Takasa mahkum sevdasız yürekler! - Mehmet Faraç

Örülmüş saçlarından asılmışsa masum tenler; kirpikler isyankarsa utanç verici manzaralara, işte o zaman reddediyor kumpası öfkeler, öteleniyor kirletilmiş hesaplar!..
İki masumun; gazetelere yansımış çığlık atan fotoğraflarına bakanlar, tıpkı benim gibi uygarlığın değil, isyanın takasını görmüşlerdir belki!.. Tenin değil bedenin, canın değil yaşamın, kanın değil adamlığın takası!..
İnsan düşünmeden edemiyor işte o zaman... Onlar; yaşamı henüz kavrayamayan ellerini, çehrelerine başkalarından düşen utançlarına niçin kapatmışlardı ki?..
Onlar ışıklar altında ifade verirken; titreyen dudaklarından dökülenler aynı zamanda çocukluk çığlıkları değil miydi?.. O yüzden gül yaprağına düşmüş yağmur misali, beyaz kağıda dökülen gözyaşlarıyla rol vermişlerdi fotoğraflara!..
Oysa kadınlığın takasa düşmüş pazarında, kurbanlık koyunları andıran çaresizlikleriyle gelmişlerdi oraya!.. Korkularını bir tarafa atarak, yalnızlıklarını unutarak!..
Onların, yani o iki sabinin sevdaları var mıydı yüreklerinde?.. Var mıydı onları, kalplerdeki rüzgarın tahta salıncağında sallayanlar?..
Var mıydı yıldızlara baktıklarında işte bu benim dedikleri?.. Uyanmışlar mıydı acaba sabahın mahmurluğunda, eski bir radyodan yayılan sevda türkülerine?..
Pas tutmuş prangalar!..
Onlar korku dolu gözleriyle, amatör bir fotoğrafın hüzün dolu portrelerine kilitlenmişler miydi acaba?..  Masumiyeti kucaklayan mahcup bir çapkınlığın göz kırpışlarına maruz kalmışlar mıydı?..
Pencereden özgürce bakmışlar mıydı yağmur dökülen sokaklara?.. Gök gürültüsünün kerpiç duvara yansıyan ürkütücü ışıklarına?..
Peki, köhne sokaklara savrulan karlardaki faili meçhul izleri takip etmiş miydi kara gözleri?..
Kucaklarda parende atan şehir kahpeliklerinin tam aksine, tüm saflıklarını yorganlarının altına gizlemişler miydi?.. Bastırmışlar mıydı ergenliğin alev sarmış yangınlarını?..
O masumlar... İşte devlete sığınan o masumlar, körpelikleri titreyen duygularıyla vals yaparken, çocuksu öpücükler uğruna tehlikeye atmışlar mıydı yaşamlarını?.. Bağnazlığın cenderesinde, aşk güllerini utangaç gamzelerinde saklamışlar mıydı?..
Bir romantik filmin kahramanına giydirmişler miydi rengarenk özlemlerini?.. Hasretlerini şırınga etmişler miydi platonik duygularına?.. Mendil atmışlar mıydı derme çatma balkonlarından?.. El sallamışlar mıydı kınalı parmaklarıyla?..
Kirli takasların prangalı bu iki mahkumuna tüm bu sorular sorulmuş muydu acaba?.. Bir gün olsun sorulmuş muydu?.. Hiç sanmıyorum!..
Şüphesiz ki, feodalitenin kara kitabında yüzü kızarmış satırların, sipariş edilmiş köhne öykülerin unutulacak figüranları olacaktı onlar... Tabi o akşam; kemende bağlı cılız cesaretlerine sarılarak, el ele tutuşarak, karakola götürülmeselerdi eğer!..
Kurşuna köle kaygılar!..
15 yaşındaki iki kız, 26 Şubat 2013 günü Adana’nın Yüreğir ilçesindeki Köprübaşı Polis Karakolu’na girdiklerinde; yalnızca ailelerinin kurallarını değil, yüzlerce yıldır kadının boynunda yağlı bir ilmik gibi duran törenin kara sayfalarını da buruşturup bir tarafa atmışlardı!..
Polis gözyaşlarına bulaşmış korkuları, kurşuna mahkum kaygılarıyla, avuçlarını titreyen dizlerine bastıran küçük kızları sakinleştirmek için çok uğraştı... Çünkü kurban bıçaklarının altından kurtularak, çaresizliğe koşan kuzular gibiydi ikisi!..
Görevliler, törenin Doğu’dan Batı’ya göç etmiş ve de klasikleşmiş öykülerini dinledi, notlar aldı, tutanaklar düzenledi... Birbirine tutunmuş, birbirinden farksız acılar çeken, aynı isyanı barındıran öykülerdi onların ki...
Yoksulluğun zikzaklarında yaşama tutunan Türkan, on yıl önce babasını kaybeden kızı Semra’yı, ağabeyinin oğlu 15 yaşındaki Fikret’le nikahlamıştı!..
Aslında sefalet içindeki iki aile de, “başlık parası” denilen belayı savuşturma uğruna, törenin pervasız yasalarına sığınmıştı... Yağmurdan kaçarken doluya tutulmuşçasına... Denize düşüp yılana sarılmışçasına!..
Madem başlık parası almamak vardı, o halde başlık parası vermemek de, böylesi evliliklerin değişmez bir yasasıydı... “Berdel” yani takas diyorlardı bu yönteme...  Çocukları karşılıklı olarak evlendirmek!.. İki kızla iki erkeği, törenin urganlarıyla, aynı kadere bağlamak gibi!..
Bağnazlığın tamtam sesleri!..
Anne Türkan kızını vermişti ya?.. Ağabeyinin kızı 15 yaşındaki Yasemin’i de, 18 yaşındaki oğlu Murat’a almıştı... Başlık parasız, bedelsiz bir töre yasasının ikiz kurallarıyla!..
İki kızın girdabı işte “berdel” tamamlanıp iş düğüne geldiğinde haykırışa dönmüştü... Polis sokakta yapılan düğünü ihbar üzerine basınca, çocuk yaşta evliliğe zorlananların dramıyla karşılaşmıştı...
Bağnazlığın tamtam seslerinden kaçırılan iki kız karakola girer girmez, “bizi kurtarın” diye çığlık atmışlardı...
İkisi de çok küçüktü, ikisi de yoksuldu ve en önemlisi de ikisi de okumak istiyordu... Okumak ve kara yasalara direnmek için!..
Polise yalvarırcasına dil döktüler; “Ne olur bize yardım edin... Biz bu yaşta evlenmek değil, okula gitmek istiyoruz... Ailelerimizin baskısına çaresizce boyun eğdik... Kurtarın bizi!..”
Semra ile aynı yaştaki kuzeni Yasemin yalnızca akraba evliliğinin kumpasında değil, çaresizliğin takasıyla girdikleri savaşta da, şimdilik devletin korumasındalar!.. Bedelsiz takasa, bedel ödemesinler diye!..
Doğu kentlerinde, katı kuralları hapseden evlerin hüzünlü duvarlarında, sararmış fotoğraflar gibi direnen törelerin, böylesi vakaları affetmesi pek nadir olsa da; küçük yürekler büyük bir mücadeleye girişmişti artık...
Töre bu isyana kurşunla yanıt vermezse; feodal öfkenin kin tutmuş direnişine yenilmezlerse, devlet onlara gerçekten kol kanat gerebilirse, okula gidip kalem tutabilirlerse, Semra ile Yasemin, takasın isyanına karşı belki galip gelirler!.. “Belki...” diyorum... Çünkü ihtimaldir ki belki!..

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget