Günlük hayatımızda herkesin bildiği bir şeydir ama gelin şunu bir daha masaya yatıralım:
Siyaset nedir?
Tanımlardan biri de “ülkeyi yönetme” işi değil mi?
Siyasetçilerin bütün gayretleri sonuçta “İktidar” olabilmek ya da iktidarda kalabilmek içinse ve “iktidar”ın elle tutulur, gözle görülür uygulaması “ülkede alınan her türlü kararda söz sahibi olmak”sa, tabii ki siyaset denen uğraşının temelinde de bu “her kararda söz sahibi” olabilme imkânını ele geçirme gayreti vardır.
Peki, bir ülke için alınan kararlarda “söz” sahibi olmak; özellikle de ekonomideki paylaşım ile ilgili konularda, bu sözlerin onun ya da bunun ağzından çıkması gibi sadece bir “biçim” meselesi midir, yoksa bu sözlerin ülkede parayı kimin kazanacağı ve bundan kaynaklanan maliyetin kimin sırtına bineceğinin belirlenmesi gibi daha da “somut sonuçlar” elde etme meselesi mi?
Söyleyelim:
Gerçekte siyaset, bir ülkedeki ekonomik paylaşımda söz sahibi olma, kimin payının ne olacağını belirleme meselesidir.
Devletten devlete siyasette de, bir ülkenin kendi içindeki siyasette de işin aslı bundan ibarettir; Siyasette hâkim durumda olan, kendisine ve kendisiyle aynı grupta olanların “ekonomilerine” hizmet etmek durumundadır. Bu hizmetin bazen bir satranç tekniği ile “dolaylı” verilmesi ve birebir ilişkilerin kurulamaması kimseyi kandırmamalıdır. Biraz dikkatli gözler bunu her zaman fark edebilirler.
Siyasette çokça görülen bunun dışındaki pek çok gerekçe, her türlü niyet açıklaması ve söylem sadece bu asıl amacın saklanmasından ya da “sosa bulanmış” olmasındandır; o gerekçeler “zahiri”dir, “sanal”dır,“görüntüde”dir.
Bu işleyiş nedeniyledir ki, sürecin alttan alta kendi lehine işlediğini bilen “derin siyasetçiler”, asıl amacı ya da “gidişat”ı biraz daha gözlerden ve durumun aleyhlerine geliştiği insanların dikkatlerinden uzaklaştırmaya büyük önem verirler.
Bunun için de “gündem”i yani yönetilenlerin kafalarını, kendi temel meselelerine zarar vermeyecek çerçevede yönetmeye çalışırlar; olur olmaz konularda tartışmalar açar, işlerine gelen “pire”leri “deve” yaparlar.
Yine onların ellerinde her zaman piyasaya sürecekleri çeşitli malzemeleri vardır.
Bu yapı, “muhalefet”in hiçbir zaman hafife almaması gereken hayati bir gerçektir.
Siyasette eğer “kaybedenler” tarafında iseniz ya da kaybedenlerin öncülüğünü üstlenerek siyasete girmişseniz yapacağınız en önemli şey, sizi siyasete yönelten o temel konuyu gözden kaçırmamanız, kendinizi karşı tarafın oyununa kaptırmamanızdır.
Bütün bunlara rağmen, siyaset arenasına bakıldığında gündemdeki konuların hiç de “kaybedenler” tarafında olanların üzerinde çalışması gereken temel konuları ve bu temel konulara çözüm arayışı ile uzaktan ya da yakından ilgisinin bulunmadığı görülür.
***
Şimdi, örneğin televizyonlarda adeta insanı bıktıran iktidar-muhalefet diyaloglarını gözünüzün önüne getirerek; bir taraftan gündemi işgal eden konuları, bir taraftan da aşağıya sıraladığımız şu konuların günlük siyasette ne kadar önde olabildiğini bir düşünün:
-Asgari ücretin üçte biri kadar yani 300 lira geliri olan fakir fukaranın bile sosyal güvenlik primi ödemek zorunda bırakılması karşısında, nüfusumuzun yoksul 12,7 milyon kişisinin ekonomisindeki bu ciddi değişiklik bir iki günden fazla konuşulmuş mudur?
-Kalkınıyor denen ekonomide 8 milyon emeklinin, eşleri ve ailesindekilerle birlikte yaklaşık 16 milyon kişinin tek geçim kaynağı olan maaşlarındaki artışlarının komikliği ne kadar konuşulmaktadır?
-İşçilerin kıdem tazminatı hakkının uluslararası sermaye ve IMF telkinleri altında budanmaya çalışılması, onlarca yıllık mücadeleyle elde edilmiş bu kazancın çalışan 10 milyonlarca işçinin elinden bu kadar kolay alınması neden bir muhalefet yaratmamaktadır?
