AKP İktidarının hiçbir uzlaşma aramadan, hiçbir öneri ve eleştiriyi dikkate
almadan topluma dayattığı “Yeni Anayasa” ve İmralı sürecinin, Türkiye’de Kürt
sorunundan sonra bir de “Türk sorunu”
yarattığı ortada. Türk olmak artık
neredeyse ayıp sayılıyor. Barış sürecinin önünü tıkayan “ırkçılık” gibi
sunuluyor.
Durum öyle bir hal alıyor ki, toplumu modern sosyal sınıflar
üzerinden tanımlamak giderek imkânsız hale geliyor. Yurttaşlık bağları
çözülüyor, toplum ufalanıyor. Bütün birleştirici zeminler parçalanıyor. İnsanlar
etnik ve dinsel kimliklerine iade ediliyor. Toplumdaki milliyetçi bölünme
sınıfsal çelişkilerin üstünü örtüyor.
Haftalık haber yorum dergisi
Bağımsız’ın son sayısındaki kapak dosyasını okumanızı öneririm.
Giderek
belirginleşen “Türk sorunu” ve “Türklük krizi” konusunun işlendiği
dosyada, milliyetçilik tartışmaları mercek altına alınıyor.
Dosyanın
tamamını dergide okuyabilirsiniz. Benim milliyetçilik türleri ile ulusalcılık ve
yurtseverlik arasındaki farkları da incelediğim çerçeve yazımın bir bölümünü,
konunun güncelliği nedeniyle buraya almakta yarar görüyorum.
Türkiye’nin
modern tarihinde bir ideolojik akım ve bir siyasal hareket olarak
milliyetçiliğin izi sürüldüğünde, birbirinden hayli farklı “milliyetçilik”lerle
karşılaşılır. Bu farklı milliyetçilik anlayışlarının hem birbiriyle örtüşen
yanları hem de birbirinden uzaklaşan uçları var.
Cumhuriyetin en önemli
kurucu ilkelerinden biri olan milliyetçilik, modernist ve Batıcı bir karaktere
sahiptir. Daha çok kültürel ve hukuki bir içerikle tanımlanmaya çalışılan bu
milliyetçilik, Kemalist modernleşme projesinin taşıyıcı kavramlarından biridir.
Kemalist milliyetçilik bu özelliğiyle, vatandaşlık hukukunu ve vatan bağını esas
alan Fransız/Batı milliyetçiliği ekolüne yakındır. Ancak Kemalist milliyetçilik
diğer ucuyla da Anadolucu bir Türkçülüğe, soy ve köken birliği arayışına açılır.
Bu yanıyla da Alman/ Doğu milliyetçiliği ekolüne(etnik model)
yaklaşır.
Resmi milliyetçilik, bu iki ekol arasında bir sentez
oluşturmaktan çok, eklektik bir yapıya sahiptir. Bu nedenle sol yorumları
bulunduğu gibi, ırkçı-faşist açılımlara da yol veren bir yapısı ve kurgusu
vardır. Dolayısıyla manevra alanı hayli geniş bir resmi milliyetçilik
anlayışından söz etmek mümkündür.
Kürt sorununun büyüdüğü dönemlerde
Türkçü-etnik yanı öne çıkarıldığı gibi, Kürt sorununun görece geri çekildiği
dönemlerde kültürel-sosyolojik bir tanıma dönüş eğilimi güçlenir. Ülkücü
hareket, resmi milliyetçiliğin bu eklektik özelliğinden
sonuna kadar
yararlandı. Onun etnisist yanını Turancı-Türkçü bir yoruma tabi tutarak uca
taşıdı. Bu yanıyla ülkücü hareket, 19. Yüzyılın sonunda bir burjuva devrimci
akım olarak doğan ve uluslaşma sürecini
ateşleyerek, tarihsel bakımdan
ilerici bir rol oynayan klasik ya da demokratik Türkçülükle ciddi bir bağa sahip
olmadı. Var olan ilişki de zaman içinde koptu.
Otantik Türkçülük,
uygarlığın evrenselliğini benimseyen, kentli, aydınlanmacı ve kültürel bir
millet tanımına yatkın olduğu halde, ülkücü hareket esas olarak taşra/kasaba
milliyetçiliği üzerinden yürütülen muhafazakâr ve ırkçı bir yapıya sahip oldu.
Bu yanıyla ülkücü hareket, cumhuriyet milliyetçiliğinin Batıcı ve modernist
yanından uzak durarak muhafazakâr/gerici bir zeminde konumlandı. Bu nedenle
ülkücü hareket, ideolojik evriminin belli bir aşamasında İslamcılığa doğru
taşındı. Bu durum, her iki hareketin (ülkücü milliyetçilik ve İslamcılık)
tabanları ve kadroları arasındaki geçişkenliğin de nedenini oluşturuyordu.
Türkçülükten İslamcılığa doğru yaşanan bu serüven, “Türk-İslam Sentezi” de
denilen gerici faşizan çizgiyi oluşturdu. Soğuk Savaş, sadece MHP
milliyetçiliğini değil, devlet milliyetçiliğini de etkisi altına aldı ve
dönüştürdü. Batıcı cumhuriyet milliyetçiliği yerini sol düşmanı gerici
milliyetçiliğe bıraktı. Dolayısıyla Türkiye’de birer Soğuk Savaş gücü olan
siyasal İslamcılık ve aktüel milliyetçiliğin kaynakları aynıdır. Bu nedenle
Türkiye’de milliyetçilik, muhafazakâr, hatta gerici bir karaktere sahip
oldu.
Son yıllarda “ulusalcılık” diye kodlanan bir akımdan sıkça söz
ediliyor. MHP bu kavrama itiraz ederek, Farsça kökenli ‘millet’ ve
‘milliyetçilik’ yerine Türkçe-Moğolca ‘ulus’ ve ‘ulusalcılık’ kavramının
kullanılmasını yanlış bulduğunu belirtiyor. Ancak bu farklılık, alfabe ya da dil
sorunu olmanın çok ötesinde bir anlam ve derinlik taşıyor.
Kendilerini
“ulusalcı” diye tanımlayan kesimlerin, gerici/muhafazakâr Türk milliyetçiliği
ile aralarına mesafe koymak ve ayrı durmak istedikleri anlaşılıyor. Emperyalizme
(ABD ve NATO’ya) karşı oldukları gibi, cumhuriyet devrimlerine bağlı, laiklik ve
aydınlanmadan yana olduklarını vurguluyorlar. Genel olarak anti-sol değiller.
Ancak Kürt sorununa bakışları eğemen milliyetçilikle yakınlık
taşıyor.
Ulusalcılık, Soğuk Savaş sonrasında bölgesel ölçekte de olsa
sıçrama yapmak ve bağımsızlık alanını genişletmek isteyen, “yerli” karakteri
görece ağır basan çevrelerden oluşuyor. Belli bir merkezi ve örgütlenmesi
bulunmuyor. Yerli sermaye çevreleri; kentli orta sınıflar, Avrasyacı asker-sivil
cumhuriyetçi bürokrasi ve önemli bir aydın kesimi kendisini “ulusalcı” olarak
tarih ediyor. Böylece MHP milliyetçiliğinden kendilerini ayırıyor. Yurtseverlik
kavramı ise hem milliyetçilikten hem de ulusalcılıktan nitelik olarak farklı bir
siyasal, felsefi ve kültürel tutumu ifade eder. Daha çok sosyalistlerin tercih
ettiği bir kavram olan yurtseverlik, etnisiteye dayanmadığı gibi, salt
teritoryal bir tavrı da içerdmez. Emperyalizme karşı olmayı anlatır,
Tutanaklarının şifresi
Yurt Gazetesi’nde dün
yazdığım ve İmralı görüşme tutanaklarının şifresini çözmeye çalıştığım analizin,
kimi önemli noktalarına bir kez daha işaret etmekte yarar var. Çünkü tarihsel
önem taşıyan bu tutanakların önümüzdeki dönemde daha çok tartışılacağı
anlaşılıyor. Yapılacak ilk tespit şudur; İmralı süreci, Kürt sorununun ilerici
çözümü yönünde değil, gerici çözümü yolunda ilerliyor. Ortaya bir AKP-PKK ekseni
ya da daha doğru bir ifadeyle Tayyip Erdoğan-Abdullah Öcalan ittifakı çıkıyor.
Belli şartlara bağlasa da Öcalan, Erdoğan’ın başkanlığını destekleyeceklerini
ilan ediyor. Oysa AKP’nin öngördüğü başkanlık sistemi, yetkilerin tek elde
toplandığı,yargıyı yürütmenin (başkanın) emrine veren, güçler ayrılığı ilkesini
yok eden bir diktatörlük rejimine işaret ediyor. Öcalan, Türkiye’nin ilerici,
aydınlanmacı, modernleşmeci ve demokratik tarihsel birikimiyle/geleneğiyle
bağlarını koparacak bir adım atıyor. AKP ile uzlaşarak, Türkiye solunun ve
demokratik muhalefetinin gerici ve faşizan iktidara karşı yürüttüğü mücadeleyle
Kürt hareketinin bağını da kesiyor. Karşısında AKP dışında muhatap bırakmıyor.
Öcalan, AKP’nin topluma dayattığı ve esas olarak gerici-faşizan dikta rejimini
hukuksal olarak tamamlayacak yeni anayasaya da destek veriyor. Kendisi dâhil
cezaevindekilerin özgürlüğü ve AB Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’ndaki şerhin
kaldırılması karşılığında bir diktatörlük rejimine evet demeye hazırlanıyor.
Sonuç olarak bir kez daha altını çizerek belirtelim; Türkiye’nin batısında
gerici ve faşizan bir diktatörlük varken güneydoğusunda özgürlük ve demokrasi
olamaz. Öcalan’ın Türkiye’nin aydınlanmacı, cumhuriyetçi, laik toplumsal
kesimleri ile sol muhalefetin duyarlılıklarını hesaba katmadığı görülüyor.
Yorum Gönder