Örülmüş saçlarından asılmışsa masum tenler; kirpikler isyankarsa
utanç verici manzaralara, işte o zaman reddediyor kumpası öfkeler,
öteleniyor kirletilmiş hesaplar!..
İki masumun; gazetelere yansımış
çığlık atan fotoğraflarına bakanlar, tıpkı benim gibi uygarlığın değil,
isyanın takasını görmüşlerdir belki!.. Tenin değil bedenin, canın değil
yaşamın, kanın değil adamlığın takası!..
İnsan düşünmeden edemiyor
işte o zaman... Onlar; yaşamı henüz kavrayamayan ellerini, çehrelerine
başkalarından düşen utançlarına niçin kapatmışlardı ki?..
Onlar
ışıklar altında ifade verirken; titreyen dudaklarından dökülenler aynı
zamanda çocukluk çığlıkları değil miydi?.. O yüzden gül yaprağına düşmüş
yağmur misali, beyaz kağıda dökülen gözyaşlarıyla rol vermişlerdi
fotoğraflara!..
Oysa kadınlığın takasa düşmüş pazarında, kurbanlık
koyunları andıran çaresizlikleriyle gelmişlerdi oraya!.. Korkularını bir
tarafa atarak, yalnızlıklarını unutarak!..
Onların, yani o iki
sabinin sevdaları var mıydı yüreklerinde?.. Var mıydı onları,
kalplerdeki rüzgarın tahta salıncağında sallayanlar?..
Var mıydı
yıldızlara baktıklarında işte bu benim dedikleri?.. Uyanmışlar mıydı
acaba sabahın mahmurluğunda, eski bir radyodan yayılan sevda
türkülerine?..
Pas tutmuş prangalar!..
Onlar korku dolu gözleriyle, amatör bir fotoğrafın hüzün dolu
portrelerine kilitlenmişler miydi acaba?.. Masumiyeti kucaklayan mahcup
bir çapkınlığın göz kırpışlarına maruz kalmışlar mıydı?..
Pencereden özgürce bakmışlar mıydı yağmur dökülen sokaklara?.. Gök gürültüsünün kerpiç duvara yansıyan ürkütücü ışıklarına?..
Peki, köhne sokaklara savrulan karlardaki faili meçhul izleri takip etmiş miydi kara gözleri?..
Kucaklarda
parende atan şehir kahpeliklerinin tam aksine, tüm saflıklarını
yorganlarının altına gizlemişler miydi?.. Bastırmışlar mıydı ergenliğin
alev sarmış yangınlarını?..
O masumlar... İşte devlete sığınan o
masumlar, körpelikleri titreyen duygularıyla vals yaparken, çocuksu
öpücükler uğruna tehlikeye atmışlar mıydı yaşamlarını?.. Bağnazlığın
cenderesinde, aşk güllerini utangaç gamzelerinde saklamışlar mıydı?..
Bir
romantik filmin kahramanına giydirmişler miydi rengarenk özlemlerini?..
Hasretlerini şırınga etmişler miydi platonik duygularına?.. Mendil
atmışlar mıydı derme çatma balkonlarından?.. El sallamışlar mıydı kınalı
parmaklarıyla?..
Kirli takasların prangalı bu iki mahkumuna tüm bu
sorular sorulmuş muydu acaba?.. Bir gün olsun sorulmuş muydu?.. Hiç
sanmıyorum!..
Şüphesiz ki, feodalitenin kara kitabında yüzü kızarmış
satırların, sipariş edilmiş köhne öykülerin unutulacak figüranları
olacaktı onlar... Tabi o akşam; kemende bağlı cılız cesaretlerine
sarılarak, el ele tutuşarak, karakola götürülmeselerdi eğer!..
Kurşuna köle kaygılar!..
15 yaşındaki iki kız, 26 Şubat 2013 günü Adana’nın Yüreğir
ilçesindeki Köprübaşı Polis Karakolu’na girdiklerinde; yalnızca
ailelerinin kurallarını değil, yüzlerce yıldır kadının boynunda yağlı
bir ilmik gibi duran törenin kara sayfalarını da buruşturup bir tarafa
atmışlardı!..
Polis gözyaşlarına bulaşmış korkuları, kurşuna mahkum
kaygılarıyla, avuçlarını titreyen dizlerine bastıran küçük kızları
sakinleştirmek için çok uğraştı... Çünkü kurban bıçaklarının altından
kurtularak, çaresizliğe koşan kuzular gibiydi ikisi!..
Görevliler,
törenin Doğu’dan Batı’ya göç etmiş ve de klasikleşmiş öykülerini
dinledi, notlar aldı, tutanaklar düzenledi... Birbirine tutunmuş,
birbirinden farksız acılar çeken, aynı isyanı barındıran öykülerdi
onların ki...
Yoksulluğun zikzaklarında yaşama tutunan Türkan, on yıl
önce babasını kaybeden kızı Semra’yı, ağabeyinin oğlu 15 yaşındaki
Fikret’le nikahlamıştı!..
Aslında sefalet içindeki iki aile de,
“başlık parası” denilen belayı savuşturma uğruna, törenin pervasız
yasalarına sığınmıştı... Yağmurdan kaçarken doluya tutulmuşçasına...
Denize düşüp yılana sarılmışçasına!..
Madem başlık parası almamak
vardı, o halde başlık parası vermemek de, böylesi evliliklerin değişmez
bir yasasıydı... “Berdel” yani takas diyorlardı bu yönteme... Çocukları
karşılıklı olarak evlendirmek!.. İki kızla iki erkeği, törenin
urganlarıyla, aynı kadere bağlamak gibi!..
Bağnazlığın tamtam sesleri!..
Anne Türkan kızını vermişti ya?.. Ağabeyinin kızı 15 yaşındaki
Yasemin’i de, 18 yaşındaki oğlu Murat’a almıştı... Başlık parasız,
bedelsiz bir töre yasasının ikiz kurallarıyla!..
İki kızın girdabı
işte “berdel” tamamlanıp iş düğüne geldiğinde haykırışa dönmüştü...
Polis sokakta yapılan düğünü ihbar üzerine basınca, çocuk yaşta evliliğe
zorlananların dramıyla karşılaşmıştı...
Bağnazlığın tamtam seslerinden kaçırılan iki kız karakola girer girmez, “bizi kurtarın” diye çığlık atmışlardı...
İkisi de çok küçüktü, ikisi de yoksuldu ve en önemlisi de ikisi de okumak istiyordu... Okumak ve kara yasalara direnmek için!..
Polise
yalvarırcasına dil döktüler; “Ne olur bize yardım edin... Biz bu yaşta
evlenmek değil, okula gitmek istiyoruz... Ailelerimizin baskısına
çaresizce boyun eğdik... Kurtarın bizi!..”
Semra ile aynı yaştaki
kuzeni Yasemin yalnızca akraba evliliğinin kumpasında değil,
çaresizliğin takasıyla girdikleri savaşta da, şimdilik devletin
korumasındalar!.. Bedelsiz takasa, bedel ödemesinler diye!..
Doğu
kentlerinde, katı kuralları hapseden evlerin hüzünlü duvarlarında,
sararmış fotoğraflar gibi direnen törelerin, böylesi vakaları affetmesi
pek nadir olsa da; küçük yürekler büyük bir mücadeleye girişmişti
artık...
Töre bu isyana kurşunla yanıt vermezse; feodal öfkenin kin
tutmuş direnişine yenilmezlerse, devlet onlara gerçekten kol kanat
gerebilirse, okula gidip kalem tutabilirlerse, Semra ile Yasemin,
takasın isyanına karşı belki galip gelirler!.. “Belki...” diyorum...
Çünkü ihtimaldir ki belki!..
Yorum Gönder