Zaman zaman “batılılaşma”, “Avrupalılaşma” konusu gündeme gelir. Tartışılır.
Bazılarına göre uygarlaşmanın yolu Batı’dan geçer. Uygarlaşabilmek için “Batılılaşmak, Avrupalılaşmak” gerekir. Onlara göre, Türkiye’nin kurtuluşu Avrupa’nın bir parçası olmamıza, AB’ye girmemize bağlıdır.
Çünkü uygarlık, çağdaşlık Batı’dadır. Avrupa’dadır. Uygarlaşmak
istiyorsak, AB ve ABD’den kopmamalıyız. Onun izinden gitmeliyiz.
Bağlarımızı güçlendirmeliyiz.
Peki, bazı aydınların, devlet adamlarının dilinden hiç düşürmediği, bu Batılılaşma nedir? Bu “Avrupalılaşma Sevdası” ne zaman ve nasıl ortaya çıkmıştır? Ülkemize bir yararı olmuş mudur?
16. – 17. Yüzyılda Batı’da büyük değişimler yaşanmaya başlanmıştı.
Rönesanslar, reformların sonucunda aydınlanma çağına girilmiş, inancın
yerini akıl almıştı. Ekonomide, toplumsal yaşamda, kültürde, sanatta
devrimler gerçekleştiriliyordu.
Batı’da bu değişimler olurken Osmanlı, dinin, gericilerin de etkisiyle bu ilerici gelişimleri ülkesine sokmadı.
Kapısından kovdu.
Modern gidişe ayak uyduramadı. Din hukukundan ve gaza zihniyetinden
vazgeçemedi. Köylüye, çalışana, esnafa dönük iyileştirici hiçbir
girişimde bulunmadı. Endüstrileşme çabalarına yabancı kaldı. Çağdışı bir
eğitim sistemi ile yoluna devam etti. Çünkü ülke yönetimine egemen
olanlar savaşarak büyüme yanlısı, din, gaza adamlarıydı. Değişimi
istemiyorlardı. Değişim, “kâfir işi”idi. Eski, yerleşik düzeni ve kuralları savunuyorlardı. Halkın da bir şeyden haberi yoktu.
Bunun sonucunda o güçlü, muhteşem Osmanlı, Batı karşısında geriledi, güçsüzleşti, yoksullaştı.
Tarımsal üretim düştü. Ticaret durdu. İthalat, ihracat Batılı deniz ticaret şirketlerinin eline geçti.
Avrupa karşısında, her alanda, her yönden güç yitiren Osmanlı, “kurtuluş”u Batı’da aradı. Yönünü Batı’ya çevirdi. Batılı uzmanların desteğinde ve Batı’yı taklit ederek kalkınacağını sandı.
Böylece tarihimizde “Uyduculuk Politikası” başlamış oldu. Bunun adına da “batılılaşma” dendi.
Uyduculuk diplomasisinin kapısı 1838’de açılmış, Kurtuluş Savaşına
değin devam etmişti. Kemalist Cumhuriyetin kurulması ile Avrupa
egemenliği son bulmuş, ulusal ekonomiye geçilmişti.
Batılı diplomatların başımıza leş kargaları gibi üşüşmesi Tanzimat
döneminde ortaya çıktı. Osmanlı devleti arka arkaya askeri yenilgiler
almaya başlayınca, İngiltere’den yardım istedi. Bu başvuru karşısında
İngiltere, Türk ordusunun İngiliz subaylarının emrine verilmesini teklif
etmişti. II. Mahmut’un bunu reddetmesiyle, bu kez gündeme bir ticaret anlaşması getirildi.
II.Mahmut’un bu anlaşmaya da çekimser kalması üzerine devreye İngilizlerin adamı Reşit Paşa girdi. Padişahı ikna etti. Bu işi başaracağını söyledi. Onu öteki Osmanlı devlet adamları da destekledi. Anlaşma imzalandı.
Bu anlaşmaya göre Osmanlıyı koruyan gümrük yasaları kaldırılacak,
Batılı şirketlere ve iş adamlarına serbestlik getirilecek, liberal
ekonomi uygulanacaktı. Böylece ülkemiz resmen İngiltere’nin egemenliğine
ve talanına açılmış oluyordu.
Bugün ABD’nin Türkiye’yi Suriye’nin üstüne sürmesi gibi, o yıllarda
da İngiltere, güçlenen, kendisine rakip olan Rusya’yı Osmanlı ile
kapıştırma siyasetini güttü. Başardı da…
Türkiye Rusya ile Kırım Harbine İngiltere’nin maşası olarak katıldı.
Bu savaş tarihimizde bir dönüm noktası, bağımlılık politikasının
başlangıcı oldu.
Savaşta Rusya’nın yenilmesine karşın, Paris’te yapılan bir anlaşma ile Osmanlıya yaptırımlar uygulandı ve ülkesinde bazı “reform”ları gerçekleştirmesi kararlaştırıldı.
Böylece Paris Anlaşması ile büyük devletlere karşı taahhütler
yüklendik ve daha da önemlisi o reformları uygulayabilmek için, o
zamanki adıyla “İstikraz”, bugünkü adıyla “Dış Yardım”
almaya başladık. Bu yardım Osmanlıdan çok Ermeni ve Rum tüccarlarının
büyümesini sağladı. Galata bankerlerinin ortaya çıkmasına neden oldu.
