını çoktan yaptığından, haber Amerikan Başkanı Harry Truman'a ulaştığında herkes yeni bir savaşın başlayacağını biliyordu. O dönemde, Japonya'daki ABD ordusunun komutanı olan General Douglas Mac Arthur, Kuzey'in Güney'e saldırısından kısa bir süre önce Washington'a gelmiş ve Başkan Truman ile olası savaşı görüşmüştü.
Mac Arthur anılarında, “Truman'ın Kore sorunu nedeniyle gergin olduğu belliydi. Salonun bir köşesinde duran beyzbol sopası'nın yanına gidip dönüyordu. Eli, zaman zaman sopaya uzanıyor, sonra yine dolaşıyordu” diyordu.
Nitekim 27 Haziran 1950'de, ABD'nin girişimiyle Birleşmiş Milletler, Kore'ye müdahaleye karar verdi. Birleşmiş Milletler üyesi ülkelerin katılımıyla, başını ABD ordusunun çektiği Birleşmiş Milletler gücü kuruldu. Komutanlığına da General Mac Arthur getirildi.
Küba lideri Fidel Castro, 17 Nisan 1961'de, ABD'nin düzenlediği Domuzlar Körfezi çıkarmasında, karşı devrimci güçleri yenilgiye uğrattıktan sonra, dönemin süper gücü Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nden, füzelerini ülkesine yerleştirmesini istemişti. 1962 yılının başlarındaysa Sovyet füzeleri Küba'ya yerleştirilmeye başlanmıştı. Füzeleri ateşleyecek parçaları taşıyan gemiler Küba'ya hareket ettiğinde, tarihler 22 Ekim 1962'yi gösteriyordu. Bir gün sonra televizyona çıkan ABD Başkanı John Kennedy, Küba'nın denizden ablukaya alındığını açıklıyor ve ablukayı yarmaya çalışacak gemilerin batırılacağını bildiriyordu. İşte bu konuşmayı yaparken, Kennedy'nin ayaklarının dibinde bir beyzbol sopası vardır.
Kennedy'nin danışmanı, “Beyaz Saray'da 1000 Gün” adlı kitabın yazarı tarihçi Arthur Schlesinge, Başkan'ın konuşmasından sonra beyzbol sopasını unuttuklarını Kennedy'nin anımsaması üzerine, bir görevliden sopayı getirmesini istediklerini anlatmaktadır.
Son örnek, Amerikan emperyalizminin büyük bir tokat yediği Vietnam'dan.
ABD, Vietnam'a müdahale etmek için fırsat kollamaktadır. Başkan Lyndon Johnson, 5 Ağustos 1964'de, Amerikan Kongresi'ne gönderdiği yazıda, Vietnam'a müdahale için yetki ister. Yazı, Beyaz Saray'dan çıkarken Johnson, elinde beyzbol sopasıyla bahçede dolaşmaktadır. Kongre, 10 Ağustos'ta, istediği yetkiyi Johnson'a verir. Kararı öğrendiğinde, Johnson'un elinde beyzbol sopası vardır.
New York Times gazetesinin, gelişmeleri değerlendirdiği haberindeki şu cümle dikkat çekicidir: “Johnson'un beyzbol sopası Vietnam'a yetecek mi?”
Bunca örnekten sonra, Obama'nın elindeki beyzbol sopası hakkındaki yorumu size bırakıyorum.
30 Ağustos resepsiyonlarının iptal edilmesine kızanlara not:
30 Ağustos denilince aklınıza Zafer Bayramı, düşmanın kovulması, bağımsızlık geliyor olabilir. Ama birilerinin aklına ne geliyor acaba?
Hafızalarınızı tazeleyin lütfen.
Mustafa Kemal, 30 Ağustos 1925'de, Kastamonu'da, "Efendiler, iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz" demişti.
Demek ki, bu sözlerden rahatsız olanların da bir 30 Ağustosu varmış.
Devir “Rövanş devri" değil mi? Tadını çıkarıyorlar.

YURT’un iki gündür manşetten duyurduğu Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün zehirlendiğine ilişkin “Gül’ü zehirlediler mi?” ve “5+5 suikastı” haberleri Türkiye’nin gündemine bomba gibi düştü. Gül, Türk Konseyi Zirvesi için geçen hafta Kırgızistan’a gitmiş ve ardından rahatsızlanarak Türkiye’ye getirilmişti. 5 gün Hacettepe Tıp Fakültesi Hastanesi’nde yattıktan sonra Milli Güvenlik Kurulu’na (MGK) katılmak için bir gün izin almış, ardından tekrar tedavisine devam edilmek üzere hastaneye dönmüştü.

“Gül’ü zehirlediler mi?” haberinin ardından ilk açıklamayı Sağlık Bakanı Recep Akdağ yapmıştı. Ardından Çankaya Köşkü’nden bir cümlelik açıklama gelmiş ancak Gül’ün sağlık durumuyla ilgili tek kelime edilmemişti. Son açıklama ise Hacettepe Tıp Fakültesi Hastanesi’nden... Hastane yetkilileri, Gül’ün sağlık durumundan öte, haberin içeriğinde yer alan yanlış tedaviyle ilgili uzman görüşüne değindi.

Köşke yakın kaynakların iddialarına göre Gül, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından AKP’de genel başkanlık koltuğuna oturmaya niyetli. Başbakan Tayyip Erdoğan da Çankaya Köşkü’nü istiyor. Ancak Erdoğan, kendisinden boşalacağı koltuğa “idare” edebileceği bir genel başkan oturtmak istediği için Gül’ün devre dışı kalması gerekiyor. Gül’e yakın kaynaklar bu nedenle suikastın öldürme amaçlı değil, “sağlıksızlaştırmak” ve “iş göremez” raporu için yapıldığını öne sürüyor.

Tüm bu gelişmelerin ardından tek bir açıklama yapmayan yetkililer ise Gül’ün sağlığıyla ilgili son durumu açıklamak ve “5+5 suikastı mı?” sorusuna cevap vermek yerine haberin kimden sızdığının peşine düştü. Ankara’da araştırmalar yapan yetkililer, haberin bakanlıklardan mı yoksa hastane personelinden  mi sızdığının belirlenmesi için teyakkuza geçmiş durumda.

TÜRKİYE BU SORULARIN CEVABINI BEKLİYOR?

YURT’UN dün başka Sağlık Bakanlığı, Çankaya Köşkü ve hastane yetkililerinin cevap vermesi için sorduğu bir dizi soruya hala yanıt gelmedi. Cumhurbaşkanlığı, Sağlık Bakanı ve tedaviyi uygulayan Hacettepe Üniversitesi Rektörü açıklama yapmasına karşılık kamuoyuna sadece şu bilgi verildi: “Sağlık durumu iyiye gidiyor.” Sosyal paylaşım sitelerinde çeşitli yorumlar yaparak kamuoyu durumu anlamaya çalışıyor. Bir gazetecilik başarısıyla kamuoyunu bilgilendirme görevini yerine getiren YURT, resmi makamlara şu soruları tekrar yöneltiyor:

- Cumhurbaşkanı Gül’e konulan teşhis nedir?

- Hangi tedavi yöntemi uygulanmaktadır?

- Konunun uzmanı Profesörler “İki günde iyileşmeliydi” derken neden günlerdir hastanede kalmaktadır?

- Cumhurbaşkanı Gül, Kırgızistan zirvesinden tedavi altına alınana dek neler yaşandı?

YURT

Kulağındaki rahatsızlık nedeniyle Hacettepe Hastanesi’nde tedavi gören Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün bu yıl ilk kez ev sahipliği yapacağı 30 Ağustos resepsiyonunu iptal etmesi, tartışmaları da beraberinde getirdi. Muhalefet, “Anıtkabir ve Atatürk Kültür Merkezi’ndeki programlarda Gül’e vekâlet eden TBMM Başkanı Cemil Çiçek resepsiyonda neden vekâlet etmiyor” sorusunu yöneltti. Gül’ün Başdanışmanı Ahmet Sever, “Sayın Cumhurbaşkanı son dönemdeki terör haberleri nedeniyle resepsiyon fikrine çok sıcak bakmıyordu. Gaziantep’teki cenaze törenine giderken kafasında resepsiyonu iptal etme fikri vardı. Üstüne bir de kulak rahatsızlığı eklenince iptal kararı alındı.” dedi.
Cumhuriyet Gazetesi’nden Fırat Kozok’un haberine göre, Cumhurbaşkanı Gül’ün 30 Ağustos resepsiyonunu iptal etmesi, gündüz Anıtkabir ve Atatürk Kültür Merkezi’ndeki programlar için de TBMM Başkanı Cemil Çiçek’e vekâlet vermesi eleştirilere neden oldu. Cemal Gürsel’den sonra hiçbir Cumhurbaşkanı yurtiçindeyken TBMM Başkanı’na vekâlet vermedi. Böyle bir karar için cumhurbaşkanının rahatsızlığı nedeniyle işlerini yürütemiyor durumda olması gerekiyor. Bunun için TBMM Başkanı Çiçek’e vekâlet verilirken doktor raporları TBMM’ye gönderildi. Cumhurbaşkanlığı’nın, Gül’ün programlarının iptal edildiği duyurusunu geçtiği ana kadar kendisine vekâlet verileceğinden habersiz olan Çiçek’e, vekâlet duyurudan sonra gönderildi.
Ancak bu kez de Çiçek’e neden “sınırlı vekâlet verildiği” tartışmaları başladı. Çünkü TBMM Başkanı bugün sadece Cumhurbaşkanı adına Anıtkabir ve Atatürk Kültür Merkezi’ndeki programlara katılacak. Ancak bu yıl ilk kez Çankaya Köşkü’nde gerçekleştirilecek 30 Ağustos resepsiyonu için bu vekâlet geçerli olmayacak. Bu iki farklı tutum, “Tüm programlara vekâlet eden TBMM Başkanı, Köşk’teki resepsiyona da vekâlet edemez miydi” sorusunu beraberinde getirdi.
Bu soruya “Teknik olarak elbette edebilirdi” yanıtını veren Gül’ün Başdanışmanı Ahmet Sever, şöyle konuştu: “Sayın Cumhurbaşkanı son dönemdeki terör haberleri nedeniyle resepsiyon fikrine çok sıcak bakmıyordu. Gaziantep’teki cenaze törenine giderken kafasında resepsiyonu iptal etme fikri vardı. Üstüne bir de kulak rahatsızlığı eklenince iptal kararı alındı.”
Eski Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreter Yardımcısı Bülent Serim de “Vekâlet her şeyde geçerlidir. 30 Ağustos programında gündüz gerçekleştirilen törenler daha önemlidir. Bu törenleri Sayın TBMM Başkanı düzenleyebiliyorsa, resepsiyonu da pekâlâ düzenleyebilirdi. Bununla ilgili herhangi ayrı bir prosedür de söz konusu olmaz” dedi.
Resepsiyonun iptal edilmesine tepki gösteren CHP Grup Başkanvekili Yalova Milletvekili Muharrem İnce ise “Yaşananlar, 30 Ağustos’un kazanımlarını ortadan kaldırma potansiyeli taşıyor. Ulusal Bayram olarak 30 Ağustos, tarihimizi hatırlamaktan öte Türk milleti var oldukça taşıması gerekli olan değerleri bize kazandıran bir gündür” dedi.

firatkozok.com

Tayinlerinde katı kurallar uygulayan iktidar, kendi vekil ve bakanlarının yakını olan öğretmenleri korudu.
On binlerce öğretmeni ve ailesini ilgilendiren eş durumu ve özür grubu tayinlerini, yaşanan tüm dramlara karşın katı kurallarla sınırlayan Milli Eğitim Bakanlığı (MEB), “48 şanslı öğretmeni” Ankara merkez ve taşra teşkilatında “görevlendirdi”. Görevlendirilenler arasında AKP’li bakanlar ve milletvekili yakınları da bulunuyor. Ömer Dinçer, bakanlık koltuğuna oturduktan sonra görevlendirmelere sıcak bakmadığını belirtmiş ve temmuz ayı başında bakanlıktaki tüm görevlendirmeleri iptal ederek başka okullarda ya da geçici görevle çalışan öğretmenleri okullarına döndürmüştü.

Dinçer, bakanlık koltuğuna oturduktan sonra öğretmenlerin asli kadrolarından başka kadrolara kaydırılmasına yol açan geçici görevlendirmeler konusunda net bir tavır takınmıştı. Bu kapsamda 21 bin 652 öğretmen bulunduğuna işaret eden Dinçer, bunlardan 3 bin 440’ının kadrosunun bulunduğu okul dışındaki okullarda, 4 bin 615’inin norm fazlası olduğundan diğer okullarda, 521’inin norm fazlası olduğundan il ve ilçe milli eğitim müdürlüklerinde, 12 bin 593’ünün çeşitli nedenlerle diğer okullarda, 438’inin bakanlık merkez teşkilatında, 45’inin de başka ildeki okullarda görev yaptığını bildirmişti.

