Kendi ülkemin acıları var, hüzünleri,
yitirdiği evlatları, aydınları, yazarları...
Kendi ülkemin çocukları var, karanlık dehlizlerin içinde
kaybolan.
Kan gölleri var, kan ırmakları, kan dağları, kan
vadileri...
Sabahlara dek uyuyamayan anaları!
Sınır boylarında, karakollarda nöbet tutan çocukları...
Berfo Ana’ları var,
İstanbul’da her cumartesi günü toplanan
anneleri...
Yeni evli Mehmet’leri var, 10 gün
sonra doğacak çocuğunu bekleyen polisleri...
Üniversiteye girdikten sonra tutuklanmış kızları var...
***
Düşünceler ırmağının kıyısındaydım, dün bir kıyı
kasabasında...
PKK tarafından kaçırılan gençleri, stajyer kaymakamların, sağlık
memurlarının...
13 yaşında, mermilerle delik deşik edilmiş
çocukların...
Öyle hikâyeleri var ki benim yurdumun insanının,
Mehmet’lerin,
Hakkâri’de çöplükten artık yemek, ekmek
toplayan çocukların...
Buldukları el bombasıyla bedenleri parçalanan o
bebelerin...
Afyon’da havaya uçan cephaneliğin,
ölen 25 canın...
Uludere’nin,
Gaziantep’in,
İskenderun’un başına gelenlerin...
Hangi birini anlatayım, yazayım söyler misiniz?
***
Yazarımız, arkadaşımız, canımız, ciğerimiz Onat
Kutlar’ın alçakça bombalı tuzakla öldürülmesinin
18. yıldönümüydü dün.
Can yoldaşı, yol arkadaşı Filiz
Kutlar’ın yazısını okuyunca yıllar önceye
gittim.
Taksim’in göbeğinde The Marmara
Oteli’ndeydi Onat Kutlar...
Tuzak kurulmuştu, bomba patladı...
Bir başka masada Yasemin Cebenoyan vardı
arkadaşlarıyla oturan.
Onat ve Yasemin yaralandı...
Ne yazık ki bir süre sonra ikisi birden yıldız gibi
kayıp gitti.
Birkaç kişi yakalandı...
PKK’li oldukları söylendi, aralarından
itirafçı çıktı.
Belki katiller şimdi dışarıdalar, bilmiyorum.
At izinin it izine karıştığı 90’lı
yıllardı...
Kim katil, kim militan, kim tetikçi, kim gladyonun beslemesiydi
bilinmiyordu...
***
Ve dün sabah ben yağmurlu bir güne başlarken
Onat’ın
“Turgut’a” başlıklık şiirini
bulup yeniden okudum... İlk bölümünü yazıma ekledim:
“Eylül mezarlıklarında şimdi her gece/ ellerinde fenerlerle
geçen arkadaşlarım/ Oturup düşündüm unutkan bir ülke eylül/ Herkes unutuyor
ancak bir deniz sofrasında/ durulunca hazları tenin ve bütün kitaplar/
hatırlıyoruz. Ne kadar yoksuluz çocukluğumuzda.”
Mezarlıklar ülkesinde yaşadığımızın farkında mıyız?
Gece yolculuklarının, kaybolan yıldızların altında
yürüdüğümüzün.
Düşüncenin suç sayıldığı, muhalif gazetecilerin, aydınların,
sanatçıların, fişlenip dinlendiğinin!
***
Biz böyleyiz sevgili Onat!
Aynen senin dediğin gibi...
Çamurla, kanla, alın teriyle gizli bir yazgı
bizimkisi...
Bir tenis topu, koşan bir çocuk, bir gözyaşı bile değiliz.
Bilmem hâlâ düşünüyor musun o derin uykuda kendi
kendine:
“Şimdi sessiz duruyoruz kıyısında bir düşüncenin/ unutmak
için çünkü unutuşun kolay ülkesindeyiz/ ölü balıklar geçiyor
kırışık bir deniz sofrasından/ ve ellerinde fenerlerle benim arkadaşlarım/
durmadan düşünüyorum ne kadar çok öldük yaşamak için.”
Gecenin sesi olduk, soluğu...
Yıllardır bizi gözleyen aynı balta: Dalgınlık.
Düşünüyorum nasıl budandık bahara ulaşmak için...
***
Gencecik insanların, ailelerinin acısını yüreğimizde
taşıdık.
Mücadele ettik, hiç yılmadık!
Çocuk ve genç hayatlar gömülürken, zamansız açan
bir çiçek gibi sararıp solduk.
Yazılmamış şiirler, öyküler...
Doğum ve ölüm...
Kısacık bir hayat!
Haklısın Onat, çok çabuk unuttuk!
Yorum Gönder