Müslümanlar için ramazan sadece “sahur, oruç ve iftar”a kavuşmak değil. Bu kutsal ayda gündem din üzerine yoğunlaşır; gazetelerde geleneksel “ramazan sayfaları” yayınlanır...
Bu geleneğin öncelikli tartışma konusu ise “laiklik”, “cumhuriyet devrimi ve inanç”, hatta “Atatürk’ün Müslümanlığa bakışı”... Çünkü 2000’lerden beri ülkeyi yöneten “dindar” anlayış, cumhuriyet devriminin çağdışı Osmanlı düzenine ve işgalci emperyalistlere değil, dine karşı da yapıldığı inancının yaygınlaşmasına uygun zemin hazırlıyor.
Oysa o efsanevi “kurtuluş” ve “kuruluş” dönemindeki “din ve siyaset” ilişkilerini irdeleyenler, “Kuvai Milliye”yi yaratan ulusal birliktelikte “Anadolu Müslümanlığı”nın etkisini de yakından görüyor.
Ne var ki Atatürk’ün Nutuk’ta “Bütün cihanı tanır, kendimizi bilmeyiz” diyerek tanımladığı kimi aydınlarımız, bu tarihsel gerçeği önemsemediklerinden, cumhuriyetin temelindeki “dine saygılı devrimci”liğin değerini de toplumla paylaşmaktan yoksun kaldılar.
Bakın Ulu Önder’imiz aynı sözünün devamında özetle neler söylüyor: “Münevverlerimiz, milletimizi, başka milletler nasıl olmuşsa, aynen öyle mesut yapayım derler. Halbuki böyle bir nazariye hiçbir devirde muvaffak olmamıştır; milletimize gideceği yolu gösterirken, dünyanın her türlü ilminden, keşfiyatından istifade edilmeli; ancak unutulmamalıdır ki asıl temel, kendi içimizden çıkacaktır.”
Bu sözler günümüzde öz kültürümüzü yadsıyan “batıcı”ların Anadolu’ya yabancılaşarak halktan uzaklaşmalarına “tarihsel uyarı” gibi değil midir? Dini dışlayan, “sözde” Atatürkçülerin “özde” Atatürk devrimciliğini de yıpratmalarındaki temel nedenlerden biri de bu...
Anadolu’nun farkı
Anadolu Müslümanlığı, yaşadığımız coğrafyadaki Müslümanlığa farklı kimlik kazandıran ve kökünü bin yılların uygarlıklarından alan engin düşünsel birikimin ürünü.
Anadolu Hıristiyanlığı, Avrupa’dakinden nasıl farklı ve insancılsa; hatta Anadolu Ermeniliği, Ermenistan’daki ırkçı Taşnak siyasetinden nasıl uzaksa; Anadolu Müslümanlığı da Yunus Emrelerden, Pir Sultanlardan, Mevlanalardan, Karacaoğlanlardan, Hacı Bektaşlardan ve nicelerinden beslenen “birliktelik felsefesi”yle diğer coğrafyadakilerden çok farklıdır.
Hemen tüm İslam ülkeleri Batı sömürgeciliğinin esiriyken, mazlum halklara örnek bağımsızlığın ve laikliğin Anadolu’dan insanlığa armağan olmasında da işte bu özelliğin payı asla tartışılamaz.
Sevgili İlhan Selçuk, Anadolu Müslümanlığı’nın tarihsel erdemine değindiği sayısız yazısından birinde diyordu ki;
“Laik Cumhuriyeti Sünni diktasına dayanan dinci devlete dönüştürmek isteyen yobaz kafasının mezhepler ve tarikatlar kılavuzu kendine özgüdür.
Müslümanlık coğrafyası, mağrıptan maşrıka dek dünyaya serpilmiş… Birbirini boğazlamaya kalkışanların hangisi daha Müslüman? Taliban Türkiye’ye gelse, türbanlı kızları meydan dayağından geçirip çuvala sokar, evlerine hapsedip tümüne okumayı yasaklardı; çünkü türban yüzü açıkta bırakıyor.
Ne var ki Müslümanlık, yayıldığı ülkelerin toplumsal ve tarihsel doğasına göre biçimlenmiş, renklenmiş, uyum sağlamış, içerik kazanmış. Müslümanlıktan önce Türk’ün töresi, göreneği, geleneği yok muydu? Anadolu’daki Müslümanlığın Arap çöllerindekinden değişik olması, doğa yasasından kaynaklanan bir zorunluluk.
Anadolu’nun Sünnisi de Alevisi de Arap şeriatçılığına uyum sağlayamaz; Anadolu Müslümanlığı ülkemizin gerçeğidir, yobazlığa geçit vermeyecek bir inanç yapısının bu coğrafyada benimsenmesi, Türkiye’nin güzelliğidir.” (08 Eylül 1998)
23 Nisan ‘Cuma’ydı..
Bu güzelliğin cumhuriyete dönüşen ilk adımlarından biri, TBMM’nin Anadolu Müslümanlarınca kurulmasıydı. Hangimiz 23 Nisan 1920’nin bir “cuma” günü olduğunu; bunun özellikle belirlendiğini biliyoruz... Önemsiyoruz?
İşte “Temsilciler Kurulu adına Mustafa Kemal”in kendi imzasıyla tüm illere duyurduğu “bildirim”den birkaç satır:
“Allah’ın yardımıyla, Nisan’ın 23’üncü Cuma günü, cuma namazından sonra Büyük Millet Meclisi kurulacaktır. Mübarek Hacı Bayram Camisi’nde cuma namazı kılınarak, Kuran’ın ve namazın nurlarından ışık alınacak ve güç kazanılacaktır. Kutsal ve yaralı yurdumuzun her köşesinde cuma günü ezandan önce camilerde sala verilecek, mevlit okutulacaktır.”
Sözü yine Atatürk’ün yaşamında noktalayalım; 6 Şubat 1923’te Balıkesir’i ziyaretinde Zağnos Paşa Camisi’nin minberinden ünlü hutbesini okuyan Gazi, annesinin mezarı başında da: “Ey yüce Alah’ım, senin engin rahmetine annemi tevdii ediyorum” diye dua ediyordu. Bunları yaparken söylediği söz ise aynen şöyleydi: “Tabiatıyla ibadetler, siyasi gösteriş şeklinde yapılamaz; laik hükümet tabirinden dinsizlik manasını çıkarmaya yeltenen fesatçılara fırsat vermemek lazımdır.”
Yaşadığımız “dinci” süreç, Ulu Önder’in bu görevini yeterince yerine getir(e)mediğimiz için değil midir?
Oktay Ekinci/Cumhuriyet
Yorum Gönder