Referans güçlü olunca...

Ancak bakanın bu kararlı tutumu, aradan daha 1 ay geçmişken delindi ve ortaya yine Türkiye’ye özgü bir tablo çıktı. “Yüksek makamlarda tanıdığı olanlar” bu kuralı deldirdi. Milli Eğitim Bakanlığı İnsan Kaynakları Genel Müdürlüğü’nce, Ankara Valiliği’ne gönderilen bir yazıda 48 kişinin Ankara’nın çeşitli okullarında görevlendirildiği bildirildi. Cumhuriyet’in ele geçirdiği 48 kişilik listede yer alan isimlerse dikkat çekici. Bunların arasında Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın yakını Kemal Gül, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın danışmanı, AKP Ankara Milletvekili Yalçın Akdoğan’ın yakını Aslıhan Akdoğan, AKP Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik’in yakını Hatice Çelik, AKP Muş Milletvekili Faruk Işık’ın eşi Meral Işık da yer alıyor. Çok sayıda öğretmenin ailelerinin yanına gelebilmelerinin yolu olan özür grubu tayinlerinde bile sıkı davranan bakanlığın, 48 kişiye “geçici görevlendirme” yapmasının kamuoyunda sert tepki çekeceği ifade ediliyor.

‘Tepkiler büyümeli’

Listeyi değerlendiren Eğitim-Sen Genel Başkanı Ünsal Yıldız, şunları söyledi:

“Bu liste AKP’nin tüm ülkede uyguladığı programın, adaletin MEB’e nasıl yansıdığını ortaya koyuyor. İl emrinin kaldırılması, özür grubu atamaları ve eş durumu tayinlerinde uygulanan katı kurallar nedeniyle öğretmenlerin altüst olan yaşamlarını düzeltmek için adım atılmazken, çıkartılan bu görevlendirmelerle siyasal iktidara yakın kişilerin de aralarında bulunduğu bir grubun korunması sayın bakanın adalet algısını ortaya koymaktadır. Türkiye’de uygulanan programlara, program mağdurlarının yeterli tepkiyi vermemesi, iktidarı daha da cesaretlendirmektedir. Çözüm, daha güçlü tepki vermektir.”

CHP Genel Başkan Yardımcısı Adnan Keskin, 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamalarının iki yıldır iptal edildiğini belirterek, "Gelecek yıl umarız karın ağrısı gerekçe olmaz. Siyasal iktidar bu tür kararları alırken ulaşmak istediği hedefin zeminini hazırlamaya çalışıyor" dedi.

CHP'nin örgütlerden sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Adnan Keskin, Genel Başkan Yardımcısı Haluk Koç, İzmir Milletvekili Güldal Mumcu, Parti Meclisi Üyesi Berrin Dilekçi ve kadın yöneticilerin katılımıyla partisinin İzmir İl Başkanlığı'nda basın toplantısı düzenledi. Toplantıda geçen yıl ve bu yıl 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamalarının çeşitli gerekçelerle iptal edildiğini söyleyen Keskin şunları söyledi:

"Türkiye ilginç siyasi uygulamalarla karşı karşıya. Geçen yıl deprem gerekçe gösterilerek Zafer Bayramı etkinlikleri rafa kaldırıldı. Bu yıl Cumhurbaşkanı'nın kulaklarında ortaya çıkan rahatsızlık nedeniyle kutlanamadı. Gelecek yıl umarız karın ağrısı gerekçe olmaz. Siyasal iktidar bu tür kararları alırken ulaşmak istediği hedefin zeminini hazırlamaya çalışıyor. Bizim Zafer Bayramı'mız gençlerin beyinlerinden düşünce ve duygularından silinmeyecek olumsuzluklar içinde gerçekleştirildi. Savaşta kadınlarımız top mermisi taşımıştır. Yaşadığımız bazı olumsuzlukları gerekçe göstererek sanki çok doğal bir ortamda gerçekleşmiş gibi onların kutlanmasını önlemek yanlış. İktidar kendi ütopyasını kabul ettirme çabası içinde. Her gün sistemden bir tuğla çekerek sistemin ana sütunlarını çökertme çabası içindeler. Simge günlerimizi belleklerden silme de bunlardan biridir. Bu tür yapay gerekçelerle bu tür simge günlerin halk tarafından kutlanmamasını içimize sindiremiyoruz. Bunu, Cumhuriyetin aydınlanma devriminin kurumlarını ve kurallarını silme olarak görüyoruz. CHP örgütü bayramını kutladı. CHP iktidarın siyasi heveslerinin tutsağı olmayacağını gösterdi. Arkadaşlarımızın sergiledikleri bu dirençten mutluluk duyuyorum. Bu direnç benim mücadele aşkımı artırdı."

BARIŞ GÜNÜ EYLEMİ

Toplantıda CHP'nin, 1 Eylül Dünya Barış Günü'nde ülke genelinde kadınların ön planda olacağı bir eylem yapacakları da belirtildi. İzmir'de Alsancak Cumhuriyet Meydanı'nda saat 11.00'de toplanacak olan kadınlar, siyah giyecek, yakalarına kırmızı karanfil takacak, 'Analar ağlamasın' yazılı pankart açacak. Daha sonra kırmızı karanfiller barış dilekleriyle denize atılacak. Sadık Gürbüz'ün bir Azeri türküsü olan `ana öğüdü' çalınıp söylenecek. Türküde, "Silahları yandırın, arşa çıksın tütsüsü. Her obada her bir evde kanat açsın sulh sözü. Yüzü gülsün insanların bayram etsin yeryüzü" deniliyor.

CHP Genel Başkan Yardımcısı Keskin, parti üyesi olan, partiye sempati duyan tüm kadınları bu eyleme katılmaya çağırarak, "Türkiye savaş tehlikesi ve şiddetle yeni bir 1 Eylül'ü yaşayacak. Özellikle kadına yönelik şiddet artmış durumda. Bu nedenle eylemde kadınlar ön planda olacak, onlar şiddete ve savaşa karşı haykıracak" dedi.

KOCAOĞLU'NA ZİYARET

CHP Genel Başkan Yardımcıları Adnan Keskin ve Haluk Koç, CHP İzmir Milletvekili ve TBMM Başkanvekili Güldal Mumcu, CHP İl Başkanı Ali Engin ve İl Başkanvekili Hüseyin Mutlu Akpınar ile birlikte İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu'nu da ziyaret etti. Keskin, siyasal iktidarın kendi düşüncesi karşısında duran kişi ve kuruluşları etkisizleştirdiğini belirterek, "Hukuk uyuklar hale geldi. Adalet siyasal iktidarın talimatlarını yerine getiren bir kurum haline geldi. Bu olumsuz yaklaşımların en yaygın şekilde uygulandığı kent de İzmir. CHP açısından bir ahlak abidesi olan İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı ve mesai arkadaşları için yapılan uygulamalar, açılan davalar siyasal iktidarın bu konudaki dertlerine, amaçlarına ışık tutan yaklaşımlardır. Buradan İzmir halkına seslenmek istiyorum. Altın yere düşmekle pul olmaz" dedi.

Yerel seçimlerde İzmir halkının siyasal iktidara en iyi cevabı vereceğine inandığını belirten Keskin, "Bir takım yasal oyunlarla, yargı yöntemleriyle, tuzaklar kurarak CHP'nin övünç kaynağı olan belediye başkanlarının icraatlarıyla ilgili yapılan olumsuzluklar İzmir halkını etkilemeyecektir. İzmir'deki seçmenlerimiz siyasal iktidarın bu noktadaki etkinliklerini kavrayan, en iyi gören, değerlendiren insanlardır. Düne kadar `gavur İzmir' olarak nitelendirilen İzmir halkını, bilgi kirliliğiyle, yanlış haberlerle tutsak ederek kendi amacına ulaşmak isteyen siyasal iktidara inanıyorum ki yapılacak yerel seçimlerde İzmirliler gerekli dersi verecektir" diye konuştu.

İKİ BAKANA SESLENDİ

İzmir için son derece önemli olan Kentsel Dönüşüm Projesi'nin 18 aydır Bakanlar Kurulu'nda beklediğine değinen Keskin, İzmir milletvekili olan iki bakan Ulaştırma, Haberleşme ve Denizcilik Bakanı Binali Yıldırım, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'a seslendi. Keskin, "Sürekli bir şekilde İzmir ile ilgili yürütülen çalışmaları gölgelemeye çalışan siyasal iktidar `gölge yapmasın başka ihsan istemiyoruz.' İzmir için çok önemli olan kentsel dönüşüm projesi 18 aydır iktidar tarafından izin verilmediği için yaşama geçmiyor. İzmir ile ilgili büyük projelerden; 35 projeden bahseden Sayın Bakanlarımız vakit yitirmeden bugünden itibaren bu kararı Bakanlar Kurulundan çıkartarak yapacakları hizmeti yapsınlar. Belediye başkanımızın hizmetlerinin önüne takoz koymaktan vazgeçsinler"dedi.

YURT

Balyoz davasında son savunmasını yapan eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Özden Örnek, Balyoz davasının bir komplo olduğunu ifade ederek "Bu komployu hazırlayanlar faaliyetlerini tamamen iktidar partisinin ve bir cemaatin yöneticilerinin bilgisi ve teşviki ile yapmışlardır" iddiasında bulundu. Örnek, davada kendilerine komplo hazırlayanları bildiğini belirterek "Bundan sonraki hayatımızda bu kişilerin en perişan hale gelip süründüklerini görmek en büyük arzumuz olacaktır" diye konuştu.
İstanbul’da 1. Ordu Komutanlığı’nda 5-7 Mart 2003 tarihindeki seminer görünümü altında Balyoz Planı yapıldığı iddalarına ilişkin davanın 104. duruşması yapıldı.İstanbul 10 Ağır Ceza Mahkemesi tarafından Silivri Cezaevi yerleşkesi bitişiğindeki duruşma salonunda görülen davanın dünkü oturumuna da avukatlar, tanık ve bilirkişi talepleri kabul edildiği gerekçesiyle girmedi.Başkan Ömer Diken, emekli Oramiral Özden Örnek’e “Çoktardır hastanedeydiniz. Geçmiş olsun, Esas hakkındaki mütalaya karşı savunmanızı aldım okudum” diyerek söz verdi. Özden Örnek, savunmasını bir klasör ve 17 ek klasör halinde sunduğunu, 305 farklı konuyu ele aldığını anlatarak “Bu konuların yüzde 80’den fazlası sahtekarlıkla ile ilgilidir. Bunlar içinde bin 309 adet söylediklerimi kanıtlayacak belgeler bulunmaktadır” dedi.Mahkemeye 1927 adet çelişki, usul hatası ve hukuka aykırılıklara ilişkin bulgu sunduğunu anlatan Örnek “32 adet bilirkişi raporuna ilişkin” değerlendirmelerde bulundu.“Sanık hiçbir şeyi kanıtlamak zorunda değildir” şeklinde bir hukukçu görüşü aktaran Örnek, Savcı Hüseyin Kaplan’ın duruşmadaki “Sanık delilleri çürütmekle görevlidir” sözlerine dikkat çekerek “Sayın savcının salonu dehşete düşüren ifadesi budur. İşte nasıl yargılandığımızın kısa özeti budur. Ne ile karşı karşıya olduğumuzu bütün dünya anlasın” diye konuştu.

TSK hedefte

TBMM’de darbeleri araştırma komisyonu kurulduğunu belirten Örnek “Bu komisyonun araştıracağı darbeler arasında Balyoz yok.. Esasında komisyonun iktidar partisi üyeleri Balyoz’ un ne olduğunu çok iyi biliyorlar. Balyoz komplosunun yegane hedefi TSK’dir” dedi.Balyoz komplosunun hedeflerinin “Geçmiş 80 yılın intikamını almak ve Ülkeyi totaliter bir rejime doğru götürülmesinin yegâne engeli olan TSK’ni aşağılayarak, küçük düşürerek uydurma bahaneler ile suçlayarak tasfiye etmek” olduğunu anlatan Örnek “Bu komployu hazırlayanlar faaliyetlerini tamamen iktidar partisinin ve bir cemaatin yöneticilerinin bilgisi ve teşviki ile yapmışlardır. Maalesef hazırlanan komplonun içinde yargı, emniyet, medya ve TSK’den bazı hain kişiler vardır” değerlendirmesi yaptı. “Kurumları suçlamıyorum, sadece bu kurumlardaki bazı kişileri suçluyorum” diye Örnek şöyle devam etti: “Anlıyorum ki benim suç olarak nitelendirdiğim bu fiiller devletin ilgili kurumları tarafından suç olarak kabul edilmiyor ve hatta bir zamanların rövanşı ve intikamı alındığı için ‘caiz’ dir muamelesi görüyor. 3. yargı reformu için Özel yetkili mahkemeleri ilgilendiren CMK 250’nin bazı maddelerinde yapılacak küçük bir değişikliğin bile İktidar partisi ile cemaat arasında nasıl bir çekişmeye yol açtığını hep beraber gördük. Kavga, iktidar kavgası ve kaynakların paylaşımı kavgasıdır.”

“Yargı intihar etmiştir”

“Yargının, iktidarın boyunduruğu altına nasıl girdiğini açıkladım” diyen Örnek, “Bu ülkenin Başbakanı ‘Özel yetkili mahkemeler devlet içinde devlet haline geldiler’ diye şikayette bulunursa, bu, iktidar partisi ile cemaat arasındaki güç kavgasında yargının konumunu çok net bir şekilde açıklamaktadır. Yani Başbakanın sözlerini yorumlarsak Yargı ya iktidar ya da cemaat yanlısıdır. Kavga ise neden senin çocuklar beni dinlemiyor kavgasıdır.” Örnek “Ne yazıktır ki yaşadığımız olaylardan, duyduklarımız ve gördüklerimizden sonra ülkemizde hukukun üstünlüğüne inanarak ‘Ankara’da yargıçlar var’ diyemiyorum. Bence Yargı intihar etmiştir” diye konuştu.

“Komplo vardır”

Örnek davaya ilişkin “Bu davada eylem yoktur, örgüt yoktur,, hukuken geçerli delil yoktur, adil yargılama yoktur, usul hataları çoktur, iddianamede intihal vardır, komplo vardır, siyaset komplonun aracı olarak kullanılmıştır” tesbitleri yaptı. Örnek şöyle konuştu: “Burada hazır bulunan 364 kişi masum ve davanın fiilinden bihaberdir. Onlar 20 aya varan süredir tutuklu olmakla bir komplonun yarattığı dertlerini anlatamama duygusu altında hayatlarından çalınan günler için isyan duygusu ile doludurlar. Umarım bu eziyet en kısa sürede sona erer. Bizler bu komployu hazırlayanları ve onlara yardımcı olanları tahmin edebiliyoruz. Bundan sonraki hayatımızda bu kişilerin en perişan hale gelip süründüklerini görmek en büyük arzumuz olacaktır. Bunun içinde elimizden gelen hiçbir şeyi esirgemeyeceğiz.364 masum insanın yargılanmasında sona geliyoruz. Böylece tamamen siyasi getiri sağlamak amacıyla kurgulanmış bir oyunun bu safhası da sona erecek. Umarım sonunda bu ülkede hukuk fakültelerinin gereksiz olduğunu kanıtlamayız.”

Balyoz darbe planı yapıldığı iddia edilen 2003 tarihinde Kara Kurvvetleri Kurmay Başkanı olan İlker Başbuğ ve Genelkurmay 2. Başkanı olan Yaşar Büyükanıt’ın tanıklık ifadelerine dikkat çeken Örnek şöyle devam etti:

“2003 yılında Kara Kuvvetleri Komutanı ve Genelkurmay Başkanı’nın haberinin haberi olduğu bir darbe teşebbüsü olsaydı bu iki Orgeneralin kesinlikle haberi olurdu. Ama her ikisi de böyle bir konudan haberleri olmadığını defalarca tekrarlamışlardır.”

Ezan sesi

Tutuklu sanık, Eski 1. Ordu Komutanı Ergun Saygun’un savunması sırasında “Darbe planı yapıldığı iddia edilen seminer ses kasetlerinin Başbakan tarafından Aytaç Yalman’a verildiğini bizzat Yalman’dan öğrendim” dediğini anımsatan Örnek şöyle devam etti: “MİT, Emniyet, Jandarma Genel Komutanlığı, Genelkurmay Başkanlığı, Balyoz davasıyla ilgili kendilerinde basında çıkan bilgilerden başka bir belge veya bilgi olmadığını savcılara resmi olarak bildirmişlerdir. Bu kuruluşlar ‘bizde belge yok’ diyorsa Başbakan’a bu kasetleri bunların dışında birileri yani bir çete, yasadışı bir örgütün vermiş olması lazımdır. Bu kasetlerin yasal yollardan ele geçirildiğine dair bir tek bilgi, bir tek belge yok. Bavullu adam da yok. ‘Bavullu adam’ var diyen kanıtlamak zorundadır.”

Özden Örnek, emekli Orgeneral Yalman’a Başbakan Erdoğan tarafından verildiği iddia edilen seminer ses kayıtlarına ilişkin şu soruları sıraladı: “Acaba şüphelenilen yasadışı örgüt ile Başbakan’ın ilişkisi nedir? Dinleme emrini kendisi mi vermiştir? Neden devletin resmi bir kurumunu yasadışı bir örgüte dinletmiştir? Kasetleri Aytaç Yalman kimden almıştır? Eğer kaset içindekiler suç ise neden bu suçlular hakkında bir işlem yapılmamıştır? Seminer o zamanlar suç değildi de 7 sene sonra mı suç oldu?” Örnek şu konunun altını çizdi: “Mahkemede ses kasetleri dinlenirken sayın başkan her sesin sahibini sordu ama kaset kaydında geçmiş olan ‘ezan’ sesi hakkında bunu kim okuyor diye sormadı. Eğer bu sesler orijinal kayıtsa size haberim var. Kaydın yapıldığı yer ses geçirmezdir. Şimdi bu kayıtlarda ezan sesinin olması nasıl izah edilecek? Acaba Başbakanın verdiği kasetlerden mikrofon kullanarak kayıt yapılırken mi geçti? Yoksa kasetlerin üzerinde oynanırken mi oldu? Seminer üç gün sürdüğüne göre neden başka ezan sesi veya trafik sesi yok? Bu arada Başbakan’ın eline geçen kasetlerden bir kopya muhakkak Başbakanlık’ta kaldığına göre bu kasetler nerededir? Bu kasetler bulunup buraya getirilmeli ve mahkemenin elindekiler ile mukayese edilmelidir. Sahtekarlık böylece daha kolay ortaya çıkar”

Darbe planı olmadı

Örnek şöyle devam etti: “Kasım 2002 -Ağustos 2003 döneminde TSK içerisinde hiyerarşi dışı bir darbeye teşebbüs hareketi olmamıştır. Bu amaca yönelik olduğu iddia makamınca kabul edilen ama hukuki durumları ve geçerliliği davada tartışılmamış olan sayısal dosyalar sahtedir. Bütün Balyoz olayı bir komplo olup darbe ile beslenen, darbe olmasa bile yaratan hatta ortalığı boş bulursa kendisi sivil darbe yapan bir siyasi partinin ve onun yöneticilerinin siyasi getiri sağlamak için düzenledikleri veya düzenlenmesine göz yumdukları bir kurgudur.”

Bilirkişi raporları

Gölcük belgeleriyle ilgili bilirkişi raporunun mahkemeye gelişini “trajikomedi” olarak nitelendiren Örnek, 14 Ocak 2011’de tamamlanan Donanma Askeri Savcılığı’nın 24 Mart 2011’de mahkemeye ulaştırıldığını söyledi. Örnek “Eğer rapor, 11 Şubat 2011 öncesi gelseydi tasarlanan tutuklama gerçekleşemezdi. Soruşturma savcıları kendi lehlerine gördükleri Ahmet Erdoğan’ın raporunu bir veya iki gün içinde 1 Ordu Komutanlığı’ndan aldırmışlardır. Ama iş sanıkların lehine olan bir raporu aldırtmaya gelince kaplumbağa kurye olarak seçilmiştir” diye konuştu.

TÜBİTAK raporları
Örnek “TÜBİTAK çalışanlarının bu davada bilirkişi olarak istihdamı yasaya aykırıdır. TÜBİTAK Bilirkişileri yasal olmayan şekilde seçilmişlerdir” diyen Örnek “İddia makamının Esas Hakkındaki Mütalaa’da esas aldığı bilirkişi raporları, iddianame tamamlanmadan önceki döneme aittir” diye konuştu.Dijital verilere ilişkin iki TÜBİTAK raporunun çarpıtılarak iddianame ve esas hakkındaki mütalaaya aktarıldığını savunan Örnek, eski İstanbul TEM Şube Müdürü Yurt Atayün’ü şu ifadelerle şuçladı: “Çarpıtmayı kim yapmıştır? ‘Belgelerin tamamı 2003 yılı ve öncesine aittir’ ifadesi Yurt Atayün tarafından kullanılmıştır. Tamamen asılsız ve uydurma bir ifadedir. Ama bizim muhatabımız iddianamenin altında imzası olanlardır. Kendini özel yetkili savcı sanan polisler değil.”

Mütalaadaki “Belgelerin oluşturma tarihlerinin üzerlerinde yazan tarihler olduğu” sözlerinin de görevden alınan eski TEM Şube Müdürü Yurt Atayün’ün raporunda yer aldığına dikkat çeken Örnek “İddia makamının en önemli iddiası, herkesin özgürlüğünün kısıtlanmasına neden olan iddiası baştan aşağı yanlış ve gerçek dışıdır. Üstelik iddianın büyük kısmı bilirkişilere değil askere karşı kin dolu olduğunu değerlendirdiğim bir polise aittir” diye konuştu.İddianamelerde ve esas hakkındaki mütalaada sanıklar lehine olan bilirkişi ve uzman raporlarının yok sayıldığını savunan Örnek, “İddia makamının iddiasının aksine suça dayanak olan dosyalar 1. Ordu bilgisayarlarında hazırlanmamıştır. Jandarma Yüzbaşı Hakan Erdoğan’ın sahteciliği tespit eden raporu, nedense savcılıkta kayboluyor ve bugüne kadar da bulunamadı. İşte bu davanın bir nevi dönüm noktası bu olaydır. Hakan Erdoğan’ın raporu, soruşturmada normal işlem görseydi, Balyoz davası açılmazdı, kovuşturmada ise dava düşerdi.”

TÜBİTAK eleştirisi

Örnek şöyle konuştu: “Ergenekon davaları olarak adlandırılan ve bir televizyon dizisini andıran yargılamalar başladığından beri çözemediğim bir konu var. Neden tüm özel yetkili savcılar ve Özel yetkili Mahkemeler ‘adli bilişimci’ bilirkişi olarak daima TÜBİTAK’ı tercih ediyorlar? İl adli yargı adalet komisyonunca yayınlanan bilirkişi listelerinde adli bilişimci yeterinden fazla yer almaktadır. Ben esasında çözemediğim konunun cevabını çok iyi biliyorum ama mahkemede dile getirecek hukuki geçerliği olan kanıt bulamıyorum”

Danıştay ile kıyaslama
Balyoz davasına ilişkin belgeleri savcılığa veren Taraf Gazetesi yazarı Mehmet Baransu’nun ifadelerinin doğru yansıtmadığını öne süren Örnek şöyle konuştu: “MOBESE kamerası 21 Ocak 2010 günü araştırılsaydı Taraf gazetesine giren çıkanlar belli olacaktı. Danıştay cinayetindeki OYAK kamerası arızalı olduğu için kıyamet koparanlar, 19 CD geldikten sonra Taraf gazetesi girişini gösteren kameranın hangi tarihten itibaren ve neden arızalı olduğunu araştırmamışlar ve kamerayı tetkik için TÜBİTAK’a göndermemişlerdir. Danıştay cinayetinde kameraların arıza yapması önemlidir ama Balyoz davasında önemsizdir. Herhalde adil yargılama böyle olsa gerekir.”

Gazeteci Mehmet Baransu ve Askeri Savcılığın bilirkişi raporunu hazırlayan Jandarma Yüzbaşı Hakan Erdoğan’ın tanık olarak çağrılması taleplerinin kabul edilmediğini belirten Örnek “Mahkeme kilit tanıkları çağırmazsa acaba biz tezimizi nasıl kanıtlayacağız. Tanıkların talep edilmesinin maddi gerçeğin ortaya çıkmasından başka bir amaçla istendiğini iddia makamı hariç kimse iddia edemez. Sanki gerçeğin ortaya çıkması ve 364 kişinin masumiyetinin kanıtlanması bazılarına ürküntü ve dehşet veriyor gibi bir hisse kapılıyoruz” dedi. “Bizler burada bulunan emekli ve muvazzaf TSK mensubu subay ve asstsubaylar hiçbirimiz ne bir darbe girişiminde bulunduk ne de böyle bir olaydan bilgimiz vardır” diyen Örnek şöyle konuştu: “Ama şimdi Türk kamuoyunun gözleri önünde kimin darbeye hem de sivil darbeye teşebbüs ettiğini herkes çok daha iyi görüyor. Demokrasiyi ulaşılacak amaç değil bir araç olarak kullanan zihniyet istediklerini elde ettikçe demokrasiyi parça parça rafa kaldırıyor ve kaldırmaya da devam edecektir.” Örnek “Bu arada ülkemizin bölünmesinde çıkarları olan birçok ülke veya ülkeler birliği de onları desteklemektedirler. Aynen Osmanlının çöküşünde olduğu gibi. Ülkemizi yönetenler sadece kimin amacına piyonluk yapacağımıza karar veriyorlar. Umarım bu karanlık tablo en kısa zamanda aydınlığa kavuşur. Zira hukuksuz bir toplumu yönetemezsiniz ve bir gün herkes hukuka gereksinim duyar” diye konuştu.
Hatice Tuncer/Cumhuriyet

Danıştay 8. Dairesi, bir yurttaşın başvurusu üzerine, ilköğretim 5. sınıfta öğrenim gören çocuğunun "din dersinden muaf tutulması" yönünde karar veren Antalya 3. İdare Mahkemesi'nin kararını, mevcut müfredatın din eğitimi değil, din kültürü ve ahlak bilgisi öğretimi niteliği taşıdığı gerekçesiyle esastan bozdu.
Danıştay 8. Dairesi'nin oy birliği ile aldığı karar Antalya Milli Eğitim Müdürlüğü ve Muratpaşa Kaymakamlığı'na ulaştırıldı.

Kararda, ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulması öngörülen din kültürü ve ahlak bilgisi derslerinde Alevi İslam inancı, felsefesi ve kültürü ile ilgili bilgilere de yer verilmesi istemiyle 22 Haziran 2005 tarihinde başvuru yapıldığı hatırlatıldı. Bu başvurunun ardından ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan din kültürü ve ahlak bilgisi ders kitaplarının sosyolojik ve pedagojik yönden incelendiğinin belirtildiği kararda, bilirkişi incelemesinin ardından 2005-2006 eğitim öğretim yılında 4, 5, 6, 7 ve 8. sınıflar için hazırlanan ders kitaplarının Talim ve Terbiye Kurulu'nun kararıyla yürürlükten kaldırıldığı, 2007-2008 eğitim öğretim yılında da yeni programın yürürlüğe girdiği öne sürüldü.
Danıştay 8. Dairesi kararında, derste okutulan kitaplarda yer alan İslam ile ilgili bilgilerde de Kuran ve Hz. Muhammed merkezli birleştirici bir yol izlendiği, hiçbir mezhep veya oluşuma atıfta bulunulmadığı iddia edildi.

Kararda, şu ifadelere yer verildi:
“Sözkonusu karar sonucunda din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin yeni müfredatı ile din dersi niteliği taşımadığı, içerik olarak din kültürü ve ahlak bilgisi öğretimi olarak kabul edilmesi gerektiği açık olup, davacı tarafından müfredat değişikliğinden sonra 18 Kasım 2008 tarihinde başvuruda bulunulduğu tartışmasızdır. Anayasa'nın 24. maddesine göre din kültürü ve ahlak öğretiminin ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında olduğu kuşkusuzdur. Bu öğretimin Anayasa'nın öngördüğü amaca uygun bir müfredatla verilmesi gerektiği, içeriğinin nesnel ve çoğulcu olması, kişinin dininin bir ayrım ve eşitsizlik unsuru olarak kullanılmaması ve devletin dinler karşısında tarafsız kalarak bütün dinsel inançları eşdeğer görmesi gerekmektedir. Öğretimde uygulanan müfredatın belirli bir din anlayışını esas alması durumunda bunun din kültürü ve ahlak bilgisi dersi olarak kabul edilemeyeceği ve din eğitimi halini alacağı açıktır. Nitekim müfredatta yapılan değişiklik sonucunda ülkemizde çoğulculuk anlayışı içinde nesnel ve rasyonel bir şekilde din kültürü ve ahlak bilgisi öğretiminin verildiği sonucuna ulaşılmıştır.

Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere, davacının başvuruda bulunduğu 18 Kasım 2008 tarihinde uygulanan müfredatla din eğitimi yapılmayıp, Anayasa'nın 24. maddesine uygun olarak din kültürü ve ahlak bilgisi öğretimi yapılmakta olup, anılan madde uyarınca da bir eğitim zorunludur.”

Danıştay 8. Dairesi, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu'nun 12. maddesinde hiçbir ayrım yapılmadan tüm yurttaşlar için din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin zorunlu tutulması karşısında davacının çocuğunun bu dersten muaf tutulması isteminin reddinde mevzuata aykırılık görülmediği yönünde karar aldı.

Davacı avukat: “Aile ateist bir aile”

2008 yılında müvekkilleri adına Muratpaşa Kaymakamlığı'nı mahkemeye veren avukat Nusret Gürgöz, kararın hukuka aykırı olduğu düşüncesiyle süresinde karar düzeltme talebinde bulunduklarını bildirdi. Gürgöz, karar düzeltme talebinin geri çevrilmesi durumunda konuyu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi(AİHM)'ne taşıyacaklarını kaydetti.

Gürgöz, Danıştay 8. Dairesi'nin, Hasan ve Eylem Zengin'in 9 Ekim 2007 tarihinde AİHM'ye yaptığı başvurudan sonra müfredatta düzenleme yapıldığı için daha önce onadığı kararları bozmaya başladığını da anımsatarak, şunları kaydetti:
“Danıştay 8. Dairesi, bunun eğitim değil bir öğretim olduğu ve hiçbir inanca pozitif ayrımcılık yapılmadığı gerekçesiyle mahkeme kararını bozdu. Biz bu kararın aksine, Avrupa İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunması Sözleşmesi'nin 9. maddesinde belirtildiği üzere hiçbir dini inancın kendi iradelerinin dışında öğretilemeyeceğini düşünüyoruz. Burada tartışılması gereken bir şey daha var: Dava dilekçemizde ailenin Alevi olduğuna dair hiçbir ibare yok. Biz felsefi inançlarına aykırı olduğu için dava açtık. Aile ateist (tanrı tanımaz) bir aile, dinsel tüm inançları reddediyor. Aile Alevi olsa dahi bu yapılan öğretim değil, eğitimdir. Dini inanç eğitilir, öğretilmez.”
Gürgöz, AİHM'nin ilgili maddesinin, Sünniler, Aleviler, Yehova Şahitleri, Budistler yanı sıra hiç bir dine inanmayanları da kapsadığını ve insanların inanma özgürlüğü kadar inanmama özgürlüğü olduğunu vurguladı.

Gürgöz, “Sünni bir aile bile 'Ben çocuğuma din eğitimi verilmesini istemiyorum' derse onun tercihine saygı duyulmalıdır. Özetle devlet, hiç kimseye dini zorla öğretemez ve eğitim de veremez” dedi.

Türkiye'nin yeni kulağı: SİB
Yasadışı telefon ve ortam dinlemeleri Türkiye’nin gündeminden hiç düşmez. Bakanlar da, Danıştay Başkanı da telefonlarının dinlendiğini söylüyor, arkasından da “dinlerlerse dinlesinler” açıklamasını yapıyorlar. Bazı milletvekilleri telefonlarının yasadışı dinlendiğini sıkça gündeme getiriyor da “yok böyle bir şey” diyen yetkili çıkmıyor. Çünkü, “yok böyle bir şey” diyecek olan da telefonlarının dinlendiği kuşkusunu taşıyor.

Bölücü terör örgütünün Gaziantep’te 10 kişinin ölümüyle sonuçlanan eyleminden birkaç gün önce Gaziantep Emniyet İstihbarat Şube Müdürü Ümit Önal’ın görevden alındığını öğrendik. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da, konuyu daha ileriye götürdü, “Gaziantep Emniyet İstihbarat Şube Müdürü ile MİT Bölge Başkanı böyle kritik bir dönemde neden görevden alındı?” diye sordu. Böylece, MİT Bölge Müdürünün de, kanlı saldırı öncesinde görevden alındığı anlaşıldı. Biz de, yalnız onların değil, Emniyet İstihbarat Dairesi’nde de görevden alınanlar olduğunu duyurduk.

Bakanın konuşmaları kime verildi?
Yeniden Gaziantep’e dönelim. Bakan Fatma Şahin’in telefonlarının dinlendiği konusunda yaygın iddialar var. Belki doğrudan bakan dinlenmemiş olabilir ama hakkında dinleme kararı alınan yerel siyasetçi dinlenirken, bakanla konuşmaları da kayda alınmıştır.

Bakanın dinlenen konuşmaları kimin işine yarar? Aynı siyasi parti içinde yer alan rakiplerinin… Peki, görev ve yetkilerini aşıp bu dinlemeler rakip siyasetçiye verilebilir mi? Verilebilir. Bu çalışmalar her ne kadar gizli yapılsa bile bu konuda bakana bilgi veren olmuş mudur? Olmazsa, Fatma Şahin’in bu konuda Ankara’da görevli üst düzey Emniyet yetkilisine durumu anlatıp, o kişinin tayin dönemi olmamasına rağmen görev yerini değiştirmesini niçin istesin?

Tabii bu durum mümkün olduğunca dışa vurulmadı. Bugün o bakanın telefon konuşmasını başka bir siyasetçiye servis edenlerin, servis ettikleri siyasetçiyi de dinleyip onunla ilgili arşiv oluşturmadığını kimse iddia edemez. Dinleyenler kim? İşte burada kimseyi suçlamıyor, hedef almıyoruz. Ancak, bu değişikliklerin altındaki neden neyse o zaman açıklanmalı ki, görev yeri değiştirilenler zan altında kalmasın.

Cezaevindeki komutanları kim dinledi?
Yasadışı dinlemeler çığırından çıkmış durumda. Hasdal Askeri Cezaevinde bulundukları dönemde Tuğamiral Cem Aziz çakmak ve Tuğamiral Mehmet Fatih Ilgar’a ait olduğu öne sürülen ve cezaevi telefonundan yaptığı konuşmaları internet sitelerine düşmüştü. CHP İstanbul Milletvekili Umut Oran, “Askeri bölgede yapıldığı anlaşılan bu konuşmaları kim dinliyor, bunlar nasıl basına sızıyor?” diye sordu. Tabii ki bu soruya Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz cevap vermedi.

Peki, yasadışı dinlemeleri kim yapıyor, bunları kim servis ediyor ve askeri bölgedeki konuşmalar nasıl elde ediliyor? Bunun bir bilenleri vardır. 3. Ordu Komutanlığı Askeri Savcılığı iki komutanın dinlenmesiyle ilgili 2012/453 ve 2012/437 dosya numaralarıyla soruşturma başlatmıştı. Ancak, o soruşturma hiç bitmediği gibi dinleyenlerin ortaya çıkarılmasından çok, komutanların niçin bu konuşmaları yaptığının üzerinde durulduğunu öğreniyoruz. Genelkurmay Başkanlığı Askeri Savcılığı da 2012/243 esas numaralı dosya ile Çakmak hakkında ayrı bir soruşturma yürütüyor.

Önce MİTGES oldu sonra SİB
Genelkurmay Elektronik Sistemler (GES) Başkanlığı’nın Genelkurmay Başkanlığı’ndan alınması özellikle düştüğü ya da Suriye tarafından düşürüldüğü bile hala bilinmeyen uçağımızın arandığı günlerde konuyu bilen uzmanlar tarafından hayli eleştirildi. 21 Kasım 2011’de Genelkurmay Başkanlığı ile MİT Müsteşarlığı arasında imzalanan protokolle GES’in, MİT’e devri öngörüldü. GES’in başında bulunan generalin, adı “Fethullahçı Emniyetçiler” listesinin 15. sırasında yer alan, emekli olduktan sonra MİT’e önemli göreve getirilen emekli başkomisere bağlı olması ise bürokratik geleneklere ve hiyerarşiye uymadığı da eleştiri konuları arasında yer aldı.

GES Komutanlığı’nın MİT’e devrine ilişkin protokol uyarınca GES’in adı 1 Ocak 2012 tarihinden itibaren “MİTGES Başkanlığı” oldu. Bu başkanlığın adından Genelkurmay’ı çıkartmak için yeni bir organizasyon şeması hazırlandı ve 15 Mayıs 2012 tarihinden itibaren de “Sinyal İstihbarat Başkanlığı” yani SİB oldu.