-Tarım ve hayvancılığın giderek gerilemesi, gıda maddelerinin yerli üretiminin yerine ithalatının yükselmesi, içeride hayvancılıkla, tarımla uğraşanların payını yurtdışına ve onların yurt içindeki aracılarına devrediyorsa, milyonlarca çiftçi ve köylünün giderek yoksullaşması neden bu kadar kolay ve sessizce kabullenilmektedir?
-Halkın tüketici kredileri ve kredi kartı yoluyla borçlandırılarak, vadeli alım-satım artık olağan bir alış veriş biçimi haline getirilirken bu model alışverişler sırasında ortaya çıkan finansal rant; bir tarafta halkın boğazından lokma eksiltmekte, diğer taraftan esnafın olması gereken kazancından finans sektörüne kaynak aktarmaktadır.
75 milyon insanımızın tüketim harcamaları üzerinden yaratılan bu rant acaba fark edilmekte midir?
Ediliyorsa neden karşı çıkılmamaktadır?
-Başka ülkelerin amaçları doğrultusunda biçimlenen dış politikada yapılan yanlışlarının sınır ticareti ve komşu ülkelerle ticareti daraltması, tüm ülkenin ama başta sınır bölgelerinde yaşayan insanlarımızın yaşam koşullarını da daraltmıştır.
Bu bölgelerin insanlarının ekonomisi adeta hapsedilip batırılırken, onların yaşamları zora girerken iç siyaset bunu ne kadar gündemde tutabilmiştir? Bu durum sadece o bölgelerdeki milyonlarca insanımızın en acil sorunu değil midir?
-Köprü ve yollar; özelleştirme, yap-işlet formülleriyle büyük yerli ve yabancı sermayenin ticari işletmesi haline getirilerek halkın günlük yaşamının pahalılaştırılması, başta İstanbul olmak üzere özellikle şehirli nüfusun her günkü harcaması ve dolayısıyla geçim sıkıntısının önemli nedenlerinden biri iken bu konuda ne kadar kamuoyu yaratılabilmiştir?
-Gelir dağılımının çarpıklığının düzeltilememesi ve yoksulluk sınırı içindeki 12,7 milyon nüfusun veya her altı kişiden birinin halen açlık sınırı içinde bulunduğu gözler önündedir. Uygulanan siyasetin kime ve neye “hizmet etmediğinin” en açık göstergesi olan bu çarpıklık neden temel bir itiraz haline getirilememektedir.
“Haset etme senin de olur” felsefesi ile kabul edilen bu sosyal adaletsizliğin, anayasanın temel kurallarından olan “sosyal devlet” ile hiç de bağdaşmadığını, ünlü ikinci madde istendiği kadar değişmesin, asıl itirazın bu konudaki “uygulamaya” olması gerektiği neden gündeme getirilmemektedir?
-Kamunun yani devletin mali yükünün yaklaşık yüzde 80’inin zengin-fakir ayrımı yapmadan dolaylı vergiler yoluyla doğrudan “halk”ın sırtında olmaya devam etmesi, yurttaşlarımızın Anayasa’daki kamu harcamalarına “güçleri oranında katılmaları” prensibi ile taban tabana zıtlığı ne kadar işlenmektedir?
-Türkiye’de ihracat-ithalat farkının yani dış ticaretimizin açığının ürkütücü rakamlara ulaşması, bunun ekonominin geleceğini tehlikeye atması, Türkiye’nin adım adım bir Yunanistan konumuna düşürülmekte olması, bir gün çaresizliğe yol açacağı, dolayısıyla siyasetin doğru yolda yürümediği anlamına geldiği, üzerinde durulması gereken temel konulardan değil midir?
- Yeni anayasa tartışmaları yapılır ve herkes fikrini söylesin denirken halkın günlük yaşamını doğrudan ilgilendiren gelir dağılımı, yoksulluk, çalışma ve yaşama hakkı, sosyal devlet konularında iktidarın hangi öngörüsünün bulunduğunun, bunlar olmazsa bu halkın bu işten bir yarar göremeyeceği anlatılması, gündeme sokulması gereken konulardan değil midir? Muhalefette iken yapılacak siyaset aslında bütün bunların bir biçimde geniş halk kitlelerine anlatılabilmesi değil midir?
Bütün bunlardan sonra:
Bir siyasi partinin başarı ölçüsü tanımlanırken, “halkının kaçta kaçının ona oy verdiği” değil, aslında o partinin gerçekten halkının yararına çalıştığı konusunda “halkın kaçta kaçının kafalarında olumlu düşünceler yaratabildiğidir” dersek…
Buna siz de katılır mısınız?
Bülent Soylan
Yorum Gönder