Allah ile aldatanların korkulu rüyası: Türk Ordusu
“Ordumuz, her zaman, düşmanlarımızın birinci taarruz hedefi olmuştur.”
Mustafa Kemal Atatürk
Batı'nın Türk Ordusu'na öfkesi, tarihin tanıdığı en amansız öfkelerden biridir. Bu öfke sadece Avrupa'daki silahlı güçlerde, siyasetçilerde değildir. Avrupa'nın en hümanist aydınları, filozofları, şairleri, edipleri, ressam ve heykeltraşları da, Türk ordusuna duyulan bu müthiş öfkenin taşıyıcıları arasındadır. Luther'den Kant'a, Dante'den Engels'e, Hugodan Marx'a, Voltaire'den Byron'a kadar... Melherbe, Ronsard, Boileau, Hegel... gibi isimler de bu öfke listesinde yer alanlardan bazıları.
Birkaç örnek verelim:
Fransız yazarı Hugo, Osmanlı'dan 'katil imparatorluk' diye söz eder ve “Bundan yakamızı kurtarmalıyız, bağnazlık ve zorbalığı susturmalıyız!” diye ekler. Engels'e göre, Osmanlı Türk İmparatorluğu 'ayak takımının egemenliği'dir.
Engels'in beklentisi şudur:
“Bu egemenlik er-geç sona erecek, Avrupa'nın en güzel toprakları ayak takımının egemenliğinden kurtarılacaktır. Zaten Türkler devlet ve asker gücünü ellerinde tutmasalardı çoktan yok olup giderlerdi. Ama artık güçsüzlüğe doğru gidecekler. İşin doğrusu şu ki, Türkler'in ortadan kaldırılması gerekir.”
Marx'a göre, İstanbul, Doğu ile Batı arasındaki altın köprüdür. Batı uygarlığı, bir güneş gibi bu köprüye uğramadan dünyanın çevresinde dönemez. Osmanlı Sultanı'nın İstanbul'u elinde tutması, gerekli devrimin yapılmasına kadar olacaktır.
Bu asırlık Avrupa düşünün gerçeğe dönüşmesinin tarihsel talep belgesi olan Sevr, Mustafa Kemal'in komuta ettiği ordu ve millet tarafından yırtılıp çöpe atıldı. Mustafa Kemal Atatürk'e yönelik Batı düşmanlığını değerlendirirken bu arka planı unutmamak gerekir.
2000'li yıllardan itibaren, Türkiye yeniden 'Hasta Adam' haline getirildi. Düyunu Umumiye yeniden yaratıldı. Sevr'in şartlarını, çeşitli gerekçelerle sineye çekilir bulan yeni Damat Ferit ekipleri ihdas edilip gereken yerlere oturtuldu.
Yaşadığımız günlerin ABD ve AB'sinde, Türkiye ile ilgili ilk hedef Türk Ordusu'nu budamak olarak dikkat çekiyor. Tabii önce MGK, sonra da devamı... MGK bunların, âdeta biricik korkulu rüyası oldu. Çünkü MGK, ürettiği bakış açıları ve kararlarla, Türkiye adına “Hayır!” diyebilen bir tavır sergilemekte, teslimiyetçiliği kırmaktadır. MGK bunu, keyif olsun diye yapmıyor.
Devleti yönetme mevkiinde olan sivillerin büyük çoğunluğu ne yazık ki, hiçbir devlet adamlığı eğitimi almamış kişilerdir. Lise mezunlarının, hatta gece lisesinden terk kişilerin ve hatta ilkokul mezunlarının yer aldığı kabinelerimiz az değildir. Bu insanların, devlet bürokrasisinden gelen bazıları müstesna, devlet adamlığında, yönetsel yetkinlikte, dünyayı ve bölgeyi tanıyıp değerlendirmede affedilemez eksikleri, açıkları, yanlışları vardır. Günübirlik iş yaparlar ve genellikle, iyi yetişmiş rakiplerinin güdümüne girerler.
Bu zatların; siyaset, hukuk gibi kısmen devlet adamlığı yetkinliği veren disiplinlerden gelenleri de fazla değildir.
Kurmaylık eğitimi alanları ise hiç yoktur. MGK, işte bu noktada bir boşluğu dolduruyor. MGK, devlet adamlığı, jeo-politik, jeo-strateji eğitimi almış yüksek rütbeli kurmayların katkılarıyla, ülkenin meselelerini ülkenin çıkarlarına uygun olarak rapora bağlıyor ve bir tavsiye olarak ülke yönetiminin önüne koyuyor.
Türkiye, devlet adamı yetiştiren zihniyet ve eğitim sistemlerini kurup Batı ülkelerindeki standartlarda siyasetçi ve yönetici yetiştirme noktasına geldiğinde MGK'nın durumu gözden geçirilebilir. Ama bugünkü Türkiye'de MGK'yı işlevsiz kılmak, ülkeye kötülük etmekten başka hiçbir anlama gelemez.
MGK'nın, Kopenhag Kriterleri bahane edilerek budanması AB yasaları açısından gerekli değildi. Çünkü benzeri güvenlik birimleri AB ülkelerinde de vardır. Üstelik AB ülkelerinde, Türkiye'nin boğuştuğu temel sıkıntıların hemen hiçbiri de yoktur. Bütün bunlar bilindiği halde, Türk Ordusu'ndan rahatsızlığı, ABD ve AB'den pek geri kalmayan içteki dinci ekipler, MGK'yı budayıp kuşa çevirmiş, arkasından da, “Gün bu gündür” zihniyetiyle TSK'yı yıpratmaya devam etmişlerdir.
1999 Körfez Depremi'ni hatırlayalım. O acılı günlerimizde Batı, konuşacak başka bir şey kalmamış gibi, fırsatı ganimet bilerek, sürekli ve çok vicdansız bir biçimde Türk Ordusu'na saldırdı. AKP'ye açılan kapatma davası münasebetiyle Türk yargısını 'onursuz' diye niteleme onursuzluğunu gösteren eski Almanya Başbakanı Gerhard Schröder, Türkiye'ye karşı ilk onursuzluğunu depremin kahırlı günlerinde (Eylül 1999'da), Alman Parlamentosu'nda yaptığı konuşmada göstererek şöyle demişti.
“Türkiye'de Ordu karşıtlarını güçlendirelim.”
Aynı tarihlerde, Almanların önemli basın organlarından biri olan Die Welt, Türk askeri için şu hayasız ifadeyi kullanıyordu:
“Maskara ve rezil askerler...” (Hasan Bögün, ABD ve AB Belgeleriyle Türk Ordusu, 20)
Türkiye'nin AB serüveni, bir anlamda, Türk Ordusu'nun, AB'ye üyelik nakaratıyla yıpratılma serüveni olarak anılabilir. Allah ile aldatan Atatürk karşıtı unsurların, senelerce ana-avrat küfrettikleri AB'ye, iktidarları döneminde can havliyle sahip çıkmalarının arka planını iyi düşünmemiz gerekmiyor mu?
TSK'yı yıpratmada kullanılan bir numaralı araç da yine dindir, Allah ile aldatmadır. Bu aracın taşıdığı tehdit ve tehlikeyi en iyi gören ve gelişmeleri ciddi ve ısrarlı biçimde takip eden temel Cumhuriyet kurumu da TSK'dır. Batı bunu çok iyi bilmekte ve TSK'ya zarar vermede Türkiye içi temel desteğin Allah ile aldatan siyasetlerden geleceğinde en küçük bir kuşkusu bulunmamaktadır. Son yıllarda, bir dinci ve ABD'ci cemaatin TSK'ya sızma yolunda ne oyunlar çevirdiğini ve bu cemaatin Batılı güçler tarafından nasıl desteklendiğini tam bu noktada bir kez daha anımsayalım.
Biz bütün vicdanımızla şuna inanmaktayız: Batılı güç odakları, Allah ile aldatan siyasetlere verdikleri desteği artırdıklarında bunun Türk Ordusu'na vermek istedikleri zararı da artıracakları anlamına geldiğinden kimsenin kuşkusu olmamalıdır. Türkiye'nin kaderi, tarih boyunca hep olduğu gibi, bundan sonra da TSK ile daima bağlantılı ve bitişik olacaktır. Bu coğrafyanın ve Türk milletinin varoluş diyalektiği bunu gerektirmektedir. Bundan kuşku duyulduğu anda Türkiye ve Türk milleti çöküşe gider.
Sözün özü şudur: Türk Ordusu, bin yılı aşkın bir zamandır Ehlisalip (Hıristiyan emperyalist) güçlerin temel hücum hedefi ve en korkulu rüyasıdır. Türk milletini Allah ile aldatan dış güçler, son yüzyıl boyunca bir yandan Türk Ordusu'nun gücünden yararlanmak için çırpınırken öte yandan bu büyük gücü çökertmek için her türlü oyunu sergilemişlerdir.
