Bir TV dizisinin, geçmişe özlemi böyle köpürteceğini, yaşamı boyunca
Osmanlı tarihi ve Türk dili üzerine çalışan uzmanlar da düşünemezdi.
Uğur Mumcu’nun deyişiyle
“bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak”
kimilerinin mesleği oldu artık. Biz, dizide “haremin
kötülenmesine” tepki verenleri,
“muhteşem” atalarımızın “inkâr
edildiğini” belirtenleri bir yana bırakarak dil konusuna
girelim.
Osmanlıca Türkçeymiş; hayır değil! Osmanlı kendine
“Türk” demiyor ki diline Türkçe
desin… Daha öncesine gidelim. Selçuklularda, en üst
görevlere getirilen İranlıların etkisiyle devlet dili gibi, Selçuklu
hükümdarlarının adı da Farsçadır. Tapınma ve medreselerde kullanılan Arapçayla
sanat ve divan dili olan Farsçanın, bu dillerde yazılan buyrukların, kitapların
geniş halk topluluklarınca anlaşılması da olanaksızdı.
“Türk iti şehre gelicek farisice ürür!” diyen atasözü
de belki bu dönemde üretilmiştir. 13. yüzyılda Karamanoğlu
Mehmet Bey’in ve dönemin kimi
aydınlarının aklına Türkçe gelmiştir; ama Mehmet
Bey’in ünlü bildirisi de etkili olamamıştır.
Birçok kaynakta yer alan bilgiye göre, cennette Arapça konuşulduğuna
inananlar (bugün de halkı böyle kandırmaya çalışanlar), dinsel etkilerle
Arapçayı resmi dil yapmış; çocuklarına Arapça ad vermişlerdir. Adı Türkçe olan
tek bir Osmanlı padişahı var mı? Basımevinin açılmasına olanak verdiği için
yenileşme yanlısı sanılan Lale Devri şeyhülislamlarından Yenişehirli
Abdullah Efendi (1718-1730), cennette Arapçadan başka bir de
Farsçanın konuşulduğuna ilişkin “fetva”
vermiştir. Müslüman Türk, yüzyıllarca tapınma ve bilim için Arapça,
sanat için Farsça öğrenme gereği duymuş; Batılıların, “Türk,
Allah’ına Arapça; sevgilisine Farsça; ailesine Türkçe
seslenir” nitelemesine uygun olarak üç dilli bir duruma
düşmüştür.
Osmanlı
İmparatorluğu’nun kuruluş döneminde
konuşma ve anlaşma dili olarak Türkçe yeğlenmişti. Tüm yazışma ve yasalar Türkçe
yazılmış; başta tarih olmak üzere, kitaplar Türkçeyle kaleme alınmıştı. Ancak bu
tutum çok sürmemiş, Arapça ve Farsça hayranlığı ağır basmıştır. Bu durumu fark
eden Padişah II. Bayezit, ilkin
“müderris” olan geleceğin
şeyhülislamı Kemal Paşazade Şemseddin
Ahmet’e, Türkçe Osmanlı tarihi yazmasını
buyurmuş; Yunus Emre gibi ilahi söyleyenler,
Garipname yazarı Âşık Paşa gibi kimi ozan ve
yazarlar XIV- XV yüzyıllar Anadolu Türkçesinin yalınlığını yansıtmayı
başarmışlardır.
II. Murat döneminin çeviri çalışmaları Türkçeye yeni sözcükler
kazandırmıştır. Bu dönemdeki Kuran çevirileri önemlidir. Bugün bile kimileri
Kuran’ın Arapçadan başka dillere çevrilemeyeceğini
savunurken XIV-XV. yüzyıl Türkiyesi’nde, yalın
Türkçenin kullanıldığı birkaç Kuran çevirisi bulunmaktadır. Örneğin
Fatih Mehmet dönemindeki bir çeviride,
“iftira = yalan bağlamak; iane = arka virmek; emsal = bendeşler;
cidal, şikak = tartışmak; daire = döneç; hayat = dirlük; istihza = yansulamak,
yansuya tutmak; katl = depelemek; mesken = durak; mev’ize = öğüt;
şahid = tanuk; taâm= yiyesi; vekil = iş sürücü…” gibi onlarca
Türkçe karşılık görülmektedir. Ancak Türkçenin yönetim dili olmaktan hızla
uzaklaştığı dönem de XV. yüzyıldır. Aydınların Arapça, Farsça sevgisi
kabarırmış; Türkçe, “ayağı çarıklı kaba
Türklerin” konuştuğu dil diye aşağılanmıştır.
‘Soylu kavim’
Ulusal nitelikteki Osmanlı Beyliği’nden
çokuluslu, çokdinli ve dilli imparatorluğa geçilmesi; sultanların halife sanını
almasıyla Arap olana ve Arapçaya önem verilmesi Türkçeye ilgiyi azaltmıştır.
Arapça tapınma ve bilim dili olarak etkinliğini sürdürürken halifeliğin
siyasal güç olması, Arapların “kavmi necib”
(soylu kavim) olarak üstün görülmesi; İslam kültürüne sarılma, bu kültürde sanat
dili olan Farsçaya da etkinlik kazandırmış; bu iki dili bilmek, kültürlü
sayılmanın önkoşulu sayılmıştır.
Safevi tahtında oturan Şah İsmail,
“Hatayi” takma adıyla Türkçe şiir yazarken
onunla savaşan Yavuz Selim,
Divan’ını Farsça şiirlerle doldurmuştur. Bu tutum
doğallıkla dönemin yazarlarına, şairlerine de yansımıştır.
Örneğin Keşfi, “Selimnâme”
adlı tarihini niçin Türkçe yazmadığını soranlara Türkçeyi küçümseyen
yanıt vermiş; XVI. yüzyıl Osmanlıcasının çarpıcı örneklerinden
“Tacü’t-Tevârih”in yazarı Hoca
Sadeddin, Türklere “idraksiz
Türkler” ve Türkçe için “kötü soylu
Türklerin sözleri” diyebilmiştir.
Ne yazık ki Türkçe karşıtı bu olumsuzluk, imparatorluğun parlak
günlerinin geride kaldığı, dağılma sürecinin başladığı dönemde artmış, günlük
tüketim maddelerinin Türkçe adları yerine bir yandan Arapça ve Farsçaları, bir
yandan da Fransızcaları kullanılmıştır.
Fransa’nın etkisi
Yöneticilerin, “ulema”nın, yazar ve
şairlerin yeğlediği Osmanlıcayla geniş halk topluluklarının konuştuğu Türkçe
arasındaki ayrılık derinleşirken XIX. yüzyılda siyasal, ekonomik ve toplumsal
gereksinmelerle Batı’ya yönelme, ulusal dilin önemini ve dilde çözüm bekleyen
sorunları ortaya çıkarmıştır. Aslında o döneme değin uzanan süreçte Türkçe,
Arapça Farsça ölçüsünde olmasa da Batı dillerinden de etkilenmiştir. Ancak
Fransa’yla ilişkiler yoğunlaşınca durum değişmiştir.
Fransa’nın, Osmanlı Devleti ve toplumu üzerindeki
etkisi artarken Fransızca da öğrenilmesi zorunlu dil olmuştur. Yeni açılan
Tıbbiye’de öğretimin Fransızca olması, tüm
eğitim/öğretim programlarında Fransızcaya ağırlık verilmesi, Fransızca öğretim
yapılan Galatasaray Sultanisi’nin açılması
Fransızcanın Türkçe üzerindeki etkisini güçlendirmiştir.
Roman ve tiyatro gibi yazınsal türler de Türk yazınına Fransa üzerinden
gelmiş; aydınlar, yazı ve konuşmalarında sıkça Fransızca sözcük kullanmışlardır.
XIX. yüzyıl sonlarında siyasal ilişkilerde Almanya’nın
ön plana geçmesi de Türkçeyi etkilemiş; II. Abdülhamit
döneminde ilişkilerin kazandığı yoğunluk Türkçeye Almanca sözcük
akımını başlatmıştır.
Bugün de yabancı sözcük hayranlığı sürmektedir; nitekim İngilizce
Türkçenin üzerine çöreklenmiştir.
Kimse, yüzyıllarca süren bir imparatorluğun dili olan Osmanlıcayı yok
sayamaz; ancak Osmanlıca, Arapça ve Farsçanın baskın olduğu, Türkçenin ses,
biçim ve anlam olanaklarının geride kaldığı yapay bir dildir. Bu nedenle
dilekçe, mektup bile yazamayan halk bir türlü öğrenememiş; bu dille verilen
ürünleri yalnız seçkinler okuyabilmiş; Osmanlı aydınları, imparatorluğun son
döneminde en çok dili tartışmıştır. Bizler, yeni yazı ve yenileşen Türkçeyle
geçmişimizi bilimsel akılla süzerek öğreneceğiz, öğreniyoruz da.
Tarihi, dili inceleyen bunca kaynak, belge ortadayken, özellikle
TV’lerde akıl ve bilimdışı savlarla toplumun yüzünü
geçmişe çevirmek bunu fırsat bilip cumhuriyete saldırmak, inanç ve köken
ayrılıklarını körüklemek, kesinlikle aydın tavrı değil, tek sözcükle
aymazlıktır, bilgisizliğin ya da bilginin art niyetle
satışıdır!
Yorum Gönder