Cinayet - Merdan Yanardağ

Yurt Gazetesi’nin ilk sayısında da yazmıştım… Aradan geçen 10 ay gözlemlerimi daha da netleştirdi. Artık hiç kuşkum yok. Her şey Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes Sinema Festival’inde Büyük Ödülü alan “Bir Zamanlar Anadolu’da” isimli son filminde olduğu gibi gelişiyor...

Bilinci kuşatılan, iradesi teslim alınan ve sistematik şekilde cahilleştirilen bir toplum diri diri gömülüyor. Büyük bir ülkenin uzun, sancılı ve ağır bir intihar süreci ya da ölümü de diyebiliriz bu cinayete.

Nuri Bilge Ceylan’ın çarpıcı ve o ölçüde de güzel filmi, Orta  Anadolu’da, bozkırda kaybolmuş bir kasabada yaşanan sarsıcı bir hikâyeyi anlatıyor. Filmin akışı içinde bu kasabanın Ankara’ya çok yakın olduğunu da anlıyoruz. Filmde, iki cinayet zanlısının savcı, jandarma, polis ve adliye görevlilerinin eşliğinde yer gösterme ve keşif gezisi anlatılıyor.

Çekim, senaryo, hikâyenin anlatılış biçimi, karakterler ve filmin ritmi olağanüstü. Ceylan’ın daha önce yaptığı filmlerle karşılaştırılamayacak kadar güzel ve etkileyici.

Filmde bütün hikâye bir güne sığdırılmış. Her şey bir gün içinde olup bitiyor. Tıpkı Cengiz Aytmatov’un ölümsüz romanının adı gibi; gün uzuyor yüz yıl oluyor.

Karakterler ve yan öyküler, ana öyküyü zenginleştirecek şekilde oya gibi işlenmiş. Sonunda cinayete kurban giden kasabalı –ki cinayeti birlikte içki içtiği iki arkadaşı işlemiştir- domuz bağı yöntemiyle bağlanmış halde gömülü olarak bulunuyor. Zanlılar maktulü nereye gömdüklerini sonunda gösteriyorlar.

Daha da önemlisi otopside bu kişinin canlı canlı gömüldüğü anlaşılıyor. Gömülen kişi şaşırtıcı şekilde Şahan Gökbakar’ın, insanların zekâsıyla dalga geçen komedisindeki “Recep İvedik” karakterine benziyor. Aptallaştırılan toplumun komedi kahramanı yani…

Filmi izlediğinizde bir rahatsızlık duygusu, bir tedirginlik ve suçluluk hali ruhunuzu sarıyor. Bütün kavramların içinin neden boşaltıldığını ve neden yeniden doldurulduğunu daha derinden hissediyorsunuz.

Tıpkı ‘derin Anadolu’nun kayıp bir kasabasındaki bir oto tamirhanesinde arkadaşlarıyla içki içerken, bilinmeyen bir nedenle öldürülüp bozkırda bir çeşmenin yakınına gömülen adam gibi, aptallaştırılan büyük bir toplum da hepimizin gözleri önünde diri diri gömülüyor.

Bu cinayetin ne zaman, neden, nasıl ve kimler tarafından işlendiğini biliyoruz. Failleri ve nedenleri cinayet işlenmeden önce de biliyorduk. Kimsenin işlenmesini istemediği, ancak herkesin katkı yaptığı cinayet yine herkesin gözleri önünde işlendi.

Bugün bütün bir toplum o nedenle kendi cellatlarına âşık olmuş gibi haklarının ve hukukunun infazını izliyor. Dahası bu infaza katkıda bulunuyor.

Tıpkı Nobel ödüllü ünlü Kolombiyalı yazar, Fidel Castro’nun dostu Gabriel Garcia Marquez’in “Kırmızı Pazartesi” romanında olduğu gibi...

Bu cinayete herkes ortak oluyor. Herkes suç ortaklığı yapıyor.

***
Gabriel Garcia Marquez’in romanında da bütün kasaba bir cinayet işleneceğini biliyor. Dahası bu cinayeti kimlerin işleyeceğini, kimin öldürüleceğini, olayın ne zaman, nerede ve nasıl olacağını da biliyor.

Aslında kasabada kimse cinayetin işlenmesini istemiyor. Cinayeti işleyenler bile birilerinin kendilerini engellemesini istiyor. Ama kimse cinayetin işlenmesini önleyemiyor. Kimse engel olmuyor, olamıyor.

Tersine herkes cinayetin işlenmesine istemese de katkıda bulunuyor. Maktulün annesi bile...

Çünkü öldürülen genç Santiago Nasar’ın annesi daha önce hiç kapatmadığı arka avlusunun kapısını o sabah her nedense içeriden sürgülüyor. Oysa kapıyı kapatmamış olsa Nasar oradan geçip katillerin elinden ve kurtulabilecek. Ama kaçamıyor... Üstelik asıl öldürücü darbeleri annesinin sürgülediği o kapının önünde alıyor ve yakışıklı Nassar orada ölüyor.

Bu cinayetin işlendiği sabah, bir nehir gemisiyle büyük kardinal, Latin Amerika’nın kutsal din adamı kasabanın içinden geçiyor. Kasabayı kutsuyor, adeta o kolektif cinayeti onaylıyor.

DİRİ DİRİ GÖMÜLEN TOPLUM
İşte Türkiye de hepimizin gözleri önünde böyle bir cinayete kurban gidiyor. Kimsenin işlenmesini istemediği bu cinayete yine herkes istemeden de olsa katkıda bulunuyor. Susarak, korkarak, kayıtsız kalarak, cinayetin işleneceğine inanmayarak, tehlikeyi işaret edenleri “paranoyak” olmakla suçlayarak ya da kasabaya (ülkeye ve topluma) ihanet ederek, suça doğrudan katılarak ve küçük çıkarları için işbirliği yaparak bu cinayete ortak oluyor.

Nuri Bilge Ceylan’ın “Yalnız ve güzel” ülkesi... Bir imparatorluk varisi. Büyük uygarlıkların üzerinde oturan görkemli kavimler kapısı. Yetiştirdiği büyük evlatlarından şair Ahmet Arif’in deyimiyle, “Havva Anamızın” bile yanında “dünkü çocuk kaldığı” bir koca ülke. İşte böyle bir cinayete kurban gitti.

Büyük çoğunluk aslında bu cinayetin işlenmesini istemedi. Katiller bile bu cinayeti işleyecek bir iradeye, kararlılığa ve cesarete sahip değildi.

Romanda olduğu gibi, birileri cinayeti engellesin diye katiller belki beklemedi ama başarılı olacaklarına da uzun süre inanamadıkları için çok beklediler. Ama cinayet önlenemedi.

Ve ülke sonunda cinayete kurban gitti... Tıpkı Hizbullah vahşetinde olduğu gibi, bir toplum domuz bağıyla bağlanmış halde adeta diri diri gömüldü.

Şimdi tarihsel ve ahlaki sorumluluğumuz, bizi bu ülkeyi yeniden kurmaya çağırıyor.

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget