Kapitalist totaliterliğin, gelinen noktada güzellikle, ikna ve rıza
yöntemleriyle uygulanması olanaklı değil. Dolayısıyla siyasal açıdan da otoriter
bir dönem, tüm dünya açısından kaçınılmaz görünüyor. “Kriz dönemlerinde
tehlikelerle birlikte devrimci olanaklar da artar” doğru ve özlü sözünün yaşamda
karşılık bulması ise krizdeki totaliter kapitalizmin büyük insanlığa dayattığı
sonuçlara değil, bizzat kapitalizmin kendisine karşı toplu mücadele etmekten
geçiyor.
İdeoloji sözcüğü Yunanca “idea-logos” kökünden geliyor.
“Görme bilgisi” ya da “görme bilimi” demek.
İdeolojinin de her kavram gibi, tarih içinde farklı tanımlar ve anlamlar kazanan
bir yolculuk geçirdiğini biliyoruz. Burada, ideolojiyi kök anlamına uygun
biçimde, büyük insan topluluklarının dünyayı ortak bir bakış açısıyla
görmesini/görmemesini, etken ya da edilgen davranmasını sağlayan düşünceler
toplamı olarak alıyorum.
İdeolojik mücadelenin en önemli aracı dil; dilin
en etkili silahı kavramlardır.
“Totaliter” ve “totalitarizm”,
“demokrasi”yle birlikte Soğuk Savaş döneminin, kapitalist Batı
tarafından en çok ve en etkili biçimde kullanılan, en ideoloji yüklü
kavramlarından oldular. Faşist Almanya ve İtalya ile birlikte Sovyetler Birliği
ve Doğu Avrupa’daki sosyalizm denemelerini “totaliter rejimler”
başlığı altında özdeşleştirmenin, sistemin amaçlarına mükemmel biçimde hizmet
ettiğinde hiçbir kuşku yoktur.
Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle birlikte, totaliter kavramı biraz sonra
öğelerini vereceğim dar tanımının ötesine geçen, postmodernist bir genişlemeye
uğradı. Totaliterlik, artık Marksizm başta olmak üzere toplumsal ilişkilere
bütünlüklü bir yöntemle bakan, çözümleyen, tüm “büyük
anlatıların” bir tür öcü sayıldığı bir kod-kavram oldu. Toplumsal
yaşamın her alanındaki her türlü taraflılık, örgütlülük, belli amaçlar için
mücadele çağrısı yapan her eylem, totaliter sayıldı. Sistemin ideolojik
aygıtları ve postmodernist ideologlar daha da ileri giderek, bir kez bir amaç
belirlendi mi insanların artık onun boyunduruğu altına girerek totaliter ya da
totaliterliğin esiri olacağını buyurdular. Çürümüşlüğün, sömürünün, devletin her
yerde olduğu bir dünyada gidişatı değiştirmek için atılacak her toplu adım,
“totalitarizm” hayaletinin hortlaması olarak gösterilip ahlaki
olarak kabul edilemez ilan edilebildi. Böylece, “totaliterlik”
kavramı iki farklı ortamda da sistemden yana yontan, bilinç çarpıtan bir nalıncı
keseri gibi kullanılmış oldu.
Totaliter kavramının yakın tarih içinde geçirdiği bu anlam ve işlev
başkalaşmasının günümüz dünyasının en gerçek totaliterliğini gizlemeye hizmet
ettiğini düşünüyorum.
‘Her şey devletin
içinde’
“Total”, Latince “totus” kökünden türeyen, oradan Batı
dillerine ve Türkçeye geçmiş bir sözcük. “Totaliter” dilimizde bütün, tam,
toptan, toplam ve mutlak anlamlarında kullanılıyor.
