Dadaşlar diyarı Hasankale gurur dolu bir tarihle anılıyor.
Bir Bakan, Erzurum'un Hasankale (Pasinler) ilçesinde, kendisini görmekten mutlu olduğunu söyleyen vatandaşa, “Sevindiğini kanıtlamak için oyna ya da takla at” demişti...
Erzurumlu denilince akla Dadaş gelir. Dadaş, özü de sözü de bir, doğru ve gururlu kişi demektir. Dadaş, hiç kimsenin, özellikle de siyasetçinin isteği üzerine ne oynar ne de takla atar.
Şimdilerde Erzurumlu ve Hasankaleli çok, Dadaş ise az. Hasankale tarihini Hasankalelilere unutturdukları içindir ki, vatandaşa, sevincini göstermesi için “oyna, ya da takla at” diyebiliyorlar.
Gelin sizi tarihin derinliklerine götüreyim, gerçek Hasankaleli yani Dadaş neymiş görün.
Selçuklu ordusu 1071'de, Malazgirt Zaferini kazanıp Anadolu'nun kapılarını açmadan önce, daha 1046-47'den itibaren Oğuz boylarının en cesurları Hasankale'ye ulaşmış, çevreye yerleşmeye başlamıştı. Öyle ki, 1048'de, Pasinler Ovası'ndaki savaşta, Selçuklu Ordusu'nun kazandığı zafere en büyük katkıyı, kısa süre önce bölgeyi yurt edinen Oğuz boyu sağlamıştı. Savaş öncesi Oğuz boyunun yerleşkesine giden Gürcü Prensi Antoin, sofra kurulmasını, eğlence düzenlenmesini isteyince, Türk beyinden, “Gelirken soytarılarınızı da, aşçılarınızı da beraberinde getirseydiniz.” yanıtını almıştır.
İşte bu Oğuz boyu, bölge Batı Moğollar olarak da bilinen İlhanlıların egemenliğine girdiğinde de (1240'lı yıllar) aynı tepkiyi vermekten çekinmemiştir. Acımasızlığıyla tanınan İlhanlıların komutanlarından Tungay, Hasankale'yi yurt edinmiş Oğuz beylerinden Harun'u çağırtıp, askerlerinin ihtiyaçlarının karşılanmasını, gönüllerinin hoş tutulmasını istemiştir.
Oğuz beyinin yanıtı ise “İhtiyacımızın dışındakini size veririz, ancak gönülleri hoş tutmak bizim işimiz değil” olmuştur.
Bu yanıt üzerine birçok Türk kılıçtan geçirilmesine rağmen Hasankaleliler, İlhanlıların gönlünü hoş etmeye yanaşmamıştır.
1390'lı yılların sonunda da, aynı Oğuz boyu, bölgeye gelen bir diğer Moğol Hanı Timur'a da benzer tavrı sergilemiştir. Moğol ordusunun öncüleri Hasankale'ye ulaşıp, Timur için iyi bir karşılama yapılması ve çalgılı, eğlenceli ziyafet sofrası hazırlanmasını isterler. Oğuz boyunun önde gelenleri ise “Soframıza misafir olun, ama kimseyi mutlu etmemizi beklemeyin” yanıtını verince, Timur'un askerleri önlerine geleni kılıçtan geçirecektir.
Yavuz Sultan Selim'in Çaldıran Zaferi öncesi bölgeye uğrayan Osmanlı Ordusu, kimi ihtiyaçlarını Hasankale'den sağlamak ister. Murat Paşa komutasındaki bir grup asker Hasankale'ye gelir. Paşayı karşılayanlar, “İhtiyacınızı karşılayalım, ama çalgı, eğlence istemeyin” diye daha baştan uyarırlar. Bu uyarının nedenini soran Murat Paşa'ya ise yukarıda verdiğim örnekleri aktarırlar. Duyduklarından memnun olan Murat Paşa da, “Bu Hasankaleliler ölümü göze alarak körü körüne gururlarını öne çıkarıyor.” der. Murat Paşa'nın, “körü körüne” sözünün ise bugün Hasankaleliler için Erzurum bölgesinde kullanılan kör kaleli (Kor Galalı) tanımlamasının kaynağı olduğu söylenir.
Hasankalelilerin gururu, 1870'li yılların sonlarında bölgeye gelen Rus askerlerine verdikleri tepkilerle de sürmüştür. Rus çarının yeğeni Alexandre İliyev, Hasankale'de dolaşırken, kimsenin yüzünün gülmediğini görmüş, yaverine, “İşgal altında oldukları için bize kızıyorlar. Bu akşam Kazak askerlerimizin oynayacağı bir eğlence düzenleyin de, halkla aramızı düzeltelim” der. Akşam olduğunda hiç kimsenin eğlenceye gelmediğini gören İliyev, Hasankaleli Hacı Mustafa'ya bunun nedenini sorar. Aldığı yanıt çarpıcıdır.
“Hasankaleli, başkaları istedi diye eğlenmez. Hele Moskof'un işgalinde hiç eğlenmez.”
İliyev, bunun üzerine, “Siz hiç gülüp eğlenmez misiniz” diye sorar.
Hacı Mustafa'nın yanıtı ise “Düğünde, bayramda elbette eğleniriz; ama bunu ağırbaşlılıkla yaparız” olur.
Pasinler yani Hasankale nüfusuna kayıtlıyım. Biz atamızdan dedemizden, Erzurumlu ve Hasankaleli olmadan önce Dadaş olduğumuzu öğrendik. Dadaş'ın ağırbaşlı, terbiyeli, bilgili, görgülü ve gururlu olması gerektiğini öğrendik.
Şimdi gelelim dönemin moda konusu, “Camileri ahır, kışla, yatakhane yaptılar” iddiasına.
Yıl 1943. Aralık ayının son günleri. Yer Erzurum' un Hasankale ilçesi. Hava o kadar soğuk ki, tükürsen donuyor türünden. Siz deyin eksi 25 ben diyeyim eksi 35. Uzaklardan aç kurtların ulumaları duyuluyor. Köpekler tedirgin, neredeyse evlerin içine girecekler. Erzurumkapı Mahallesi'ndeki bazı evlerin kapıları çalınıyor. Sıcak yataklarında, uykularından uyananlar, “Gecenin bu saatinde kim ola ki?” diye söyleniyor. Perdelerin arkasından dışarıya bakanlar, kaputlarını yüzlerini gizleyecek şekilde kapatmış, sırtlarındaki tüfekleri ters çevirmiş askerleri görüyor.
Subaylar evdekilere sesleniyor; “Askerlerimiz donuyor. Muhtarları, caminin hocasını çağırın...”
Eşi Eleşkirt'e gitmiş olan Sıdıka Hanım, atkısını başına alıyor ve uykudaki çocuklarını uyandırmadan kapıyı açıyor. Karşısında Binbaşı olduğunu söyleyen bir subay var. “Korkma bacım. Erzurum'dan, Sarıkamış'a gidiyoruz. Yol kapalı. Askerim donuyor. Muhtarı ya da caminin hocasını nerede buluruz?” diye soruyor.
Seferberlik yaşamış, Ermeni çetelerinin katliamlarında yakınlarını kaybetmiş, Sarıkamış'ta, 80 bin vatan evladının Ruslarla savaşamadan donarak öldüğünü görmüş Sıdıka Hanım, karşıdaki evi işaret ediyor. Orada, aile reisinin yokluğunda onlara kol kanat geren komşusu “Asker Ağa” oturuyor. Sıdıka Hanım, “Asker Ağa da ben de size yardım ederiz komutan.” diyor. Göz ucuyla da sokağa bakıyor. Her yer asker dolu. Ayakta durmakta zorlanan, yere düşen, donuyorum diyen, hatta ağlayan askerler.
Asker Ağa çoktan uyanmış, kapıyı açmış bile. Binbaşı, kara bata çıka yanına gidiyor. Asker Ağa durumu öğrenince, Sıdıka Hanım'a, “Sen içeri gir, ben ilgilenirim.” diyor, sonra da düşüyor binbaşının önüne. Muhtarı ve hocayı buluyorlar. Binbaşı, yalvaran bir ses tonuyla, “Hanelerin halkını rahatsız etmeyelim, ne olur bize ahırlarınızı açın” diyor. Sonra da, “Hocam, mümkünse camileri de açın, askerim içeriye sığınsın. Allah'ın evidir. İçeriyi kirletmeyiz. Aldığımız gibi bırakırız.” diye ekliyor.
Hasankale uyanmış, haber evden eve yayılmış. Kimi evini açıyor, kimi de, hayvanların sıcaklığıyla ısınmış ahırını. Ayakta durmakta zorlanan, donmak üzere olan askerlere yardım ediyor Hasankaleliler. Camiler hemen doluyor. Asker Ağa, hemşehrilerine sesleniyor: “Herkes camilere birkaç tezek götürsün, sobaları yakalım. Askerimiz ısınsın. Evi müsait olanlar askeri ahırda bırakmasın.”
Subaylar gördükleri ilgiden gözleri yaşarmış halde hocalara, muhtarlara teşekkür ediyorlar.
“Çoluk çocuğunuza rahatsızlık vermeyelim. Ahırlarda da kalırız.” diyorlar. Halk, “Olmaz, evlerimizi de açarız.” diye ısrarcı oluyor...
Çünkü o zaman gerçek Hasankaleliler, yani Dadaşlar var.
Bu sırada, aynı sahneler, Hasankale'ye 35-40 km uzaklıktaki Horasan'da da yaşanıyor. Halk askerine, subayına sahip çıkıyor. Asker Ağa'nın çağrısı üzerine, ekmeğin karneyle olduğu bu dönemde, evlerindeki yiyeceğin bir parçasını askere veriyor. Sabah namazı okunuyor. Camilerdeki askerler namaza duruyor. Buldukları sıcak ortam için Allah'a şükrediyorlar.
O yıllarda, Erzurum'dan Sovyetler Birliği (Şimdiki Ermenistan, Gürcistan) sınırına kadar olan bölgede yaşayanlar, anlatmaya çalıştığım sahnelere birçok kez şahit oldular. Donmak üzere olan askerlerin, yakınan, yardım isteyen çığlıkları kulaklarda yer etti.
Bölgenin camileri, kışlaların yetmediği, yetemediği her yerde askere ev aynı zamanda ibadethanesi oldu. Asker aynı zamanda ahırda da yattı.
Ama o yılların acılarını, yokluklarını, sıkıntılarını yaşayanlar, hele hele soyu daha tükenmemiş olan Dadaşlar, “Camileri, yatakhane, kışla ya da ahır yaptılar.” demedi. Demeye yeltenenlerin ise yüzüne tükürdü. Bırakın evini ve tezeğini, olmayan ekmeğini de paylaştı.O yıllarda 2. Dünya Savaşı vardı.
Kızılordu, sınıra dayanmıştı. Sovyet uçakları Kars, Sarıkamış, Horasan hatta Hasankale'ye kadar gelip keşif uçuşları yapıyordu. Erzurum'daki 3. Ordu'dan Sovyet sınırına, hava karardıktan sonra asker sevkiyatı yapılıyordu. Kar, yolları ve tren yolunu kapatınca, asker yürüyordu.
Bunları nereden biliyorum. Sıdıka Hanım, nenem yani babaannemdir. Hem nenemden hem de diğer aile büyüklerimden, çocukluğumun en anlamlı hikâyeleri olarak dinlediklerimin
sahipliği yaptı. Kimi camiler aylarca askerin evi, yatakhanesi, ama bir bölümünü paylaştım.
“Camileri ahıra, kışlaya çevirdiler.” diyerek dünyadan bihaber yurdum insanını, Kurtuluş Savaşı'nın kahramanlarına, ordusuna, subayına düşman etmeye çalışanlara söyleyecek çok şey var.
“Camileri ahır yaptılar, kapattılar.” diyenlere, gün gelecek, “Camilerin altını üstünü market, dükkân yapıp, ibadethaneleri ticarethanelere çevirmediniz mi?” diye sorulacaktır elbet.
Gürbüz Evren
Yorum Gönder