Lozan Antlaşması’nın 89. yılını salı günü idrak ettik.
Bu yıl Lozan daha az hatırlandı, daha fazla hırpalandı.
“Türkiye’yi bağımsızlığı ve sınırlarıyla tescil eden bu anlaşmanın daha az hatırlanması, Cumhuriyetin kurucu felsefesinden daha da uzaklaşılması, hatta kopulmuş olması mıdır acaba” sorusunun üzerinde uzun uzun durulmalıdır.
Buna karşılık, kimileri de kendi meşreplerine uygun olarak şu soruyu soracaklardır:
- Cumhuriyetin kurucu felsefesine bunca yıl sonra bağlı kalmak iyi miydi ki?
Bu arada, Lozan çevresinde hezeyanların üzerinde durmanın da bir anlamı yok.
Çocukluğum “Lozan Zaferi” söylemini tekrarlayarak geçti.
Sonra tarihi iyi kötü öğrenmeye başlayınca, Lozan’ın zafer olup olmadığının tartışmalarının imzalandığı güne kadar uzandığını gördüm.
Barış antlaşmalarının ardında, zafer veya bozgun aramak yerine, kalıcı ve adil bir barışın önkoşullarının bulunup bulunmadığına bakılması gerekliliğini ise daha sonra, hem Lozan’ı hem de “barış” kavramını öğrendiğim dönemlerde kavradım.
***
Bu durumda, “Lozan zafer mi, bozgun mu” tartışmasının iki yanının da haklı olmadığını söyleyebiliriz.
Kimilerinin iddia ettikleri gibi Türk delegasyonu Lozan’da konferans masasına otururken kafasında olanların hepsini, büyük galipleri diz çöktürerek aldı mı?
Öyle olsaydı büyük bir zaferden bahsetmek mümkün olabilirdi.
Ama hepimiz biliyoruz ki 1- Musul ve Kerkük, 2- Hatay, 3- Boğazlar konusu Lozan’da Türkiye’nin istediği şekilde çözülmedi.
O yüzden bir zaferden söz etmek abartılı olur.
Ama Türkiye kimi sınırlamalara rağmen Musul ve Kerkük dışındaki Misakımilli sınırları üzerindeki tam bağımsızlığına, toprak bütünlüğüne kavuşmuş, Kurtuluş Savaşı’nda amaçladıklarını büyük ölçüde, barış masasında elde etmiştir.
Bu açıdan bakılırsa, tartışma götürmez bir kazanç söz konusudur.
Lozan’a daha evrensel bir perspektiften baktığımızda, görünense, onun Birinci Paylaşım Savaşı galiplerinin mağluplarına, zorla kabul ettirmeye çalıştıkları sürekli olması imkânsız “barış!” formüllerinin düzeltilmiş olmasının tescili olduğudur.
Bu bakımdan gerçekten bir zaferden söz etmek de mümkündür.
***
Aradan geçen bunca zamandan sonra da tartışma zaten önemini tümden yitirmiştir.
Bugün önem kazanan soru, Lozan’ın yaşayıp yaşamayacağı veya daha ne kadar yaşayacağıdır. Hatta daha da ileri giderek şu soruyu sorabiliriz:- Acaba Lozan’ın doksanıncı yaşını görebilecek miyiz?
Lozan bütün düzeltmeleriyle iki dünya savaşı arası düzenlemelerin ürünüdür.
İkinci Dünya Savaşı ertesinde, soğuk savaş döneminde, Türkiye açısından yaşamsal önemi olan Lozan varlık ve geçerliliğini yine korumuştur.
Ama 21. yüzyılla birlikte hiç değilse kısa bir süre dünyanın tek egemeni olduğunu sanan ABD, Ortadoğu’yu yeniden tanımlayıp düzenlerken bölgede sınırların da, devlet sayısının da değişmesini öngörmüştü.
Saddam’ın diktatörlüğü; “kimyasal, biyolojik ve nükleer silahları(!)” bahane edilerek başlatılan Irak operasyonu da, “Maşrık”tan “Mağrip”e bütün Arap âlemini sarsan, “Arap Baharı” da, onun bir uzantısı olarak gösterilmeye çalışılan Suriye olayları da Amerika’nın bölgeyi yeniden biçimlendirme planının parçalarıdır.
Orada, Amerika ve de bölgedeki kimi güçler açısından Lozan’a yer yoktur.
Bu durum “Lozan’ın 90. yaşını görebilecek miyiz” sorusunun neden önem kazandığını açıklamaya yeter.
Sanırım ki bu soru, aşağıdaki şu sorunun yanıtıyla yakından bağlantılı:
- Türkiye Cumhuriyeti’nde iktidar olanlar, Lozan’ı savunma iradesine sahipler mi?
Yorum Gönder