Totaliter kavramı,
siyasal yazına Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra girdi. İsim babasının,
“Her şey devletin içinde, hiçbir şey devletin dışında ve karşısında
değil” diyen faşist Mussolini olduğu bilinir. Totaliter devlet,
“otoriter”, hatta “despotik” devletten farklıdır. Çünkü
totaliter devlet, yalnızca bir yönetme durumuna baş eğdiren değil, bunun ötesine
geçip toplumsal ve hatta bireysel yaşamın “bütün” alanlarına
karışan ve o alanları düzenleyen devlettir. Totaliter devlet, bütünsel, tam ve
mutlak bir hükmetme durumudur. Bu tanımı esas aldığınızda, devlet iktidarının
kaynağının seçim sandığı ya da doğrudan zora dayanan diktatörlük olması, sonucu
değiştirmemektedir. Bu tanıma göre en azından teorik olarak iki durumda da
totaliter bir devlet örgütlenmesi mümkündür.
Buraya kadar okuduklarınızı şu soruyu sormak için yazdım: Acaba, totaliterlik
kavramına, tanımlamaya çalıştığım, bilinen bu siyasal anlamının ötesinde,
toplumsal yaşamın maddi üretiminden, egemen üretim biçiminden kaynaklanan
toptanlaştırma, tektipleştirme eğilimini anlamak ve açıklamak için de
başvurabilir miyiz? Totaliterlik, kapitalist üretim biçimini çözümlemekte zihin
ve ufuk açıcı bir başvuru kavramı olabilir mi?
Kapitalizm
totalize eder
Bu soruyu, “Kapitalist üretim biçiminden,
çağdaş yaşamın meta ilişkilerinden daha totalize edici bir şey yoktur!”
diyen David Harvey’e katılarak “olabilir” diye
yanıtlıyorum. (David Harvey, Sermayenin Sınırları, Çeviren: Utku Balaban, Tan
Kitabevi Yayınları, Ankara, Mayıs 2012, s.45-46)
Bugünün dünyasını ve Türkiye’sini, gerici karanlığın gücünü ve temelini
kavramak ve ona karşı etkili mücadele yolları bulabilmek isteyenlere her şeye
bir de bu açıdan bakmalarını öneriyorum.
Buradan bakıldığında, tarım toplumunun, derebeylik sınırları içindeki çok
sayıda pazarın, çoklu/çok parçalı iktidarlar yelpazesinin anlatımı olan feodal
üretim ve toplum biçiminin doğası gereği totaliter olmadığı, toplumsal maddi
üretimi ve yaşamı artık değer ve meta mübadelesi temelinde örgütleyerek tek
dünya pazarını kuran kapitalizmin ise başından itibaren totaliter bir eğilim
taşıdığı görülecektir.
Kapitalizm totaliterdir; çünkü dünya insanları yaşamlarını devam ettirmek
için, kâr sağlamak amacıyla üretilen mal ve hizmetler temelinde kurulan
toplumsal ilişkilerin bir yerinde olmaya mecburdur. Kapitalizmin egemen olduğu
bir toplumda hiç kimse aynı anda sermayenin kâr gereksinimine hizmet etmeden
üretim yapamaz. Bu eşitsiz dünyanın orasında burasında sürmekte olan kapitalizm
öncesi ilişkiler bile bu kuralın dışında kalamazlar. Ev/aile içi mal ve hizmet
üretimi başta olmak üzere, üreticinin doğrudan kendi gereksinimleri için yaptığı
küçük üretim, trampa, ayni ödeme, marabalık ilişkileri vb. son çözümlemede
sermaye üretiminin ilke ve kurallarına bağımlıdırlar.
Kaldı ki, kapitalist meta üretim ve mübadele sistemi, üretimden başlayarak
tüm toplumsal ilişkilerin ve en önemli üretici güç olan insanın
tektipleştirilmesi (standartlaştırılması) yolundan ilerlemiştir. Dil, yayın,
kitlesel eğitim ve günümüzün dev “medya” ağı, tarihte ilk kez
kapitalizm tarafından kültürü, düşünceyi ve insanı tektipleştirmenin araçları
olarak bu çapta seferber edilebilmiştir. Din, mezhep, ırk, etnisite temelinde
ayrışan insan toplulukları birbirlerine düşmanlaştırılırken tanrısı “kâr, daha
fazla kâr” olan kapitalizm “diniyle”
barıştırılmışlardır.
Burjuva demokrasisi
öldü
1789 Fransız Devrimi’nde kapitalizmin yolunu açan bir
iktidar blokunun temsilcisi, kapalı din ve cemaat birliklerini aşan bir
toplumun, bireyin üreyeceği sekülerliğin taşıyıcısı olan burjuvazi ve onun çoklu
sınıf temsiline dayanan “demokrasi”si ölmüştür. Bugünün
kapitalist sınıfı, sözcüğün tüm anlamlarında sermayenin mutlak ve total
egemenliğinin failidir.
Bugünün dünyasında, binlerce yıllık ileri-geri kavgasının, büyük sınıf
mücadelelerinin kazanımı olan temel insan hak ve özgürlüklerinin hiçbiri, hiç
kimse için güvence altında değildir. Özellikle, 11 Eylül 2001’den bu yana, kişi
ve konut dokunulmazlığı, kişisel yaşamın gizliliği, anlatım özgürlüğü,
örgütlenme hakkı vb. temel haklar “terör” tehlikesi
gerekçesiyle dünyanın her yerinde fiilen ortadan kaldırılmaktadır.
1970’ten, özellikle de 1990’dan bu yana, kapitalizmin anayurtlarında tek bir
ekonomik-toplumsal program yürürlüktedir. Kapitalizmin, Sovyetler Birliği
kişiliğinde üzerinde bir başka dünyanın basıncını hissettiği, aynı zamanda
“altın yılları”nı yaşadığı dönemin ürünü olan refah devleti ve
onun taşıyıcısı olan sosyal demokrasi sistem içi bir alternatif olma özelliğini
yitirmiştir.
Krizin getirdiği sınır
Ve nihayet,
2008’de bir mali kriz olarak ABD’de başlayıp tüm dünyayı avucuna alan büyük
buhran, sistemin düzen içi manevra olanaklarını ciddi biçimde sınırlandırmıştır.
Bu kriz, kapitalizmin yapısal çelişkilerinin daha önceki kriz dönemleriyle
karşılaştırılamayacak ölçüde derinleştirmiş, öteleme olanaklarını ise aynı
ölçüde daraltmıştır. Süreç, ekolojik bir yıkım tehlikesiyle ve yeni türden, son
derece kritik bir hegemonya kriziyle iç içe gelişiyor.
Kapitalizmin bu derin travmadan çıkmak için benimsediği strateji tektir ve
alternatifsizdir: Mali oligarşinin yol açtığı zararı
“toplumsallaştırmak”, sermaye birikiminin “ilkel”
yöntemlerine dönerek, alt sınıfların elindekine avucundakine el koymak,
sermayeye yeniden değer kazandırmak için en başta savaş olmak üzere
“yaratıcı yıkım” yöntemlerine başvurmak!
Kapitalist sınıf
için yaratıcı olanın, dünya nüfusunun çok büyük çoğunluğu için yıkım olacağı ise
kesindir.
Kapitalist totaliterliğin, gelinen noktada güzellikle, ikna ve rıza
yöntemleriyle uygulanması olanaklı değil. Dolayısıyla siyasal açıdan da otoriter
bir dönem, tüm dünya açısından kaçınılmaz görünüyor.
“Kriz dönemlerinde tehlikelerle birlikte devrimci olanaklar da artar”
doğru ve özlü sözünün yaşamda karşılık bulması ise krizdeki totaliter
kapitalizmin büyük insanlığa dayattığı sonuçlara değil, bizzat kapitalizmin
kendisine karşı toplu mücadele etmekten
geçiyor.
haluk.yurtsever@gmail.com
Yorum Gönder