Kadınlarla dünya arasında ikiyüz yıldan buyana, büyük bir yarış sürüyor. Biraz güç ve yavaş ilerleyen bu yarışta iki taraf da, karşısındakini kendine benzetmeye çalışıyor. Kadınlar dünyayı, dünya ise kadınları değiştirmeye uğraşıyorlar.
Yarışı, dünyanın giderek değişmeye başlayan koşullarının başlattığı ileri sürülüyor ama... Yarışın başlama noktasının, kadınların bir çeşit "başkaldırı"sı olduğu da bir gerçektir.
Toplumsal koşul ve kurallar altında "bunalan" kadınların bu "baskı"ya karşı başlattıkları başkaldırı, giderek dünya çapında, önlenemez bir savaşıma dönüştü.
Yeryüzünün tüm kadınları adına bu savaşımı başlatan bir avuç "öncü" kadından biri, Mary Wallstonecraft’dı.
Onun bu savaşımı birlikte sürdürdüğü arkadaşları arasında adı kısaca “Sister Mary” yani “Mary bacı” idi. Onun bu savaşımda dalgalandırdığı ve bir kadınlar ordusu bayrağına dönüştürdüğü görüşünün özeti, şöyle idi:
"Toplumda aşkın dışındaki tüm ilişkilerde cinsiyet ayrımının kalktığını görmek istiyorum."
Bu görüşü ondan önce benimseyen birçok kadın olmuştu ama, hiçbiri görüşünü, yüksek sesle söylememişti.
Mary Wallstonecraft, 1792 yılında yayımlanan ve bugün de saygıyla anılan "Kadın Haklarının Savunulması" adlı kitabında bu görüşü açıklama cesareti göstererek, yüzyıllar boyu sürecek bir savaşımı da başlatmıştı.
Öncü kitaptaki şu görüş de, kadınları alevlendirmeye yetmişti:
"Eğer kadınlar akıllı yaratıklar olarak hareket edebilecek yetenekte iseler, erkeklerle ilişkilerin
de kendilerine, köleler ya da insanın iradesine bağımlı hayvanlara gösterilen davranışlara izin vermemelidirler."
Wallstonecraft’ın, eğitim ve gelenekler sonucu kadınların mahkum edildikleri cehalet ve kölelik konumunu tartışmaya çalıştığı bu yapıtı, özellikle kadınlar arasında büyük bir etki yarattı. Kitap, etkisini ilerideki yıllarda da gösterdi ve 19’uncu yüzyılda İngiltere’de 6 kez, Amerika’da da 4 kez basıldı, daha sonraki yıllarda ise birçok kez, dergi ve gazetelerde yayımlandı.
Ancak aradan geçen bunca yıla karşın Wallstonecraft’ın, can alıcı "Kadınların erdem ve yeteneklerinin gelişmesi için daha kaç kuşak gerektiği" sorusu halen güncelliğini ve önemini koruyor.
Mary Wallstonecraft kadın hakları konusunda yazdığı herşeyi, kendi kişisel yaşantısı ile de doğrulamaya çalışmıştı sanki.
1759’da 5 çocuklu bir İngiliz ailesinin ikinci çocuğu olarak doğdu. Çocukluk yıllarında annesinin, çok içen ve ailenin parasını israf eden babasının baskısı altında ezildiğine tanık oldu.
Dedesi öldüğünde 7 yaşındaki tek erkek kardeşinin nasıl tek varis olduğuna inanamadı. Mary’nin eline hiçbir şey geçmedi. Çünkü o bir kız çocuktu. Ve yine aynı nedenle erkek kardeşinin okula gitmesine izin verilirken Mary ev işleri yapmak ve üç kardeşine bakmak zorundaydı.
Okuma yazmayı yaşlı bir kahyadan öğrendi. Onun yaşadığı yıllarda kız çocukların "cazibeli ve erdemli izlenim bırakmaktan" daha başka şeyler bilmek zorunda olmadığına inanılıyordu. Kız çocukların eğitimi devlet tarafından desteklenmiyordu.
Mary onaltısına geldiğinde ilk cesaretli çıkışını yaptı ve aile evinden ayrılıp yaşlı ve zengin bir hanımın nedimesi oldu. Ekonomik özgürlüğüne ilk adımı atmıştı.
Ancak 1781 sonunda annesi ağır hastalandığında, eve geri çağrıldı. Annesinin bakımını üstlenmek zorundaydı.
"Birazcık sabret yakında herşey geçer" annesinden duyduğu son sözlerdi. Kadınların yaşamının tam bir simgesi olarak algıladı bu sözleri. Özgürlük, kişisel özgürlük yalnızca erkekler içindi. Ama o kadındı.
Annesinin ardından Londra’ya giden Mary’nin yanında genç yaşta evlenip, çocuk sahibi olan ve evliliğinde annesi ile aynı kaderi paylaşan kız kardeşi de vardı. En yakın arkadaşı Fanny ile birlikte üçü bir okul açtılar. Ama okul başarılı olamadı. Bunun üzerine bir yıllığına İrlanda’ya mürebbiyelik yapmaya gitti.
Mary için yaşam 28’inde başladı denebilir. Londra’ya geri döndüğünde o yıllarda genç bir kadına açık olan tüm işleri denemişti. Ve bunların istediği işler olmadığını da anlamıştı. Yazmak, beyinsel çalışma ile kişisel özgürlüğünü yaratmak istiyordu. İrlanda’dayken yazdığı "Mary" adlı hikayesini, ikinci kitabı "Kız Çocukların Eğitimi" izledi. Her iki kitap da yayıncı Joseph Johnson tarafından yayımlandı.
Mary, kitabında erkek çocuklara verilen eğitimi kız çocuklar için de istemekteydi.
“Bizim de erkek çocuklara benzer bedensel hareketler yapmamıza izin verilsin. Yalnız çocukluk yıllarında değil, gençlik yıllarımızda da... Bıraksınlar bu sayede bizim vücudumuz da tam olarak gelişsin. Böylece edineceğimiz deneyimlerle erkeğin doğal üstünlüğünün hangi ölçüler içinde kaldığını da görmüş oluruz."
Kendi deneylerinden yola çıkarak ise şunları dile getiriyordu:
“Kadınların edinebilecekleri çok az sayıda mesleklerin tümü de ev işleri ile ilgili. Oysa, kadınlar eczacılık eğitimi görebilirler ve aynı biçimde hemşire, doktor da olabilirler."
Yayımcı Johnson, Mary’yi ilk gördüğü anda etkilenmişti. Onu kadrosuna aldı. Kendi kendine Fransızca, Almanca ve İtalyanca öğrenmiş olan Mary, çeviriler yapmaya, makaleler yayımlamaya başladı. 1790 yılında 31 yaşındayken, Fransız İhtilali’nin etkisi ile yazdığı "İnsan Haklarının Korunması" başlıklı iddialı bir makalesi yayımlandı. Birdenbire üne kavuştu. Artık her tarafta Mary konuşulmaktaydı.
Yaşamını taçlandıracak ve onu bugünlere taşıyacak olan yapıtı "Vindication of the Rights of Women" (Kadın Haklarının Savunması) ise 1792’de çıktı. Kitabındaki tutkulu anlatım çok yaygın olarak okunmasını sağlamış ve benimsenmesinde etkili olmuştu.
"Kadınlar kendi kendilerini dinlemelerini önleyecek ciddi bir işe nadiren sahip olurlar. Küçük işler ya da amaçsız çabalar aklın ve vücudun tüm gücünü boşa sarfettirmekte ve kadınlar yalnızca hislerin oyuncağı olmaktadır.
Kısacası kadın eğitiminin (toplum eğitiminin) özü, iyileri duygusal ve kararsız, diğerlerini ise boş ve değersiz yapmaya yöneliktir. Toplumun şu anda bulunduğu durumda korkarım ki bu yanlışlığı düzeltmek hemen hiç mümkün değildir. Eğitime daha övgüye değer bir amaç yüklenirse, kadınların doğaya ve mantığa yaklaşmaları sağlanabilecek ve böylece onlar daha erdemli ve işe yarar duruma gelerek saygınlık kazanacaklardır."
"Kadınları akıllı ve özgür vatandaşlar yapmalı. İşte o zaman kadınlardan iyi eş ve anneler oluşur. Erkeklerin kocalık ve babalık görevlerini ihmal etmemeleri koşulu ile..."
Çelişki, hiddet, hayranlık... Mary değişik duygularla herkesin dilindeydi. Önemli bir değişim dalgasına neden olduğu tartışmasızdı. Kitap İngilizce basımlarından sonra, çok geçmeden Fransızca ve Almanca’ya da çevrildi.
Mary, kitabını Fransız Devrimi’nin önder devlet adamlarından Talleyrand’a ithaf etmişti. Bundan etkilenen Talleyrand kitabın yazarı ile tanışmak için İngiltere’ye onu ziyarete gitti. Birlikte sohbetler yaptılar. Talleyrand daha sonraları Mary’nin bir çay fincanında kendisine şarap ikram etmiş olmasını unutamadığını söyleyecekti.
O günlerde, bir hanımefendinin konuğuna bu biçimde bir ikram hatası yapmış olması inanılmaz bulunuyordu. Ve Mary herşeye karşın, bir yazar olarak düşünceleri ile değil, bir kadın olarak ikramı ile değerlendiriliyordu.
1793’de Paris’e gitti. Orada kendisi gibi yazar olan Gilbert Imlay’a âşık oldu. İlk kızı Fanny’nin doğumundan hemen sonra Imlay onu terk etti. Londra’ya geri döndüğünde, nerede ise tüm cesaretini kaybetmişti. İki kez intihar girişiminde bulunan Mary, son dakikada Thames Irmağı’ndan baygın olarak çıkarıldı.
Yaşama yeniden başlamak zorundaydı. Yazan, düşünen ve yaşam sorunları ile boğuşan bir kişi, onla içtenlikle ilgileniyordu. Bu kişi, bir keşiş gibi yaşamakta olan Govin’di. Onla derin bir arkadaşlıktan aşka dönüşen ilişkisi, evliliğe dönüştü. Mary ikinci çocuğunu beklemekte, bu arada iki kitap üzerinde çalışmaktaydı..
Her iki kitap da yarım kaldı. Otuz dokuz yaşındaydı...
Ölüm nedeni, değiştirmeye çalıştığı kadınların kaderi ile ortaklığını simgeler gibiydi..
İlerideki yıllarda, Frankestein’ın yazarı Mary Sheley olarak tanıyacağımız ikinci kızının doğumundan on gün sonra öldü.
O, kısacık yaşamına sığdırdığı büyük düşünceleri ile kadınlara ve topluma değişim yollarını açan öncülüğüyle, tüm dünya kadınlarının gönüllerindeki “eşitlik ve özgürlük” alevinin ilk kıvılcımı olarak sıcaklığını bugün de korumaktadır.
Selma Atabek/BÜTÜNDÜNYA
Yorum Gönder