Bunu Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz’ın, CHP Genel Başkan Yardımcısı Umut Oran’ın sorusuna verdiği cevaptan öğreniyoruz ki istihbarat dünyasına SİB katılmış. Oran, takip ettiği bu konu için: “Gitti GES geldi SİB. GES Komutanlığı'nın Genelkurmay'a bağlı olduğu dönemde tüm Ortadoğu, Karadeniz ve Yakın Asya için ne kadar etkili olduğunu herkes biliyor. Umarım MİT'in elinde de bu birim etkili biçimde, muhalifleri, öğrencileri, işçileri, CHP'yi takip etmek için değil ulusal çıkarlarımız için kullanılır.”

SİB’imiz, hayırlı olsun…

Emperyalizm için cihat!
Üç gün önce, akşam saatleri...
Ankara'nın ünlü Tunalı Hilmi Caddesi'nde yaşlı bir adamla torunu, bayrak satıyor.
Tezgahın önünden geçen bir okurum, hemen yanında yürüyen, orta yaşlı, güzel giyimli bir karı koca arasındaki konuşmaya kulak misafiri oluyor:
Adam: Hayırdır, bu bayraklar niye satılıyor?
Kadın: Bilmiyorum! Milli maç falan mı var bugün?
Adam: Yok ya, nereden çıkardın milli maçı?
Kadın: Ne bileyim! Bayrakları maç günlerinde satıyorlar ya!
Okurumun tepesi atıyor. Her şeyi göze alıp, “Hanımefendi, beyefendi!'' diye seslenerek, maç meraklısı çifti durduruyor.
“Bilmem hatırlar mısınız Türk Ulusu'nun Zafer Bayramı'nı?.. Siz bu sokaklarda rahatlıkla yürüyün diye dökülen kanları!.. İşte bu bayraklar, o Zafer Bayramı'nı kutlamak ve başta büyük önder Atatürk olmak üzere zaferi kazanan tüm kahramanları anmak için satılıyor...''
Adam: Ha öyle mi? Biz de maç için satılıyor sanmıştık!

***

30 Ağustos tarih sahnesinden silindiği düşünülen bir ulusun şahlanışıdır.
Atatürk'ün önderliğinde küllerinden yeniden doğan bir milletin destansı başarısıdır.
Zaferdir, Türk mucizesidir.
Emperyalizme karşı şanlı direniştir.

***

Nereden, nereye?..
Suriye'ye gidip dönen bir gazeteci “Libya'da, Mısır'da diktatörleri deviren mücahitler şimdi Suriye'de çarpışıyorlar!'' demiş.
Bu kişilerin “Cihat'' için Suriye'de olduklarını söylemiş!
Oysa tarafsız uzmanlar, Arap Baharı rüzgarlarının esmeye başladığı ilk günden beri, Kuzey Afrika ve Ortadoğu'yu yeniden şekillendiren projenin sahibinin Amerika'nın önderliğindeki bazı Batı ülkeleriyle İsrail olduğunu söylüyor.
Ortadoğu'daki operasyonda ise başta Suudi Arabistan olmak üzere Katar, Emirlikler ve Türkiye, bu ülkelerin yanında yer alıyor.
Esad'ın devrilmesinin hedeflendiği süreçte başrolü, Türkiye üstleniyor.
Muhaliflerden oluşan Özgür Suriye Ordusu'nun internet sitesinde yapılan “Merkez üssümüz Hatay'dır!'' açıklaması, bu gerçeğin belgesi olarak görülüyor.

***

Görünen o ki, Irak'tan sonra Suriye de bölünecek ve sıra İran'a gelecek.
Hesaba göre Şii yönetimler gidecek, yerine Sünni yönetimler gelecek.
Böylece Amerika, bölgedeki enerji kaynaklarının üzerine oturacak, İsrail de İran ve Şii kabusundan kurtulacak!
Sünni rejimlerin hamisi Suudi Arabistan bu sonuca çok sevinecek, Sünni rejim destekçisi AKP ile birlikte bayram edecek.
Ama sonuçta bu talihsiz coğrafyanın gerçek kazananı, emperyalizm olacak!
Büyük Önder Atatürk'ün emperyalizmle ilgili düşüncelerinin ne kadar doğru olduğu bir kez daha ortaya çıkacak.

***

Ne diyordu gazeteci meslektaş?
''Libya'da, Mısır'da diktatörleri deviren mücahitler, şimdi Suriye'de Cihat için çarpışıyorlar!''
Yani din uğruna savaşıyorlar.
Aynı dinden kardeşlerini öldürüyorlar.
Geçmişte yaşananlardan, tarihin ibret verici örneklerle dolu sayfalarından hiç ders almıyorlar.
30 Ağustos'un, emperyalizmin vahşi ve sömürgen oyunlarını bozan bir destan olduğunu bilmeye yanaşmıyorlar!
Sadece ölüyorlar, öldürüyorlar.
Tarihin “Emperyalizm için Cihat'' sayfasını, Müslüman kanıyla yazıyorlar.
Emperyalizme bir savaş daha kazandırıyorlar.

Ordu da başkomutanı da kayıp
Dün 30 Ağustos Zafer Bayramı idi.  Ordularımız, Mustafa Kemal Paşa'nın  komutasında 26 Ağustos 1922'de başlayıp 30 Ağustos'ta biten savaşta; Yunan ordusunu yenmiş, Başkomutanları General Trikopis de esir alınmıştı. 1935'ten beri törenlerle kutlanan bu Zafer Bayramı 2 senedir kuşa çevrildi. AKP iktidarı; yönetmelik değişikliği yaparak; 19 Mayıs'ı, 23 Nisan'ı, 30 Ağustos'u sadece devlet bürokrasisinin basit bir gösterisi haline getirdi.
Gördünüz... Dün, zafer kazanan ordunun başkomutanı konumundaki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ordusunu terk etmişti.
Bu nasıl bir başkomutandır ki zafer bayramında 'Kulağım ağrıyor!' diyerek hastane odasında pijamalarını çekip bilgisayardan sağa sola mesaj atar; fotoğraflarını yayımlar da ordusunun başına geçemez?
Acaba Sayın Gül; 26 Ağustos 1922 sabahı Kocatepe'de olsa, toplar gümbürdemeye başladığında kulaklarını tıkayarak kendisini bir kayanın arkasına mı atardı?

SUÇ ÇOK
Peki bu AKP iktidarı niçin milli bayramlara böyle bir kuşatma uyguluyor. Neden bu hükümetin valileri tören alanlarına vatandaşı sokmuyor?
- Kurtuluş Savaşı'nı başlatan büyük komutan Mustafa Kemal; CHP'yi kuran ve ölünceye kadar onun genel başkanlığını yapan birisidir.
Hem CHP'ye hem Atatürk'e karşı yürütülen gizli ve derin bir kampanya vardır.
- Çünkü CHP'yi kuran Mustafa Kemal; padişahlığı yıkmıştır; cumhuriyeti getirerek halkın iradesini padişahın iradesinin üstüne çıkarmıştır. Milli irade her şeyden üstündür dediği için Atatürk suçludur.
- O CHP Lideri Mustafa Kemal;  geri, hastalıklı, okuma yazma oranı yüzde 1'ler düzeyindeki batıl inançlarla perişan edilmiş bir topluluğu ele almış; ondan modern bir millet yaratmıştır. Batılıların 'Hasta Adam' ilan edip öldürmeye uğraştıkları Türk milletini yeniden var ettiği için suçludur.
-  O Mustafa Kemal; gerici din adamlarının İslam dini diye uydurdukları ve kanun haline getirdikleri köhnemiş kuralları söküp atmış; şeriat yerine modern sivil yasalar getirmiştir. Bu yüzden daha büyük suçludur.
- O CHP'yi kuran Atatürk; sadece Türkiye'yi kurtarmakla kalmamış; Batılı sömürgecilere karşı mazlum milletlerin başkaldırmasında da sembol olmuştur.  Suçu çok büyüktür. Avrupa Birliği'nin 'Kemalizmle mücadele ediniz!' diye AKP'ye emir vermesi boşuna mı sanıyorsunuz?
Mustafa Kemal ile mücadele edebilmek için de onun kazandığı zaferlerin halkın belleğinden silinmesi; yaptıklarının kötü gösterilmesi gerekir.
İşte bu yüzdendir ki AKP iktidarı; hepsi de Atatürk ile bağlantılı olan milli bayramların kuyruğunu, burnunu, kulağını kesmekte; onu işe yaramaz hale getirmeye çalışmaktadır.
80 yıldır Kemal Atatürk'e 'dinsiz,  kafir' diye küfreden gericiler; Batılıların emrindeki sözde liberal aydınlar; Kürdistan hevesi ile kan akıtan Kürtçüler de iktidarın bu işini alkışlamaktalar.
***
Bir sözüm de zaferin sözde sahiplerine: Ne oldu paşalarım; kazandığınız zaferi kutlamak için bile kafanızı kaldıramıyorsunuz...
Sebebi belli: Dumlupınar'daki Türk ordusu idi şimdikiler ise NATO kolordusu... Böyle olunca başına çuval da geçirirsin; komutanını terörist diye içeri de tıkarsın.
Evet; çok doğru: Bu açmazdan; 'Milleti, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.'

Yeter artık!
26 Ağustos 2012 tarihli Birgün gazetesinde okudum: Sağlık Bakanlığı, 2013 yılında yeni bir uygulamaya başlayacakmış. İlahiyat fakültesi mezunlarına “din psikolojisi” aşısı yapıp “manevi bakım” uzmanı kılığında hastanelere kakalamayı planlıyormuş. Bence, ilahiyat fakültesi mezunlarının yeteneklerini petrol arama işlerinde de kullanmalı. Din bilgileri ve dua gücüyle petrol mühendislerine yardımcı olurlar, mühendislere teslim olmayan petrol, ilahiyatçılara mutlaka teslim olur. Bu da yetmez: Her gün artan petrol fiatlarına karşı, ilahiyat fakültesi mezunlarının dua gücünden yararlanılabilir ve bu deneyimin ardından doğal gaz santrallarında “nefes mühendisi” olarak kullanılabilirler. Ardından bütün sanayide… Sanayi de yetmez, örneğin başta kanser araştırmaları olmak üzere bilimsel araştırmalarında da etkili olabilirler.
Olabilemezler mi? Olabilemezler ha, sizi gidi zındıklar! Sakın “El insaf ve yeter artık! Bu kadarı da soytarılık!” demeyin. Önyargılı olmayın…
Bilimin ruhuna el Fatiha..
Zındık gazete “Bilimin ruhuna El Fatiha…” diye manşet atmış! Muhabiri Olgu Kundakçı, AKP iktidarının bu yeni tezgahını şöyle haberleştirmiş:
Sağlık Bakanlığı, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ile Diyanet İşleri Başkanlığı ile birlikte bir fesat projesi geliştirmişler: İlahiyat Fakültesi mezunları, “din psikolojisi” alanında yetiştirilecek hastanelerde “manevi bakım uzmanı” rütbesiyle danışman olarak kullanılacakmış.
Bu yılın mayıs ayında bizim üç silahşörler (Sağlık Bakanlığı, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı) “1.Ulusal Din Psikolojisi ve Manevi Bakım Çalıştayı” düzenlemişler, yeni icat edilen maneviyat komiserliği mesleğinin görev, yetki ve sorumluluklarını saptamışlar bile. “Manevi Bakım Uzmanı” olarak tanımlanan maneviyat komiserleri (aslında İslamiyet Komiserleri), hastalara, din ve hayat görüşlerine dayalı olarak profesyonel destek verecek, etik konularda kurum politikalarının geliştirilmesine danışmanlık edecek, hastaların hastalığı ya a problemi ile ilişkili olumsuz dini düşüncelerini olumluya dönüştürmelerine yardımcı olacak, hastalara rehabilitasyonda bulunacak(mış).
İslam zaptiyeleri
Bu türden islami zaptiyelik, parti komiserleri işini yapmak için İlahiyat Fakültesi şahadetnamesinin (yani diplomasisinin) yeterli olacağını sanmıyorum. Dini bilgilerle tepeden tırnağa donanmış bu İslamcı meleklerin, psikoloji ve psikiyatri okumaları gerektiğini düşünüyorum. Birkaç haftalık kurs eğitimi kesinlikle yeterli değildir. Bu arada aklıma bir fesatlık geldi: Cinsiyeti erkek olan maneviyat melekleri, tesettürlü, mütedeyyin, muhafazakar ailelerin “Refika ve Kerime”lerine manevi yardımda bulanacak mı, bulunacaklarsa nasıl?
Aklıma bir şey takıldı: Maneviyat komiserleri, hastalara, din ve hayat görüşlerine dayalı olarak profesyonel destek vereceklermiş. Versinler ama bir sorun var. Bu husus haberde açık değil. Maneviyat komiserleri kimin din ve hayat görüşlerine uygun (dayalı) olarak destek verecekler? Hastaların mı yoksa maneviyat komiserlerinin mi? Maneviyat komiserlerinin din ve hayat görüşlerinden hastaya ne? Bu komiserler hastanın din ve hayat görüşlerini nasıl öğrenecekler? Bu adamların eline düşen deli zırdeli olur, nezle kansere dönüşür!
Maneviyat komiserleri, hastaların, hastalıkları ya da sorunlarıyla ilişkili olumsuz dini düşüncelerin olumluya dönüştürmekle görevli olacaklarmış. Hastaların olumsuz dini görüşlerinden size ne? Yapılacak, din ve inanç özgürlüğüne müdahale ve baskı değil mi?
Hasta Alevi ise, Bahai ise, Hristiyan ise, Budist ise, Deist ise, Ateist ise, Paganist ise ne olacak? Sünni müslümanlık dışında kalan din ve inançlar, hastalık ve sorunlara mı yol açıyor? Aslına bakarsanız, sorun, böyle bir projeyi düşünen yobaz kafa ve ruhlarda!
677 sayılı Devrim Yasası ile yasaklanan üfürükçülük, böylece toplum hizmetine tekrar ve resmen giriyor. Mahşer gününe kalmaz, bunun hesbı bir gün mutlaka sorulur!
Projenin fetvacısı
Projeye katkıda buluna Doç.Dr. Abdülkerim Bahadır (Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Anabilim Dalı Öğretim üyesi) Birgün’e bu post modern üfürükçülük hakkında açıklama yapmış:
“Bugün maneviyat birçok bedensel ya da ruhsal kaynaklı hastalıklarla doğrudan doğruya etkiler icra edebilecek bir yapı olarak karşımıza çıkıyor. Maneviyatı sadece dini çerçevede de ele almıyoruz. Kültür, gelenek, görenekler gibi bizi bir arada tutan, insanın ruh sağlığına etki edebilecek bütün pozisyonlarda biz varız.”
Abdülkerim Bahadır, post modern üfürükçülüğün tanımını yapıyor (aslında yapamıyor).
Yahu kardeşim, İlahiyatçılara, imam-hatipçilere, hocalara, imamlara yeni bir arpalık ayarlayacağınızı itiraf edin ve kurtulun. Asli görevleri elbette din zaptiyeliği olacak!
Bilim ne diyor?
Türk Tabipler Birliği (TTB) Merkez Konsey Üyesi Osman Öztürk: “Hiçbir şekilde kabul edilebilir bir uygulama değil. Psikoloji bir bilim dalıdır, ancak bu projenin bilimsel dayanağı yok. Tamamiyle yaşam biçimine yönelik bir toplum mühendisliği gibi gözüküyor. Hastalara faydalı olması beklenecek bir şey değil” diyor.
Toplumsal Dayanışma İçin Psikologlar Derneği’ndan Baran Gürsel projenin yasaya aykırı yönüne değindikten sonra, “Şu an çok fazla psikolog var ve psikologların hastanelerde istihdamı az” diyor.
Bana gelince: Kurdun çobanlık ettiği koyun sürüsünün tarihini okumak ve yazmak için koyunca (koyun dili) öğreneceğim! Koyun dilinde “Yeter artık” nasıl denir?