Şöyle de denebilir:
Hıristiyan emperyalizmi için Türk Silahlı Kuvvetleri, kendilerine yaradığı (kriz bölgelerinde ölüme sürülmek gibi), hizmet ettiği sürece 'mucizevi bir güç' olarak yüceltilen, kendilerine engel olucu tavırları sezildiğinde ise çökertilmesi için ne gerekiyorsa yapılan bir kurumdur. Hangi yönden bakarsanız bakın, Batı için Türk Ordusu 'Türkiye'nin en değerli ihraç malı' ve 'temel kudreti' olarak görülmüştür. Bu temel güç ya onlarla birlikte olur ya da çökertilir.
AB'ye üyelik ve BOP sürecinde Türk Ordusu'nun, 'en büyük engel' olduğu kanısına varıldığı için zayıflatılıp tasfiye edilmesi gerektiğine karar verildi. Bu kararın uygulamaya konması için Türkiye içinde Ordu'dan rahatsız olan ve onun etkisizleştirilmesini isteyen bir iktidar lazımdı. O da bulundu: AKP. AKP'nin bugün başbakan sıfatını taşıyan 2002 yılındaki yasaklı genel başkanı RT Erdoğan, ünlü mektubunda Paul Wolfowich'ten Türk Ordusu ile kendisinin arasını uyuşturmasını istemekteydi.
4 Temmuz 2003 günü, Kuzey Irak'ta Süleymaniye kentinde askerlerimizin başına çuval geçiren ABD güçlerinin savunmasını yapan Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, çuval olayının mazeretini bizzat RT Erdoğan'a (başkasına değil) şöyle açıklamıştır:
“Askerinizin başına çuval geçirme olayı hükümete karşı değil, hükümetin emrini dinlemeyen bazı unsurlara karşı yapılmıştır.”
Rumsfeld gibi kurt bir politikacı, bu sözleriyle, Türk Ordusu'na düşmanlığını açıkladığı kişiyi de memnun ettiğini düşünmeseydi böyle bir açıklamayı yapar mıydı?
Yaşar Nuri Öztürk (Allah ile aldatmak sayfa:296-300)
Mustafa Kemal Atatürk
Batı'nın Türk Ordusu'na öfkesi, tarihin tanıdığı en amansız öfkelerden biridir. Bu öfke sadece Avrupa'daki silahlı güçlerde, siyasetçilerde değildir. Avrupa'nın en hümanist aydınları, filozofları, şairleri, edipleri, ressam ve heykeltraşları da, Türk ordusuna duyulan bu müthiş öfkenin taşıyıcıları arasındadır. Luther'den Kant'a, Dante'den Engels'e, Hugodan Marx'a, Voltaire'den Byron'a kadar... Melherbe, Ronsard, Boileau, Hegel... gibi isimler de bu öfke listesinde yer alanlardan bazıları.
Birkaç örnek verelim:
Fransız yazarı Hugo, Osmanlı'dan 'katil imparatorluk' diye söz eder ve “Bundan yakamızı kurtarmalıyız, bağnazlık ve zorbalığı susturmalıyız!” diye ekler. Engels'e göre, Osmanlı Türk İmparatorluğu 'ayak takımının egemenliği'dir.
Engels'in beklentisi şudur:
“Bu egemenlik er-geç sona erecek, Avrupa'nın en güzel toprakları ayak takımının egemenliğinden kurtarılacaktır. Zaten Türkler devlet ve asker gücünü ellerinde tutmasalardı çoktan yok olup giderlerdi. Ama artık güçsüzlüğe doğru gidecekler. İşin doğrusu şu ki, Türkler'in ortadan kaldırılması gerekir.”
Marx'a göre, İstanbul, Doğu ile Batı arasındaki altın köprüdür. Batı uygarlığı, bir güneş gibi bu köprüye uğramadan dünyanın çevresinde dönemez. Osmanlı Sultanı'nın İstanbul'u elinde tutması, gerekli devrimin yapılmasına kadar olacaktır.
Bu asırlık Avrupa düşünün gerçeğe dönüşmesinin tarihsel talep belgesi olan Sevr, Mustafa Kemal'in komuta ettiği ordu ve millet tarafından yırtılıp çöpe atıldı. Mustafa Kemal Atatürk'e yönelik Batı düşmanlığını değerlendirirken bu arka planı unutmamak gerekir.
2000'li yıllardan itibaren, Türkiye yeniden 'Hasta Adam' haline getirildi. Düyunu Umumiye yeniden yaratıldı. Sevr'in şartlarını, çeşitli gerekçelerle sineye çekilir bulan yeni Damat Ferit ekipleri ihdas edilip gereken yerlere oturtuldu.
Yaşadığımız günlerin ABD ve AB'sinde, Türkiye ile ilgili ilk hedef Türk Ordusu'nu budamak olarak dikkat çekiyor. Tabii önce MGK, sonra da devamı... MGK bunların, âdeta biricik korkulu rüyası oldu. Çünkü MGK, ürettiği bakış açıları ve kararlarla, Türkiye adına “Hayır!” diyebilen bir tavır sergilemekte, teslimiyetçiliği kırmaktadır. MGK bunu, keyif olsun diye yapmıyor.
Devleti yönetme mevkiinde olan sivillerin büyük çoğunluğu ne yazık ki, hiçbir devlet adamlığı eğitimi almamış kişilerdir. Lise mezunlarının, hatta gece lisesinden terk kişilerin ve hatta ilkokul mezunlarının yer aldığı kabinelerimiz az değildir. Bu insanların, devlet bürokrasisinden gelen bazıları müstesna, devlet adamlığında, yönetsel yetkinlikte, dünyayı ve bölgeyi tanıyıp değerlendirmede affedilemez eksikleri, açıkları, yanlışları vardır. Günübirlik iş yaparlar ve genellikle, iyi yetişmiş rakiplerinin güdümüne girerler.
Bu zatların; siyaset, hukuk gibi kısmen devlet adamlığı yetkinliği veren disiplinlerden gelenleri de fazla değildir.
Kurmaylık eğitimi alanları ise hiç yoktur. MGK, işte bu noktada bir boşluğu dolduruyor. MGK, devlet adamlığı, jeo-politik, jeo-strateji eğitimi almış yüksek rütbeli kurmayların katkılarıyla, ülkenin meselelerini ülkenin çıkarlarına uygun olarak rapora bağlıyor ve bir tavsiye olarak ülke yönetiminin önüne koyuyor.
Türkiye, devlet adamı yetiştiren zihniyet ve eğitim sistemlerini kurup Batı ülkelerindeki standartlarda siyasetçi ve yönetici yetiştirme noktasına geldiğinde MGK'nın durumu gözden geçirilebilir. Ama bugünkü Türkiye'de MGK'yı işlevsiz kılmak, ülkeye kötülük etmekten başka hiçbir anlama gelemez.
MGK'nın, Kopenhag Kriterleri bahane edilerek budanması AB yasaları açısından gerekli değildi. Çünkü benzeri güvenlik birimleri AB ülkelerinde de vardır. Üstelik AB ülkelerinde, Türkiye'nin boğuştuğu temel sıkıntıların hemen hiçbiri de yoktur. Bütün bunlar bilindiği halde, Türk Ordusu'ndan rahatsızlığı, ABD ve AB'den pek geri kalmayan içteki dinci ekipler, MGK'yı budayıp kuşa çevirmiş, arkasından da, “Gün bu gündür” zihniyetiyle TSK'yı yıpratmaya devam etmişlerdir.
1999 Körfez Depremi'ni hatırlayalım. O acılı günlerimizde Batı, konuşacak başka bir şey kalmamış gibi, fırsatı ganimet bilerek, sürekli ve çok vicdansız bir biçimde Türk Ordusu'na saldırdı. AKP'ye açılan kapatma davası münasebetiyle Türk yargısını 'onursuz' diye niteleme onursuzluğunu gösteren eski Almanya Başbakanı Gerhard Schröder, Türkiye'ye karşı ilk onursuzluğunu depremin kahırlı günlerinde (Eylül 1999'da), Alman Parlamentosu'nda yaptığı konuşmada göstererek şöyle demişti.
“Türkiye'de Ordu karşıtlarını güçlendirelim.”
Aynı tarihlerde, Almanların önemli basın organlarından biri olan Die Welt, Türk askeri için şu hayasız ifadeyi kullanıyordu:
“Maskara ve rezil askerler...” (Hasan Bögün, ABD ve AB Belgeleriyle Türk Ordusu, 20)
Türkiye'nin AB serüveni, bir anlamda, Türk Ordusu'nun, AB'ye üyelik nakaratıyla yıpratılma serüveni olarak anılabilir. Allah ile aldatan Atatürk karşıtı unsurların, senelerce ana-avrat küfrettikleri AB'ye, iktidarları döneminde can havliyle sahip çıkmalarının arka planını iyi düşünmemiz gerekmiyor mu?
TSK'yı yıpratmada kullanılan bir numaralı araç da yine dindir, Allah ile aldatmadır. Bu aracın taşıdığı tehdit ve tehlikeyi en iyi gören ve gelişmeleri ciddi ve ısrarlı biçimde takip eden temel Cumhuriyet kurumu da TSK'dır. Batı bunu çok iyi bilmekte ve TSK'ya zarar vermede Türkiye içi temel desteğin Allah ile aldatan siyasetlerden geleceğinde en küçük bir kuşkusu bulunmamaktadır. Son yıllarda, bir dinci ve ABD'ci cemaatin TSK'ya sızma yolunda ne oyunlar çevirdiğini ve bu cemaatin Batılı güçler tarafından nasıl desteklendiğini tam bu noktada bir kez daha anımsayalım.
Biz bütün vicdanımızla şuna inanmaktayız: Batılı güç odakları, Allah ile aldatan siyasetlere verdikleri desteği artırdıklarında bunun Türk Ordusu'na vermek istedikleri zararı da artıracakları anlamına geldiğinden kimsenin kuşkusu olmamalıdır. Türkiye'nin kaderi, tarih boyunca hep olduğu gibi, bundan sonra da TSK ile daima bağlantılı ve bitişik olacaktır. Bu coğrafyanın ve Türk milletinin varoluş diyalektiği bunu gerektirmektedir. Bundan kuşku duyulduğu anda Türkiye ve Türk milleti çöküşe gider.
Sözün özü şudur: Türk Ordusu, bin yılı aşkın bir zamandır Ehlisalip (Hıristiyan emperyalist) güçlerin temel hücum hedefi ve en korkulu rüyasıdır. Türk milletini Allah ile aldatan dış güçler, son yüzyıl boyunca bir yandan Türk Ordusu'nun gücünden yararlanmak için çırpınırken öte yandan bu büyük gücü çökertmek için her türlü oyunu sergilemişlerdir.
Şöyle de denebilir:
Hıristiyan emperyalizmi için Türk Silahlı Kuvvetleri, kendilerine yaradığı (kriz bölgelerinde ölüme sürülmek gibi), hizmet ettiği sürece 'mucizevi bir güç' olarak yüceltilen, kendilerine engel olucu tavırları sezildiğinde ise çökertilmesi için ne gerekiyorsa yapılan bir kurumdur. Hangi yönden bakarsanız bakın, Batı için Türk Ordusu 'Türkiye'nin en değerli ihraç malı' ve 'temel kudreti' olarak görülmüştür. Bu temel güç ya onlarla birlikte olur ya da çökertilir.
AB'ye üyelik ve BOP sürecinde Türk Ordusu'nun, 'en büyük engel' olduğu kanısına varıldığı için zayıflatılıp tasfiye edilmesi gerektiğine karar verildi. Bu kararın uygulamaya konması için Türkiye içinde Ordu'dan rahatsız olan ve onun etkisizleştirilmesini isteyen bir iktidar lazımdı. O da bulundu: AKP. AKP'nin bugün başbakan sıfatını taşıyan 2002 yılındaki yasaklı genel başkanı RT Erdoğan, ünlü mektubunda Paul Wolfowich'ten Türk Ordusu ile kendisinin arasını uyuşturmasını istemekteydi.
4 Temmuz 2003 günü, Kuzey Irak'ta Süleymaniye kentinde askerlerimizin başına çuval geçiren ABD güçlerinin savunmasını yapan Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, çuval olayının mazeretini bizzat RT Erdoğan'a (başkasına değil) şöyle açıklamıştır:
“Askerinizin başına çuval geçirme olayı hükümete karşı değil, hükümetin emrini dinlemeyen bazı unsurlara karşı yapılmıştır.”
Rumsfeld gibi kurt bir politikacı, bu sözleriyle, Türk Ordusu'na düşmanlığını açıkladığı kişiyi de memnun ettiğini düşünmeseydi böyle bir açıklamayı yapar mıydı?
Yaşar Nuri Öztürk (Allah ile aldatmak sayfa:296-300)