İpler artık Öcalan'ın elinde! - Orhan Birgit

Eskiler "Büyük lokma ye ama büyük söz söyleme" derlermiş
Cumartesi  günkü "Düzyazı" da bugün için "Milliyetçilik ya da öz Türkçe karşılığı ile Ulusalcılık" konusundaki tartışmaları sürdüreceğimi söylemiştim.
Erdoğan’ın  barış anlaşmasının koşullarını görüşmek amacıyla uzun süreden beri İmralı'da Milli İstihbarat Teşkilatı  Müsteşarı vasıtası ile  Öcalan'la  sürdürdüğü görüşmelerin  ayrıntılı bir şekilde ortaya çıkması, ülke gündemini değiştirdi.
O zaman ben de o değişen gündeme ayak uydurmanın aklın yolu olduğunu bilerek  Çankaya'ya çıkmak için uykuları kaçan Başkan adayımızın,  Devlet ile PKK arasında silah bırakma anlaşmasının ayrıntıları üstünde durmayı, ulusalcılığımın gereği olarak algıladım.
Namık Durukan gibi, Güneydoğu Bölgesi’nin nabzını en iyi tutan başarılı bir gazetecinin, önceki gün Milliyet’te yayınlanan haberi, Erdoğan için tek kelime ile bir teslimiyet belgesidir.
Bu tür görüşmelerin sonuna kadar  gizli kalacağı  hesabı ile Hükümetle   PKK’nın başının arasında varıldığı ilan edilen mutabakat, elbette her şeyden önce anaların göz yaşının dineceği gibi masmavi bir ambalaj ile kamuoyuna sunulmakla kalınmış olsaydı, sağduyu sahibi  hiçbir yurtseverin itirazı olmazdı.
Ne var ki, Öcalan bir yandan Ada’dan bir an önce kendisini çıkartacak ortamın çok sağlam bir zemin olmasını şart koşmaktadır.
Bazılarımızın düşündüğü gibi, öyle üstündeki birkaç kez ağırlaştırılmış müebbet hapis döneminin, göreceli bir şekilde hafifleştirilerek bir süre sonra, ev hapsine çevrilmesini ağzına bile almıyor.
"Ne ev hapsi, ne de af. Bunlara gerek kalmayacak. Hepimiz özgür olacağız. Başarılı olursam, ne KCK tutuklusu kalır ne başkası" diyor ve ardından  kendi şartlarının kabul edilmemesi halinde 5o bin kişilik bir gücün başlatacağı Halk Savaşından söz ediyor.
 Ancak bu onaylamadan sonradır ki örgüt Erdoğan'ın "müjde olarak' öne sürdüğü koşullar arasında tüm isteklerinin TBMM kararı ile onaylanması da var!
İpleri eline geçirmenin özgüveni içerisinde, şartlarını sürmeye devam ediyor. Onlar arasında herkesin içtenlikle beklediği, bölgedeki boşaltılmış köylerde bacaların yeniden tütmesi, evlere dönüşün sağlanması da yer alıyor.
Bu öneriye, boşaltılmış köylere dönecek hane halklarına Devletin üretici olma olanaklarını da sağlaması, öylelikle Güneydoğulu köylülerin feodal düzenin ezilmişliğinden kurtularak ayakları üstünde durabilecekleri, dağa çıkmayı, ellerine silah almayı hayal bile etmeyecekleri adımların Devlet tarafından bir an önce atılmasının eklenmesini  kim istemez ki?
Tam dişe dokunur bir şey söylediğini düşünmek isterken , 23 Nisan 1920’de Ulusal Bağımsızlık Savaşımızı yönetmek amacıyla Ankara'da toplanan ve günümüze kadar, o talihsiz darbe dönemleri dışında, Millet İradesinin gerçek temsilcisi olarak görev yapan Türkiye Büyük  Millet  Meclisi yerine Rusya'daki Duma gibi bir Meclis’ten söz ediyor. Dahası isim babalığını da yaparak Halk Meclisi adını da veriyor.
Atatürk'ün "Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye Halkına Türk milleti denir" tanımlamasını anlaşılan Apo da beğenmeyenler arasındadır ki, yeni bir vatandaşlık tanımına ihtiyaç duyuyor ve Sırrı Süreyya Önder'e "Özgür iradesiyle Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlılığını  ifade eden  her bireyin Türkiye Cumhuriyeti  vatandaşı olabileceğinin anayasada yer almasından söz ediyor.
 Yeni doğmuş bir bebeğin vatandaş olabilmesi için erginlik çağına gelmesini beklemek, tam anlamı ile saçmalamak değil midir? Uzun cezaevi yıllarında sayısız kitap okuyarak kendisini yeniden yarattığından söz edilen örgüt başının  vatandaşlık bilgileri demek ki bu kadardır!
Aslında Öcalan ve onun gibi düşünenler, kendilerini 1920’de istilaya uğramış olan Anadolu'yu kurtarmak için, Türk, Kürt, Çerkez, Gürcü, Laz olarak ayırmayarak ; bu ülkenin öz evlatları olarak görmüş ve aynı safta savaşmışlardır. Aralarında şehit düşenlerin gözlerini kapatan, ellerini açarak Fatiha okuyan bu insanlar, bizim atalarımızdır.
Aralarına nifak tohumları sokmak isteyen saldırgan dış güçler, zaman zaman iç isyanlarla kışkırttıkları için, vatandaş ya da yurttaş olmanın bilincinden yoksun olanlar, ümmet sancakları altında kardeş savaşı vermişlerdir.
Ne yazık ki, bugün gündemde tartışılan ana soruna, medyamızın önemli bir çoğunluğu tek yanlı bakmakta; ekranlar aynı kişilerin tekelindeki sözde açık oturumlarla kamuoyunun beynini yıkamak isteyenlere teslim edilmektedir!
Sayın Başbakan, kendisinden Tayyip Bey diye söz edecek kadar, Devlet protokolünün üçüncü sırasındaki koltuğunu bile küçümseyen bir adama fazlası ile itibar ederek mi Başkan olmayı düşünüyor?
Teravih namazında ipleri mahalle bıçkınlarına bir kez vermiş olan İmamın hikâyesini düşünsün.
Ve öncelikle de  vatandaşlık kavramının ne anlama geldiğini, Atatürk milliyetçiliğinin bu toprakların çimentosu olduğunu unutmasın.

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget