Eskiler "Büyük lokma ye ama büyük söz söyleme"
derlermiş
Cumartesi günkü "Düzyazı" da bugün için "Milliyetçilik ya da
öz Türkçe karşılığı ile Ulusalcılık" konusundaki tartışmaları sürdüreceğimi
söylemiştim.
Erdoğan’ın barış anlaşmasının koşullarını görüşmek
amacıyla uzun süreden beri İmralı'da Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı
vasıtası ile Öcalan'la sürdürdüğü görüşmelerin ayrıntılı bir şekilde ortaya
çıkması, ülke gündemini değiştirdi.
O zaman ben de o değişen gündeme ayak
uydurmanın aklın yolu olduğunu bilerek Çankaya'ya çıkmak için uykuları kaçan
Başkan adayımızın, Devlet ile PKK arasında silah bırakma anlaşmasının
ayrıntıları üstünde durmayı, ulusalcılığımın gereği olarak
algıladım.
Namık Durukan gibi, Güneydoğu Bölgesi’nin nabzını en iyi tutan
başarılı bir gazetecinin, önceki gün Milliyet’te yayınlanan haberi, Erdoğan için
tek kelime ile bir teslimiyet belgesidir.
Bu tür görüşmelerin sonuna
kadar gizli kalacağı hesabı ile Hükümetle PKK’nın başının arasında varıldığı
ilan edilen mutabakat, elbette her şeyden önce anaların göz yaşının dineceği
gibi masmavi bir ambalaj ile kamuoyuna sunulmakla kalınmış olsaydı, sağduyu
sahibi hiçbir yurtseverin itirazı olmazdı.
Ne var ki, Öcalan bir
yandan Ada’dan bir an önce kendisini çıkartacak ortamın çok sağlam bir
zemin olmasını şart koşmaktadır.
Bazılarımızın düşündüğü gibi, öyle
üstündeki birkaç kez ağırlaştırılmış müebbet hapis döneminin, göreceli bir
şekilde hafifleştirilerek bir süre sonra, ev hapsine çevrilmesini ağzına bile
almıyor.
"Ne ev hapsi, ne de af. Bunlara gerek kalmayacak. Hepimiz özgür
olacağız. Başarılı olursam, ne KCK tutuklusu kalır ne başkası" diyor ve
ardından kendi şartlarının kabul edilmemesi halinde 5o bin kişilik bir gücün
başlatacağı Halk Savaşından söz ediyor.
Ancak bu onaylamadan sonradır ki
örgüt Erdoğan'ın "müjde olarak' öne sürdüğü koşullar arasında tüm isteklerinin
TBMM kararı ile onaylanması da var!
İpleri eline geçirmenin özgüveni
içerisinde, şartlarını sürmeye devam ediyor. Onlar arasında herkesin içtenlikle
beklediği, bölgedeki boşaltılmış köylerde bacaların yeniden tütmesi, evlere
dönüşün sağlanması da yer alıyor.
Bu öneriye, boşaltılmış köylere dönecek
hane halklarına Devletin üretici olma olanaklarını da sağlaması, öylelikle
Güneydoğulu köylülerin feodal düzenin ezilmişliğinden kurtularak ayakları
üstünde durabilecekleri, dağa çıkmayı, ellerine silah almayı hayal bile
etmeyecekleri adımların Devlet tarafından bir an önce atılmasının eklenmesini
kim istemez ki?
Tam dişe dokunur bir şey söylediğini düşünmek isterken ,
23 Nisan 1920’de Ulusal Bağımsızlık Savaşımızı yönetmek amacıyla
Ankara'da toplanan ve günümüze kadar, o talihsiz darbe dönemleri dışında, Millet
İradesinin gerçek temsilcisi olarak görev yapan Türkiye Büyük Millet Meclisi
yerine Rusya'daki Duma gibi bir Meclis’ten söz ediyor. Dahası isim babalığını da
yaparak Halk Meclisi adını da veriyor.
Atatürk'ün "Türkiye Cumhuriyeti’ni
kuran Türkiye Halkına Türk milleti denir" tanımlamasını anlaşılan Apo da
beğenmeyenler arasındadır ki, yeni bir vatandaşlık tanımına ihtiyaç duyuyor ve
Sırrı Süreyya Önder'e "Özgür iradesiyle Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlılığını
ifade eden her bireyin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olabileceğinin anayasada
yer almasından söz ediyor.
Yeni doğmuş bir bebeğin vatandaş olabilmesi
için erginlik çağına gelmesini beklemek, tam anlamı ile saçmalamak değil midir?
Uzun cezaevi yıllarında sayısız kitap okuyarak kendisini yeniden yarattığından
söz edilen örgüt başının vatandaşlık bilgileri demek ki bu
kadardır!
Aslında Öcalan ve onun gibi düşünenler, kendilerini 1920’de
istilaya uğramış olan Anadolu'yu kurtarmak için, Türk, Kürt, Çerkez, Gürcü, Laz
olarak ayırmayarak ; bu ülkenin öz evlatları olarak görmüş ve aynı safta
savaşmışlardır. Aralarında şehit düşenlerin gözlerini kapatan, ellerini açarak
Fatiha okuyan bu insanlar, bizim atalarımızdır.
Aralarına nifak tohumları
sokmak isteyen saldırgan dış güçler, zaman zaman iç isyanlarla kışkırttıkları
için, vatandaş ya da yurttaş olmanın bilincinden yoksun olanlar, ümmet
sancakları altında kardeş savaşı vermişlerdir.
Ne yazık ki, bugün
gündemde tartışılan ana soruna, medyamızın önemli bir çoğunluğu tek yanlı
bakmakta; ekranlar aynı kişilerin tekelindeki sözde açık oturumlarla kamuoyunun
beynini yıkamak isteyenlere teslim edilmektedir!
Sayın Başbakan,
kendisinden Tayyip Bey diye söz edecek kadar, Devlet protokolünün üçüncü
sırasındaki koltuğunu bile küçümseyen bir adama fazlası ile itibar ederek mi
Başkan olmayı düşünüyor?
Teravih namazında ipleri mahalle bıçkınlarına
bir kez vermiş olan İmamın hikâyesini düşünsün.
Ve öncelikle de
vatandaşlık kavramının ne anlama geldiğini, Atatürk milliyetçiliğinin bu
toprakların çimentosu olduğunu unutmasın.
Yorum Gönder