Osmanlı boynunu cellâdın kemendine uzatmıştı böylece.
Bankerler, Avrupalı şirketlerle birlikte devlete krediler vererek Türk’ü
borçlandırdılar. Kanını, iliğini sömürdüler. Halk perişandı. Yoksuldu.
Avrupa, kara bulutlar gibi çökmüştü ülkemizin üstüne. Batılıların
sömürüsüne ilk karşı çıkanlar ise “Yeni Osmanlılar” ve Namık Kemal oldu ve başı dertten kurtulmadı, zindanlara atıldı.
Devlet çarkını borçla çevirmeye çalışan Osmanlı, öyle bir zaman geldi
ki, aldığı kredilerin faizini ödeyemez duruma düştü. Bu yeni oluşum
karşısında İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya, İtalya ve Hollanda’dan
oluşan ve adına “Düyun-i Umumiye” denen bir kuruluş
yer altı ve yer üstü zenginliklerimize el koydu, yönetimini üstlendi.
Halk her geçen gün biraz daha yoksullaşırken, Düyun-i Umumiye gelirini 28 yılda 288 kat artmıştı. Sonunda DOST BATILILAR (!), Sevr’le vatanımıza el koydular.
İşte o zaman “tam batılı (!)” sayıldık.
Ta ki bir büyük lider, bir yüce önder, Mustafa Kemal Atatürk emperyalistleri ülkemizden kovana dek, Türkiye’ye yön verene dek, Batı sömürüsü ve Batı sevdası devam etti.
Şimdi gelelim bu kıssadan çıkaracağımız hisseye.
İnönü’nün de belirttiği gibi “BÜYÜK DEVLETLERLE İLİŞKİYE GİRMEK, AYI İLE YATAĞA GİRMEK GİBİDİR…”
“Gerçekte Türkiye batılılaşma savaşında hiçbir Batı
devletinden bu davaya yarar hiçbir yardım görmemiştir. Yardım görmüşse
bu, Türkiye’nin batılılaşmasına değil, o Batılı devletin ulusal
çıkarlarına yaramıştır. Bunu bize en iyi gösteren şey, Türkiye’nin
batılılaşmada en çok başarı gösterdiği zamanların Batı dostu olmadığı
zamanlara rastlamasıdır. Bizde batıcılıkla anlaşılan şey Türk evrimini
çağdaş uygarlığa uygun yönde geliştirmektir. Hâlbuki Avrupa’da ve
Amerika’da batılılaşma ve batıcılık; Batı diplomasisine uyma anlamına
gelir. Bu yüzden onlara göre Kemalist dönem Batı aleyhtarlığı, Menderes
dönemi batıcılık dönemidir! Batı diplomasisinden bağımsız olan bir
batıcılık, Batı dilinde, Batı düşmanı kötü bir ulusçuluk demektir…” (Niyazi Berkes, Türk düşününde Batı Sorunu)
Bu tanıma göre günümüzün en iyi, best batılısı Abdullah Gül, Recep Tayyip, Fettullah Gülen‘dir;
en iyi, best batıcılık dönemi ise bugünkü AKP – BDP dönemidir. Kara,
Deniz, Hava Kuvvetleri komutanları Batı aleyhtarı, Batı düşmanı
askerlerdir. Derhal cezalandırılmalı, yok edilmelidirler. Terör üyesi
olmakla, ihtilal yapmakla, fuhuşla, casuslukla suçlanmalı, zindanlara
atılmalıdırlar. PKK’ya gösterilmeyen aşağılama Türk ordusuna
gösterilmelidir.haberguncel.blogspot.com
YÜZYILIMIZIN GERÇEĞİ ŞUDUR: Küresel emperyalizm,
çağımızda kendine bağlı ülkeleri çoğaltma çabasına girmiştir. Onun
hedefi, ulusal devletlerin ve ekonomilerin etkinliğine son vererek,
yönetimlerin uluslararası sermayenin denetimine geçmesini sağlamaktır.
Varmak istediği asıl hedef, dünya egemenliğidir.
Artık bu gerçeğin bilinmesi gerekir.
Açıkça söylemek gerekirse, ”mütareke basını” gibi davranışlar sergileyen, ”yalakalık” yapıp bazı yerlere ”şirin” gözükmeye çalışan Batı sevdalıları, kendi halkına ve özgücüne güvenmeyen kimselerdir. Mustafa Kemal Atatürk yıllar önce Söylev‘de onları şöyle eleştiriyordu:
”Temel ilke, Türk ulusunun onurlu bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir.
Yabancı bir devletin koruyuculuğunu ve kollayıcılığını istemek, insan
niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve beceriksizliği açığa vurmaktan
başka bir şey değildir. Gerçekten bu aşağılık duruma düşmemiş
olanların, isteyerek başlarına bir efendi getirmeleri hiç düşünülemez.”
Atatürk’ün bu sözlerini ABD ve AB hayranlarının, Batı sevdalılarının okuması dileği ile…
Yorum Gönder