 Bunun adı savaş ilanı değil mi?
Suriye’deki Müslümanlara ölüm kusan Haçlı adanmışı çok uluslu teröristler, karargah merkezlerini dünyaya duyurdu!
Nerede mi?
Hatay ilimizde…
Nasıl olur demeyin, kendine Özgür Suriye Ordusu diye adlandıran o çete bu durumu internetten ilan eti.
Evet bugün itibarı ile Suriye bağlamında var olan manzara şudur:
Suriye’yi vuran füze, silah ve mermiler Türkiye’den!
Teröristleri eğiten kamplar Türkiye’den!
Yiyecek, içecek, üniforma Türkiye’den!
Para Türkiye üzerinden!
İthal terörist toplanma merkezi Türkiye!
Ve en önemlisi ana karargah merkezi de Türkiye’de!
Söyleyin nedir bunun adı!
Örtülü olarak sürdürülen savaşın artık aleniyet kazanması değil mi?
Hiç lafı dolandırmayalım Tayyip Erdoğan artık Suriye’ye savaş ilan etmiştir.
Nitekim Beşar Esad da ilk defa önceki akşam bu durumu ortaya koyan açıklamalar yapmış ve Suriye’de akan kanların sorumlusu Türkiye demiştir.
Sakın ilan etmiş ise etmiş, ne olacak demeyin!
Savaş denilen şey kandır, ölümdür, yıkımdır!
Hele kutlu bir gerekçe yok ise salaklığın daniskasıdır!
Tamam Suriye’ye belki göz kestirebilirsiniz de, artık muhatap Beşar Esad değil, İran’dır, Rusya’dır ve hatta Çin’dir
Yoook bu ülkelerle iş şakaya gelmez!
Bir anda Türkiye’yi alt üst ederler.
Bırakın istihbarat operasyonlarını, Rusya doğal gaz vanasını bir haftalığına kapattığı an Türkiye bitmiştir.
Hal bu iken AKP iktidarı nasıl böyle bir gafletin içinde olur?
Yahu sen birkaç yüz PKK eşkıyasını bile aylardır Hakkari’den püskürtemezken, o devasa devletlere üstelik haklı bir gerekçe olmaksızın meydan okumak olacak şey mi?
Hem diyelim Beşar Esad düşürüldü, ne kazanacak Türkiye? Tersine kaybedecek, zira Büyük Kürdistan kurulacak!
Soruyorum Tayyip Erdoğan PKK belasına karşı adeta hiçbir şey yapmazken Beşar Esad için bu çırpınması ve seferberliği neden?
Ey Türkiye’yi yönetenler, bu tutumunuz gaflet ve dalalet değil, çok daha ötesidir ve gün gelir hesabı sorulur sizden!
***
Cemil Çiçek hortumdur, filler perde gerisinde!
Dün de yazdım, Cemil Çiçek duygularıyla hareket edecek çaylaklıkta bir isim değil!
Parlamentonun Deniz Baykal ile beraber en deneyimli ismi olan Cemil Çiçek’in yayınladığı o bildiri öyle alelacele kaleme alınmadı ve olayın perde arkaları var.
Hayır hadise şahsi ve nefsi bir çaba ya da tezahür hiç değil!
Peki ne midir?
Özellikle PKK ile Suriye bağlamında Tayyip Erdoğan’ın hırsları ya da çaresizliğinin ardında sürüklenmeye başlayan ve uçuruma doğru yol alan Türkiye Cumhuriyeti’ne sahip çıkılma hadisesidir.
Cemil Çiçek teşbihte hata olmasın sadece hortumdur, filler perde gerisindedir!
Fillerin adlandırılmasına girmiyorum ama dinlediğime göre Abdullah Gül’den tutun adına devlet denen pek çok merkez Cemil Bey’in bu teşebbüsünden haberdar.
Nitekim öyle olduğu içindir ki Tayyip Erdoğan, Çiçek’in bu çıkışına çıldırmış ve panik halindedir!
Önümüzdeki günlerde AKP’li bazı milletvekillerinden yeni toplu muhtıralar gelirse şaşırmayın!
***
Milli Merkez’de yeni bir oluşum
Andy-Ar kamuoyu araştırma şirketi geçen hafta kapsamlı bir araştırma yapmış.
Buna göre Türk halkının neredeyse yarıya yakını yeni bir parti ya da oluşum diyor.
Evet araştırmanın sonucuna göre halkın yüzde 60.4′ü oy vereceğim parti yok noktasında.
Peki bu araştırma sağlıklı mı diye sorarsanız vereceğimiz cevap, Andy-Ar’ın son seçimi en iyi tahmin eden kurum olmasıdır.
Bu araştırmanın okuması şudur:
Halk AKP’den kurtulmak istiyor lakin gideceği siyasi adres yok.
CHP ile MHP’yi asla alternatif olarak görmüyor.
Peki olması gereken ne midir?
Milli Merkez’de yani Atatürk ekseninde toplanmaktır.
Amblem taassuba girmeksizin Mustafa Kemal’in Cumhuriyeti çizgisinde olan herkes bu birliğe katılmalıdır.
Artık söz konusu olan vatanın birliği olduğu için teferruatlar önemsenmemelidir.
***
Kalpazanlık mı, darbeye teşebbüs mü?
Duydunuz mu Orgeneral İbrahim Fırtına’nın adı verilen okuldan geri alınıyor!
Niye mi?
Balyoz davasında darbeye teşebbüs iddiasıyla yargılandığı için!
İyi ama mahkeme hükmünü vermedi ki!
Yani Fırtına Paşa’nın suçlu olup olmadığı meçhul.
Hukukta masumiyet karinesi olduğuna göre Paşa’yı suçlu ilan etmek sadece hukuka değil, ahlaka da mugayir bir tutum!
Ayıca Milli Eğitim Bakanı’nın bu tavrı mahkemeyi yönlendirmek olmuyor mu?
Eğer hadise açılan dava ise bu ülkenin Başbakan’ının kalpazanlık dosyası raftadır. Tayyip Erdoğan ismi her gün bir yerlere mesela son olarak benim Rize’deki üniversiteye verildi.
Yoksa kalpazanlık suç iddiası, darbeye teşebbüs iddiasından daha mı şerefli bir suç!
Söz konusu edilen dosya ya da ithamlar ise her şey ortadadır!
Ahh Fırtına Paşam keşke kalpazanlık dosyan olsaydı da, ismin okuldan alınmasaydı!

Kaos dönemi
AKP yönetiminin 10. Ustalık (!) yılında, Türkiye tam bir kaos dönemi yaşıyor.
Artık Türkiye’de Milli Bayramları kutlama törenlerini iptal etmek sıradan bir olay haline geldi.

*Kendisini Türkiye’nin sahibi sanan Cumhurbaşkanı Gül, “Çankaya Köşkündeki Zafer Bayramı Törenlerini iptal ettim” deme cüretinde bulunabiliyor!...

Kimsiniz siz? Kendinizi Türk Devletinin saygınlığını paramparça edip koşarak oteline gittiğiniz Suudi Kralı, Türkiye’yi de kuralları-kurumları-devlet geleneği olmayan bir kabile devleti mi zannediyorsunuz?

Siz hasta olabilirsiniz, anayasaya göre size vekalet edecek kişi, görevinizi devralır ve Zafer Bayramı devletin en üst makamında kutlanmış olur. Sizin ve hiç kimsenin bu törenleri iptal etme hakkı yoktur…
İyi bilmelisiniz ki, Türk Milleti yakında sizi iptal edecektir…

*TBMM Başkanı yaklaşmakta olan felaketi sezip, herkesi uyarmak amacıyla bir bildiri yayınladı. Sen misin yayınlayan. Başbakan- Yardımcısı Bursalı Arhınç- Sözcüsü Hüseyin Çelik beraberce, neredeyse Çiçek’i döveceklerdi.

*Başbakan Erdoğan, Anayasamızı bilerek, ısrarla defalarca ihlal ederek, yabancı bir ülkenin askeri güçlerini, TBMM Kararı olmadan Türkiye’ye kabul edebiliyor.
Tekrar ediyorum bu Anayasayı ihlal suçudur ve bu suçu işleyenler, eninde sonunda Yüce Divanda yargılanacaklardır…

Türkiye’de yaşamakta olduğumuz ve sonucunda neler olabileceğini, kimsenin öngöremeyeceği terör ve kaos döneminin sorumluları bellidir.
Bunlar; Libya’da Kaddafi’nin Bedevi çadırında en ağır hakarete uğrayıp sesini çıkaramayan, Suudi Kralının otel odasının önüne, Türk Devletinin onurunu sermekte bir sakınca görmeyen ve “Ne Mutlu Türküm Diyene” ilkesini her yere yazmak ilkelliktir diyen Abdullah Gül…

Türkiye’nin toprak bütünlüğünü bozacak ve “Büyük Kürdistan”ın kurulmasına yol açacak projenin eşbaşkanlığı görevini yürüten ve Türk Devletini cemaat ve tarikatların emrine bilerek veren, Recep Tayyip Erdoğan…

Terörle mücadele eden komutanları- silah arkadaşları düzmece dijital delillerle zindanlara atılıp, Türk Ordusunun direnci kırılırken sesiz kalıp sadece eğilen tombalak Özel Paşa…

Türkiye bu kaos ve terör döneminden çıkacaksa yine bu ülkenin evlatları sayesinde çıkacaktır.
Türk milletinin iş alemiyle, sivil toplum kuruluşlarıyla, bilim ve sanat insanlarıyla, gençliğiyle artık uyanması, tarafını belli etmesi şarttır. Türk Milleti ayağa kalkıp, devletine ve Atatürk’e sahip çıkınca, Cumhuriyet ve Demokrasi düşmanları işbirlikçileriyle birlikte geldikleri Ortaçağ karanlığına kaçacaklardır.

Devlet yönetiminde ve siyasette “mucize”ye yer yoktur.
Bizler, çocuklarımızın geleceğini ve vatanımızı düşünüyorsak, demokratik tepki hakkımızı, yasalara uyarak kullanmalıyız…

Çare sizsiniz. Sonra kimse ağlamasın…

Sağlık ve başarı dileklerimle 31 Ağustos 2012

RİFAT SERDAROĞLU
rifatserdaroglu@gmail.com
twitter.com/rifatserdaroglu
0 532 211 00 11

Bayramları kaldırmak kolay ama tarih silinmez
Birileri iktidar olmazdan önce bana telefonda şöyle diyordu:
“- Bizi sizi 70 yıl çektik! Siz de bizi çekeceksiniz!”
Merhum Erbakan Hoca Başbakan olmuştu yüzde 36 oyla- ve TV’de iktidarı eleştirmiştim de ondan.
Erbakan’a rahmet okutacak Erdoğan ve Gül el ele tutuştular ve devletin sadece yüksek rakımlı tepesini değil, hemen, hemen tüm kurumlarını ele geçirdiler. 11. yıl doluyor ve sadece biz değil iktidara oy veren çok insan verdiği oylara yanıyor. Hem de çıra gibi.
Oysa DP 1950’de iktidara geldiğinde Meclis’in önünde toplanan kalabalıktan yaşını başını almış güngörmüşler şöyle diyorlardı:
“-Yazık oldu! Onlar rical-i devletti…” Yani İsmet Paşa devrini kastederek yakınıyordu. Daha ilk gün Türkçe okunan ezan Arapça olmuştu. Hacıbayram Cami imamı minberden: “-Hayırlı olsun! Halife kapıda bekliyor“ diye müjde veriyordu. DP iktidarının başında bulunan ve Cumhurbaşkanı seçilen Bayar da O’nun Başbakanı Menderes de bu derece fütursuz olmadılar. Menderes dini siyasette kullandı ama ne Cumhuriyetin değerlerine karşı çıktı, ne de Laikliği yok saydı. Hiç biri itilafçı olmadı.
2002 seçimlerinden sonra AKP iktidara geldi; Sayın Erdoğan ve Gül ikilisi hayret verici bir şekilde Cumhuriyetten intikam almaya başladı. Oysa ikisi de Cumhuriyet okullarında okumuş, o rejimin ekmeğini yemişlerdi. Önce laikliğin tanımını değiştirdiler: “İnsan laik olamaz. Devlet laik olur.”
Sonra Cumhuriyeti simgeleyen bayramlara el attılar ve hiç düşünmediler ki, bayramları kaldırmak olaydır ama 88 yıllık Cumhuriyet tarih sayfalarından kaldırmak zordur.. Çünkü onlar kan ve gözyaşıyla gerçekleşmiş devrimlerdir ve tarihe mal olmuşlardır. O Devrim karşıtlarına soralım:
“-Siz tarih okur musunuz?
Tarih denilince ilk akla gelenler

Soralım ve yanıt bekleyelim:
“İstanbul işgal edildiğinde tarih kaçtı?
-1918.
-Ya İzmir’in işgali ne zaman?
-1919
-İşgalciler kimlerdi?
-İstanbul’da İngilizler, İzmir’de Yunanlılar.
-1919 yılının 19.günü ne oldu?
Yanıt yok! Ama tarihin yanıtı var:
-Gazi Mustafa Kemal Samsun’a çıktı.”
Demek ki Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın ilk adımı o gün atılmış. Tarih böyle yazıyor. Tarih böyle yazıyorsa ve o günlerde yaşananların ürünü şimdi üzerinde yaşadığımız bu vatan topraklarının işgalden kurtulması yurttaşlarımız için önemlidir ve bizim için kutsal bir kaç bayram günlerini simgeler. Onları yasakladınız. Ancak tarihten silemediniz.
*Erzurum ve Sivas Kongrelerinde alınan kararların önemi ve tarihleri nedir?
-Yanıt yok.
*Erzurum Kongresi 29 Haziran gecesi sona erdiğinde Mustafa Kemal Mazhar Müfit Kansu’nun defterine şu notu düşürdü mü düşürmedi mi?
-“Kadınlar için tesettürü kaldıracağız -Latin harflerine geçeceğiz -Kılık kıyafet devrimi yapacağız ve Cumhuriyeti ilan edeceğiz.”
*Şimdi keyif sürdüğünüz TBMM ne zaman açıldı?
Sizi köftehorlar bilirsiniz elbette. 23 Nisan 1920 günü ve o gün nedenle Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’dır. Onu da yasakladınız. Ya da bayram olmaktan çıkardınız. Elinize ne geçti?
Baksanıza ahali çocuklar gibi şen o bayramı kutlamıyorlar mı?
*Şu şiirin anlamını hiç düşündünüz mü?
“26 Ağustos gece sabaha karşı/Topların çelik ağzı çaldı bir hücum marşı”
-Hatırlamıyorum Beyefendi!” dediğinizi duyar gibiyim. 4 gün içinde o gerçek Başkomutan askerine ne emir verdi?
-Yanıt yok. Ama tarih yazıyor.
-Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri…”
O tarih 30 Ağustos’tu ve tüm işgalci kuvvetlerle birlikte Yunanlılar da denize dökülmüşlerdi. O nedenle o zafer günü TSK’nın bayramı olarak yıllardır kutlanır. Siz onu da yasaklayarak, tarihten silerek zaferleri yok saymak istediniz. Oysa dünya tarihi ve dünya basını o zaferi en büyük askeri başarı, o düşmana karşı savaşan muzaffer komutanı da en yüce komutan ilan etti. Size kim ya da kimler o hakkı verdi ki, şimdi yalanla dolanla, şu ya da özürle 30 Ağustos zaferini bayram olmaktan çıkarıyorsunuz. Arkasından 29 Ekim 1923 Cumhuriyet Bayramı geliyor. Onun da kutlanmasını yasakladınız. Yok o top ve tanklar önünüzden geçerken içiniz mi ürperiyor? Kiminiz hastasınız, kiminiz usta! İşte dün bayramdı ve o bayram TSK’nin tek zafer bayramıdır. En azından halkça kutlanacaktır. Yasak sökmüyor işte.
Ya tarih bilmiyorsunuz ya da bayramların değil, asıl tarihin silinmesi marifetini beceremediniz; yüzünüze gözünüze bulaştırdınız ve tarih önünde “suçluların telaşı içindesiniz!”
Tarihi bilmiyor silmeye kalkıyorsunuz. Bilmemek cehaletin ürünü olabilir de, tarihi silmek için bir ulusun simgeleşen kurtuluş bayramlarını silmek o kadar da kolay değildir.
Bayramlar kalacak, ama siz yakında gene halkın iradesiyle tası tarağı toplayıp gideceksiniz. Hem de tarihe geçmeden fena gideceksiniz.

30 Ağustos, Atatürk Anıtı’na Çelenk Koyma Meydan Muharebesi!
Sevgili Atam; dün 30 Ağustos 2012’ydi. Doksan yıldır her 30 Ağustos, senin hayatta olduğun günlerdeki gibi Zafer Bayramı olarak kutlanıyor bu ülkede...
Ama... Dünkü kutlamaların, senin katıldığın ve yönettiğin onlarca savaştan farkı yoktu be Atam!
Seni ve kahraman askerlerini anmak, anıtına çelek bırakmak isteyenler; tartaklandı, itildi, kakıldı...
Hatta bazı illerde aziz hatıranız için yapılması planlanan saygı duruşları bile engellendi.
***
Yanlış anlama; çok şükür ki ülkemiz “işgal” altında falan değil...
En azından açık bir “işgal” yok...
Dünkü çirkinliklere imza atanlar da Yunan Ordusu’nun askerleri değil zaten...
Tam tersine; onlar 30 Ağustos’un iki gün öncesinde senin nasıl bir kahraman olduğunu çarşaf çarşaf anlattılar kendi gazetelerinde.
Dünkü “meydan savaşları”nı başlatanlar ise... Ne yazık ki bu ülkede bugün yönetici durumunda!
Senden rahatsız olan, daha düne kadar “Her 10 Kasım’da sap gibi bekliyorlar” dedikleri hâlde bugün o törenlere katılmak zorunda kalanlar...
Ruhunu yok ettiler bayram kutlamalarının; cılızlaştırdılar...
***
Elbette sizin kahramanlığınızın yanında lafı bile olmaz ama... Bugün senin adını anmak, anıtına çelenk koymak, bu ülkeyi bize kazandıran dava arkadaşların için saygı duruşunda bulunmak bile yürek istiyor Atam...
Evet; Kocatepe’nin ayazında verilmiyor bu kavga...
Düşman orduları değil karşımızdakiler...
Üzerimize çevrilmiş toplar, tüfekler yok çok şükür...
Ama senin ideallerinle savaşanlar, bunlara artık gerek bile duymuyor ki...
Onlar topla, tüfekle değil; ne olduğu belli olmayan yönetmeliklerle yürüyor; senin kurduğun devletin değerlerine sahip çıkanların üzerine...
Asker değil, zabıta ve polis kullanıyorlar...
Komutanları valiler, kaymakamlar!
***
İnanmıyorsun değil mi yazdıklarıma?
O zaman birkaç örnek vereyim:
Büyükada’yı bilirsin... İşte orada uzun zamandır senin adını taşıyan bir meydan var... Dün Adalar Kaymakamı, bu meydanda düzenlenen çelenk koyma töreninde siyasi partilerin bile çelenk koymalarına izin vermedi. Israrcı olan parti yöneticileri polis tarafından tartaklandı. Milletvekilleri polisten dayak yedi...
Kadıköy’deki törenlerde yine senin adını taşıyan ve düşüncelerini ölümsüzleştirmek için kurulan derneğin üyeleri, anıtının yanına bile yaklaştırılmadı. Bu çirkinliği hem de Kadıköy gibi senin değerlerine en bağlı insanların yaşadığı bir yerde yapmalarının anlamı vardı elbette!
“Görün, ne kadar güçlüyüz” demek...
Aynı arbede Ümraniye başta olmak üzere çok sayıda ilçede de yaşandı.
Bursa Valisi, anıtının önünde saygı duruşu yaptırmadı... Buna itiraz edenlere, “Yönetmelik değişti. Biz yönetmeliği uyguladık” diye yanıt verdi.
Birkaç çiçeği...
Bir dakikalık sessizliği çok gördüler aziz ruhlarınıza Atam...
Ve düşün; bu yüzden dün bu ülkenin birçok meydanında “muharebe” yaşandı!
***
Sana ve tüm şehitlerimize saygımız sonsuz...
Tek yaptığımız; yılda dört kez, yani ulusal bayramlarımızda adınıza dikilen anıtların önünde toplanıp şiir okumak...
İşte; biz artık bunları yapmak için bile “meydan muharebesi” veriyoruz...
Şimdilik öldürülmüyoruz belki ama polis copu yiyoruz, itilip kakılıyoruz!
Senin döneminde düşman belliydi: Gittin savaştın... Merminin önüne gövdeni siper ettin!
Lütfen bir yolunu bulup da söyle:
Bu yasalı, yönetmelikli, tüzüklü saldırı karşısında biz ne yapalım?
*****
KOL KANAT!

Dün hem Zafer Bayramı hem de artık kimse söyleyemese de Türk Silahlı Kuvvetleri Günü’ydü... Ve dünkü gazetelerde yayınlanan acı bir haberle ne olduğumuzu şaşırdık... BEDAŞ isimli şirket, Foça’da yirmi gün önceki hain bombalı saldırıda şehit düşen er Özkan Ateşli’nin baba ocağına, elektrik borcu yüzünden haciz kararı çıkarmış! Oysa Güneydoğu’da ve Doğu’da yaşayanların yarıdan fazlası yıllardır elektrik faturası ödemiyor, bu paralar bizden tahsil ediliyor. Eminim ki ödemeyenler arasında terör örgütü üyeleri de var... Sorum bizi yönetenlere:
Şehit ailelerine daha fazla kol kanat germeyi gerekçe göstererek, Anayasa değiştirdiniz. Bu muydu sizin kol kanat germe anlayışınız?
*****
GÜNÜN SORUSU

Cumhurbaşkanı Gül, kulağındaki iltihap nedeniyle tedavi gördüğü hastaneden biri Başbakan’ı ve Genelkurmay Başkanı’nı kabul etmek, diğeri de Milli Güvenlik Kurulu toplantısına katılmak üzere iki kez çıktı... Üstelik bunlar sadece bildiklerimiz! Ayrıca dünkü bir gazetede fotoğrafları yayınlandı; maşallah oldukça sağlıklı görünüyordu. Sorum kendisine:
Yarım saatliğine de olsa gücünüzü toplayıp, en azından Anıtkabir’deki törene katılamaz mıydınız? Katılsaydınız, sağlık durumunuz çok mu ağırlaşırdı?
*****
28.1 milyar dolara ne oldu?

Üç gün önce bu sütunlarda AKP döneminde yok pahasına özelleştirilen ve sonra da çoğu ya arazi rantına kurban edilen ya da çok daha yüksek fiyatlarla yabancılara satılan kamu kuruluşlarının listesini yayınlamıştım.
Maliye Bakanı Şimşek, 2002 yılından bu yana yapılan özelleştirmelerden 33.1 milyar dolar tahsil edildiğini, bunun 28.1 milyar dolarının Hazine’ye aktarıldığını söyledi.
Sorum çok basit: Hazine’ye aktarılan bu parayla ne yapıldı?
Bütçe delikleri mi kapatıldı?
Eğer öyleyse bu, 4046 sayılı Özelleştirme Yasası’nın 2. maddesinin “Özelleştirme uygulamalarından elde edilecek gelirler genel bütçe harcama ve yatırımlarında kullanılamaz” şeklindeki c bendine aykırı değil mi?
Bu durumda iktidarınız, yasaya aykırı bir iş yapmış olmuyor mu?

‘Bir millet uyanıyor’ Ya da: ‘Ya istiklal ya ölüm’
Türkiye cehennem oldu. Amerikan macera filmlerinin finalleri vardır ya, ortalık yanar tutuşur, kahraman Amerikan askeri Rambo ülkesini kurtarır. Dikkat buyrun. Hem Amerikan filmi, hem final sahnesi, hem de kahraman Rambo. Karşı taraf illaki haksız, Amerika kesin haklı, seyirci mesut, hatta alkışlıyor kahraman Amerika’yı…
Peki biz ne yapıyoruz, işte burası çok önemli: Ne yapıyoruz? Kısaca, hiçbir şey. Yapıyor gibi görünüyoruz.
Namazlarda saflar biraz daha sıkışıyor. Devlet ön safta, eller göbekte.. Ve terörün er geç biteceği söyleniyor… Kınamalar… Temenniler v.s.. Sonuç sıfır.
Düşünebiliyor musunuz, Gaziantep’ teki müessif olayı büyük tirajlı yandaş gazeteler manşetten bile veremiyorlar… Hatta hiç veremiyorlar. Televizyonlar da öyle.. Yani Ulusal Kanal’ı izlemesem, Aydınlık, Cumhuriyet, Sözcü, Yurt bir iki gazete daha okumasam, gerisi kaput. Plajlardaki kadınların selülit haberlerinden başka bir şey yok.
Kurulmuş saat kuşu Ertuğrul Özkök birkaç gün önce gazetesinde:
‘Bayrak değişebilir ne var ki bunda? Hatta hazır değişmişken marş da değişsin, ağzıma uymuyor’ demişti.
Böyle bir zamanda, tam da Amerikan filminin final sahnesinde… Bu konuyu gündeme taşıma görevi Guguk Kuşu Ertuğrul Özkök’ e verilmiş. Gam ki ne gam. Bilgilenmek için tercih edip, ısrarla aldığım gazetelerin yanında ibret-i alem için neler yumurtlamışlar diye Fatih Altaylı ve Ertuğrul Özkök’ ün yazılarını da kesip alıyorum yanıma. Yaşananlardan dolayı herkes üzgün, perişan, Teröre lanet okunuyor. Hükümet çözemiyor, muhalefet birlikte çözelim diyor.. Çözemiyorlar. TUSİAD ben de katılıyorum çözüme, hep beraber çözelim diyor.
Başkan Ümit Boyner Marmaris’ teki yatından denizin serin sularına atlarken yapıyor bu açıklamayı. Gazetenin yazdığına göre Ümit Hanım mankenlere taş çıkartacak bir vücuda sahip, hem de tek bir selüliti yok. Üstelik Erbil’ de daha yeni açmış Boyner Mağazası’nı.
‘Hadi kalkıyor bir- iki. Yok mu terörü çözmeye talip yeni birisi?’
Çözülmüyor.. Sönmüyor bu ateş. Yahu ağabey, bir yandan körükleyip yakarsan, öte yandan söner mi bu içine tükürdüğüm?
Bak Fettullah Hoca “MİT’ i” işaret ediyor. Bazıları hükümet diyor, BOP diyor, Amerika diyor kimisi. Yoksa hepsi mi? Yoksa bir yandan Suriye’ yi karıştırmak, tıkmak orduyu içeri, atmak yazarı,çizeri aydını hapise, doldurmak Amerikan Üslerini yurdun içine, yığmak ajanları sınıra, susturmak televizyonları, gazeteleri ve sıra sıra dizilmek mi cenazelerde?
Sn. “Baş Usta” er geç bitecek diyor. Geç bitmesi seni de bitirir patron. Er bitse iyi olur.. Yoksa şehit vere vere erimiz de kalmadı. Lütfen bir BOP’a yarayın artık. Yahu işin BOP’u çıktı. Dahası iki ucu BOP’ lu değnek. Bilmediğin BOP’ u git Amerika’ da oku. Ya da artık kurumuş BOP’ lara su dökmeyelim. Allah’ tan TUSİAD Başkanı Ümit Boyner’in selüliti yok. Manken gibi, genç kız gibi. Ülke yanarken, devlet cenaze törenlerine yetişemezken, Ümit Hanım muhteşem yatından denize balıklama atlıyor. Okumaz ya, tesadüfen yazdıklarımı okursa herhalde şöyle düşünür: ‘Deniz var yat var neden atlamayayım?
Yatından çözeceksin terörü besbelli… Bir de ne olduğunu anlayıp bilebilsen. Siz hükümete onayınızı vermişsiniz. Amerika’ ya eyvallahınız var. Üstelik Atatürk’ e de ne kadar düşman olduğunuz, kocanızın verdiği Atatürk beyanatlarında mevcut. Terörü el ele çözeceksiniz. Ateşi söndüreceksiniz. Yani hem yakıp hem söndürmek. Hem de yattan, hem de manken vücudunuzla ve selülitsiz bacağınızla. Demek ki bu işler bu kadar kolaymış. Ve size kalmış..
‘Ver kurtul’ a ne dersin Sn. Boyner? Yoksa öngördüğünüz çözüm bu mu? Böl Türkiye’ nin topraklarını ‘Ver kurtul’ hani, hükümet bunu tek bir ağızdan söylemesin. Muhalefet, bir de siz, Üç ağızdan, yani hep bir ağızdan ‘Ver kurtul’ deyin. Bu mu? Yemezler..
Bence çıplak ayak Bop’a bastınız. Büyük Orta Doğu Projesi’ nin, sermayenin desteğini aldığını biliyoruz. Siz de destekleyenlerden birisiniz. Sermaye çevresinden de farklı bir şey beklemek yanlış olur. Kader böyle değil, sistem böyle. Yani ne ka ekmek, o ka köfte.
Piyasa gazeteleri
Önce söz etmiyorlar ülke gerçeklerinden. Sonra deve kuşu gibi kafalarını gömdükleri kumdan çıkarıp, etrafa çaktırmadan kalkıyorlar. Bakıyorlar ki, konuyla ilgili ufak tefek şeyler yazılmış. ‘E, herkes yazdı ne yapsaydık’a sığınıp, biraz da başbakan tarafından kolaçan edip, ufak tefek çızıktırmaca. Hani keserin sapı döndüğü zaman… Nasıl bakacaksınız milletin yüzüne?…
Ne demiş Brecht: ‘Halkın hafızası yoktur.’
Belki buna sığınır yırtarsınız. Gazetelerin kendilerine göre adamları var. Yani sanatçıları v.s. Gazeteler kimin ne kafada olduğunu biliyor… Yani, bir görüş alacaklarsa kiminki onlara uyar ve böylece çoğunluğu sağlarlar bunu iyi bilirler.
En son Gaziantep’ teki terör olaylarından sonra, kendi sanatçılarının görüşleri yer alıyor… ‘Üzgünüz’… ‘Olur şey değil’ gibi sözcükler… Şöyle somut bir yanıt yok. Benim ve benim gibilerin yanıtları bu tip boyalı gazetelerde çıkmaz. Çünkü onlar; örneğin, Antalya Film Festivali’ nin başkanının Hülya Avşar olmasını destekleyenlerdir. Onlar, daha çok magazinle sayfalarını dolduranlardır… Onlar, gazetelerinin çeşitli sayfalarına çıplak kadın resmi basarak kadını meta olarak olarak kullananlardır. Doğruları yazmaktan da korkarlar, doğru söyleyenlerden de.
Onlar, sistemin gazeteleridir. Bozuk sistemden nemalanırlar. Düzenin değişmesini istemezler. Onlar, çok sayfalıdırlar. Kuşe kağıtlı ve boyalıdırlar. Çok reklam alır, yani sermayeden beslenir, sermayeyi temsil ederler. Onlara hep ‘Hava Hoş’ tur.
Metin Akpınar
Röportaj vermiş… Sözcü’ ye… Ama tam olarak ne dediği belli değil. Aslında demediği daha belli. Yani bir şey demek istememiş. Metin iyi bir aktördür. Aynı zamanda da iş adamı. İşini bilir yani. Bu kötü mü? Yo, iyi. Malum iş bilenin, kılıç kuşananın.
Bugün hangi iş adamını işinden başka bir şey alakadar eder ki? Yaygın bir söz vardır: ‘İşimize bakalım’. İşine baktığın sürece memlekette olup bitenlere uzaktan bakarsın. Hatta bakmazsın. Görmezsin. İşine gelmez. Röportaj Sözcü Gazetesi’nde olunca, ağzından laf almaya çalışmış muhabir arkadaş. O da “Pışık” yapmış. ‘Ötmem kızım’ demiş pişkince.
O da haklı, niye taksın ki maliyecileri peşine? “Bir ara”… “Bir zamanlar”... diyor. Dağda 650 terörist vardı. Devlet gider dağa, bu işi kökünden hallederdi diyor. Bugün artık çok geç diyor. Bu sene kötü geçti, seneye daha kötü olacak diyor. Biz hafızasızlar da iyi bir şey söylediğini zannediyoruz. Bazen, ‘olup biten’ görmezden gelindiğinde, kültür de işe yaramıyor ve yalnızca içki masalarına meze oluyor.
Dağdaki 650 teröristi yok etmek çözüm değil. 1800’ ünü de yok etmek çözüm değil. Herşeyden önce öldürmek çözüm değil. İnsandan söz ediyoruz. Elimize Öcalan’ ı teslim ettiler. Dokunabildik mi?
Dokunamazsın. Birine de binine de. Ona buna dokunmakla olmaz. Bunları temizlemekle olmaz. Mesele temizlik sorunu değil.. Neden kirlendiği.. Arkasında kimin olduğu. Arkadakilere bulaşabiliyor musun.. Metin; Temizleyebiliyor musun arkadakileri?.. Bırak bunları, konuşamıyorsun bile. Ya biliyorsun konuşmuyorsun, ya bilmiyorsun. Şöyle ya da böyle ama hiç değilse konuşuyormuşun gibi yapma. Zira hepimiz aynı Bop’ un soyuyuz.
Çözüm
Suriye’ den elini çekeceksin.
Teröre maruz kalmış ülkelere düşmanlık değil, onlarla iş birliği yapacaksın.
Bop’ tan işleri bırakacaksın.
Paşaları, yurtseverleri, aydın ve gazetecileri serbest bırakacaksın.
Amerikancı olmayacaksın.
Amerika’ nın değil, kendi çıkarlarını gözeteceksin.
Çağdaş ve bilimden yana olacaksın.
Lafı çevirmeyi, politikayı döndürmeyi bırakacaksın.
Dünyayı öküzün boynuzundan indireceksin.
Kendi ülkenin karıştırılmasını istemiyorsan, başka ülkeleri karıştırmayacaksın
Basının ve vicdanın hür olacak
Eleştiriye açık olacaksın
Ajanları, Amerikan üslerini ülkenden çıkaracaksın.
İkili oynamayacaksın.
Açık ve dürüst olacaksın.
Azınlık dediğin vatandaşlarımızı bağrına basacak, azınlık muamelesi yapmayacaksın.
Sermaye çevresini korkutmaktan vazgeçeceksin.
Vatan vazifesi, şehitlik mertebesi yalnızca fakir fukaraya
bırakılmayacak.
Aksi takdirde Napolyon gibi Waterloo’ da kış şartlarına yenik düşersin. Seni Allah bile kurtaramaz.
Ülken sahibinden satılık kelepir bir ülke olmayacak.
Her ne kadar sürç-i lisan ettiysek affola.

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget