Gazeteci Yazar Uğur Mumcu’nun hunharca katledilişinin 20. Yılı nedeni Adalet ve Demokrasi Haftası’nda bir hafta sürecek konferans, panel, dinleti, resim gibi etkinlikler düzenlenirken, 26.01.13 günü, Cumhuriyet Kültür Merkezi’nde babaları katledilen üç kız, babalarının katledilmeleri üzerine dinleyenlerde hüzün bırakan konuşmalar yaptılar. Panelde konuşmalar yapan üç kızlar; Mamak Askeri Cezaevinde dövülerek öldürülen İlhan Erdost’un kızı Alaz Erdost, 20 yıl önce katledilen Uğur Mumcu’nun kızı Özge Mumcu, Sivas Madımak’ta yakılanlardan Şair Behçet Ayan’ın kızı Eren Ayan’dı. Konuşmalarına da, babalarının öldürüş tarih sırasına göre başladılar.
“Kızları Babalarını Anlatıyor” adlı programı izleyenlerin çoğunluğunu yaşlı emeklilerin oluşturduğu seyirciler, kızların konuşmalarını hüzünle izlerken, bazı 60-70 yaşındaki yaşlıların oturacak yer bulamadıkları için ayakta durarak izledikleri görüldü.
Konuşmaların sonunda salonda, 28 Eylül 1979 da suikastla katledilen Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul’un yaşlı eşi Ülker Hanım fark edildi; bu gün konusunda söyleyecekleri olup olmadığı konusunda bilgisi için mikrofona Özge Mumcu davet edince, bastonuna dayanan ayakta durmakta zorlanan gözyaşlarına boğulan yaşlı Bayan Ülker Hanım’ın ağzından, çok duygulandım, çok özür dilerim” sözleri dökülürken oturduğu yere yığılıp kaldı. (Cevat Yurdakul’un Çocuklar Acar ve Ayçil Yurdakul o öldürüldüğünde henüz 10 yaşındalardı). [i]
Bütün seyirciler bundan etkilendiler, solunu bir hüzün kapladı ve birçokları gözyaşlarını siliyorlardı.
Biz de, salondakilerin heyecanla dinledikleri bu paneldeki konuşmaların dört duvar arasında kalmaması için okuyucuyla paylaşmak amacıyla banttan çözümleyerek vermek istedik. Çözümdeki hatalar olması pahasına, epey bir emek harcayarak, bu yer yer ibretlik hüzünlü konuşmaları okuyucuyla paylaşmak istedik.
MAMAK’TA KATLEDİLEN İLHAN ERDOST’UN KIZI ALAZ ERDOST ANLATIYOR:
İlk konuşmayı yapan, 12 Eylül döneminde tutuklandığı Mamak Askeri Cezaevin işkence ile katledilen Yayıncı İlhan Erdost’un kızı Alaz Erdost konuşmasında, babası ile ilgili olarak şunları anlattı:
“Biz bu gün babalarımızı anlatacağımız için çok heyecanlıyız. Cumhuriyet Gazetesine çok teşekkür ederiz, bize bu olanağı sunduğu için. Bu gün bir panel havasında gitmeyelim dedik. Babalarımızın öldürülüşlerini tarih sırasıyla anlatacağız. Biz biraz yılgın ve yorgunuz, Uğur Mumcu’nun öldürülensinin 20. Yılı olması acıların azalmadığını, daha da arttığını başka bir şeye evirildiğini bize gösterdi. Bizi ilgilendiren, bizi düşünen gazeteciler, bizi savunan avukatlar içerdeyken, müziklerini dinlediğimiz insanlar içerdeyken, Pınar Selek olayını yeni yaşamışken, kabine değişikliğini görmüşken, ırkçı saldırıları görmüşken, zaten çok da tadımız tuzumuz da kalmamışken bir de üstüne araba enkazını yaşamışken sizi çok fazla ayrıntıya boğup sıkmak da istemiyorum. Ben 7 Kasım 1980 de Mamak’ta Askeri Cezaevinde kardeşinin-abisinin yanında dövülerek öldürülen yayıncı İlhan Erdost’un kızıyım. Babamı birebir anlatamayacağım, çünkü ben babamı tanımıyorum. Beş buçuk aylıkken babamı kaybettim. Ablam iki buçuk yaşındaydı. O yüzden sizin anlattıklarınızı ben size anlatabilirim. Ama o dönemi yaşayan insanlardan öğrendiklerimi aktarmak isterken size bu utanç müzesinde yaptığımız konuşmada, o dönemi yaşayan başka birinin düşüncelerini aktararak başlamak istiyorum.
Bakın insanlar ne kadar acı çekiyorlarmış. Raci Tetik’i tanır mısınız; işkenceci Raci Tetik (albay). Aliye Tetik’in cümlelerini okuyacağım size. Aliye Tetik’e eşini sormuşlar, biz de Aliye Tetik’ten eşini dinliyoruz.
“Bahçelievler’de bir huzurevinde kalıyorum. Eşim Avustralya’da, bu sırada Avustralya’da olduğunu söylüyorlar. O zaman da biliyorduk ki, o zaman da bir huzurevinde idi, hasta ve tedavi oluyor. Sağlığı elverişli değil. Kenan Evren, Şahinkaya yaşlı insanlar; ben eşimi kaybetmek üzereyim. Arkasında dolaşıp kendilerine bir şeyler çıkartmak istiyorlar. Biz yıllardır ayrıyız zaten. O orda tedavi görüyor, ben buradayım, bir araya gelemiyoruz, durumu da iyi değil. Seksen küsur yaşında adam. Eşimin ne durumda olduğunu bana pek söylemiyorlar. Ama ciddi bir tedavi görüyor orda. Kendisi iyi olursa buraya gelecek. Benim50 küsur yıllık eşimdir, peygamber gibi adamdır. İsyan edenler sokaklarda coplanıyor, biber gazıyla hizaya getirilmeye çalışılıyor. O zaman da öyle bir ortamdı. Orda ne olabilir? Sadece askeri bir disiplin, sabah sporu falan gibi falan bişey. Ben bilmiyor muyum? Bir şekilde günah keçisi aranıyorsa eşim değil, günahına girerler sadece. Bizonun burada niye canını sıkalım ki? Davayı takip etmiyor, gelişmelerden haberi yok. Gelme konusunda ben karar verme durumunda değilim. Doktorlar müsaade verirse gelir. Belki ben giderim ama benim de halim yok. Hatta onun Yeni Zelanda da dağ havası almasına gerek var. Orda bir klinikte tedavi görüyor, belki de gelecektir. Kendisi anlatması, suçlamalara yanıt vermesi lazım. O duruma gelse de buraya gelse. Onlar burada hapse atılanlardan bahsediyor. Tabi ki işkence gördük diyecekler, sopa yedik diyecekler. Asıl işkenceyi gören bizdik,32 senedir bu işin sıkıntısını çekiyoruz; sadece bir görev yaptı bu adam. Elindeki talimata görev yapmış, hiçbir zaman da talimatın dışına çıkmamıştır. Onu tanımayanlara sorun bakalım nasıl bir asker? Türk ordusunda kaç tene var onun gibi”.
Bunlar bana komik geliyor, gülüyorum; bunları ifade edecek dönemine göre bakmak lazım. Genç insanlar başka şeyler düşünebilir bu gün. O gün onun yaşayanlar başka şeyler dünür. Canhıraş görev yapanları bu gün suçluyorlar. O günü yaşayanlardan durumu öğrenmek lazım. O gün biz görevde olsak neler yapardım diyenlere bakmak lazım. Şimdi ben o günü yaşayanlardan olmaya da bilebilirim, olabilirim. Aslında beş buçuk aylığım amma, biliyorsunuz 12 Eylül darbesinin öncesinde ve sonrasında olan şeyler başka şekil değiştirmiş şekilde devam etmekte. O yüzden ben kendimi o günün tanığı olarak görüyorsam, ben sizin o günü yaşayanların neler söylediğini, neler çektiğini anlatayım. Gerçi sizler de yaşadınız biliyorsunuz. Ben babamı sizlerden öğrendim, annemden öğrendim, teyzemden öğrendim, amcamdan öğrendim. Babam dediğim yer aslında küçük bahçeydi Karşıyaka’da ikinci kapıdan girince 10. Cadde. Babamın evi orası aslında benim için. Benim yanımda kuzenlerin ablamla birlikte, kuzenlerim benim yanımda baba diyemediler, biz üzülmeyelim diye. Bunları onlara açıklamak ne kadar zordu bunları yaşadığımızı. Bu cümleleri burada bizlere acıyın diye anlatmıyorum, sadece o dönemi yaşayanları anlatsın. Aslında çok iyi bir şey oldu. Kardeş kardeşi öldürüyordu. İnsanlar sağlıkla sokağa çıkmaya başladılar diyenlere o dönemde nelerin olduğunun sonucunun ne olduğunu göstermek için bunları söylüyorum. Bir çalışma arkadaşım var 27 yaşında, bana dedi ki, “ben Kenan Evren’in kim olduğunu bilmiyorum”. Neden, dedim. “çünkü benim babam 80 den önce çok zarar görmüş, bizi hep korurdu, hiçbir şey okutmadı, hep uzak tuttu zarar görmeyeyim” diye. Zaten hesaplanan planlanan buydu, o çocuklar apolitik bir şekilde geldiler, yaş ortalamalarına bakın lütfen, kaç tane genç şu anda bizi dinliyor, bizim gibi konuşan kaç tane genç var. Şu anda da başka bir şekilde baskılanıp yine kokutuluyor hiçbir şey değişmiş değil. Şimdi bilmeyenler için kısaca bir şiir okuyacağım, babamın öldürülüşünü anlatmak istemiyorum. Okumak istiyorum. Sadece amcam babamın mezarının başında bir konuşma yapmıştı 2002 yılında. Demişti ki, “İlhan İlhan” çığlığı bir kardeşin bir kardeşe çığlığı değil, bir kardeşin insanlığa çığlığıdır. Biz bunu daha sonra da gördük aslında dava sürecinde. Ne demek istendiğini daha iyi anlıyorum.
İnsanlığın, adaletin can çekiştiği noktaydı babamın ölümü. 12 Eylül’ün felaket habercisiydi. Aydınlığın yok edilmesi için basılan bir düğmeydi adeta. Amcam Muzaffer Erdost ve babam İlhan Erdost’la ilgili 3 Kasım 1980 de başlayan sorgulama süreci, 7 Kasım 1980 de isnat edilen yasa maddesi belirtilmeden öne sürülerek gözaltıyla sonuçlandı tabi ki. Ankara Emniyet Müdürlüğü birinci şube basın bölümünde masamın üzerinde duran kâğıda el yazısıyla “delil bulunmasa bile derin soruşturma yapılıyor” notu düşülmüştü. Büyük araba yok mu? Küçük araba olmaz anlarsın ya denilerek bir araba istendi. Bu babamın öldürülmesinden üç gün sonra, bir erin hareketi sonucu bir dipcik darbesiyle şeklinde duyuruldu basına. Babamın öldüğünün haberi, “Artova’da doğdu, Ankara’da öldürüldü” diye verilmişken, “Artova’da doğdu, Ankara’da öldü” diye yayınlanabildi gazetede. Yani öldürmekten korkulmayan ancak öldüğünde dilek getirilmesinden korkulan bir süreçti. Sonra yenilendi haber, ertesi gün gazetede “öldürüldü” diye yayınlandı. Ayrıca Uğur Mumcu’nun babamın öldürülmesi ile yazdığı köşe yazısı yüzünden Cumhuriyet gazetesi o gün kapatıldı. Dosyayla ilgili soruşturmayı yürüten askeri savcı işkencecilerden birisini muhafız görevi olmadığını saptadı. Daha sonra bu kişinin sağ militan olarak ünlenmiş olduğu öğrenildi.
Yargılama yedi yıl sürdü. Olaydan tam üç yıl sonra çıkan mahkeme kararıyla görevli üç ere on yıl sekiz ay ağır hapis cezası verildi. Özel amaçlarla verilmiş olan sekiz yıl hapis cezası verildi. Erlere giderek azalıyor. Erlere emri veren Astsubay Şükrü Doğan önce on yıl sekiz ay hapis cezası aldı ve bu ceza Askeri Yargıtay Genel Kurulu’nunda onaylandı ve kesinleşti. Ancak Kırıkkale’deki birliğinden yeni tayin olması, (burası da şu anda yaşadığımız hukuksuzluklar kadar komik), idari işlerde görev yapması, olay günü kendisi nöbetçi astsubay olmadığı halde görevlendirilmesi 34 sayfa tutan ceza ve tutuk evi talimatıyla, bu talimatın eki olan 21 adet talimatı derhal öğrenip aklında tutmasının beklenilemeyeceği gerekçeleriyle karar bozuldu. Astsubay tutuklanıdktan bir hafta sonra serbest bırakıldı.
Askeri Yargıtay Beşinci Dairesi, bütün komutları veren tüm sürecin etkin bir hali parçası olan astsubayın Reo aracının dışarıya ses ve görüntü vermesi mümkün olmadığı, şoför mahallinden olayı görmesi olanaksız olduğu kanısına vararak yargılamanın yeniden yapılmasına karar verdi. Sonuç olarak erlere buınlar birer yılandır analarını ağlatmazsanız ben sizi ağlatırım diyen, yedikleri dayaktan şişen ellerini yapıştıramayan Erdost kardeşlere bir patlatılmadık hayalarımız kaldı onları da patlatırlar” diyen astsubay Tutuklu Şükrü Bağ’a ayrılan bölüm arasındaki parmaklıklı kapıyı kilitlemediği için görevini ihmal etmekten altı ay hapis cezası ile cezalandırıldı. Dava bu şekilde sonuçlandı.
Babamın öldürülmesinde görevli üç er, vicdanen rahat olmadıklarını beyan ederek Askeri Yargıtay Başsavcılığına, daha sonra ayrı ayrı verdikleri dilekçelerde mahkeme aşamasında gizledikleri gerçekleri itiraf ettiler. Dilekçelerinde amcamın ifadelerini doğruladılar. Birinci şubeden gelen görevli memurlar babamın öldürülmesinden bir ay sonra ilkyar basımevini açarak tek bir kitap dahi almadan gittiler. Basımevinin açılması için verilen kararın tarihi 27 Ekim 1980 Babamın öldürülmesi 7 Kasım 1980 di. Basımevinin açılması yazısında yasak yayın bulunduğuna ilişkin tek bir not yoktu. Basımevinde yasaklanmış tek bir kitap yoktu. Gözaltı kararının ve basımevinin açılması kararına aynı kişi imzayı atmıştı. Süreç bu şekilde devam etmiş, öğrendiniz siz de.
Şimdi biz burada ne yapıyoruz. Ben dünden beri Perşembeyi geçirdikten sonra bizi kum torbalarına benzettim. Çünkü bizler burada soyadın verdiği onur dışında, sırtımıza yüklediği ağır yük sorumluluk, devam ettirilmesi gereken davalar ve bu davalarda aldığımız darbeler, bizi birer kum torbası olarak hareketsiz kılan yukarıdan atılmışlığımız ve bize vurulan darbeler sonucunda sağa sola gitmemiz, ama sonuçta gitmek zorunda kalmamız, arada sırada bize sarılan birilerinin olması. Bir yerden bir yere konuşmamız sadece bu şekilde hissediyorum. Eminim Eren de Özge de bunu söyleyecektir.
Size utanç müzesinde yaşadığımız bir şeyi anlatarak konuşmayı Özge’ye devretmeyi planlıyorum. Dedemin konuşmasında değineceğim bir yer var ki bizim babalarımız için kazançtır. Bizim Toplumsal Bellek Platformu’nda binlerce faili meçhul cinayetten sadece küçük bir kısmının bir araya gelmiş olmasıyla kurulmuş bu geniş ailemizde öldürülen herkes bir şekilde birbirini tanıyordu. Bu da ne kadar planlı öldürülme olduğunu kanıtlar. Eren biraz daha içimizi ferahlatacaktır, güzel anlatımı ile anlatacaktır. Ama ben şunu biliyorum, babam bazı kitapları basmadan önce Uğur Mumcu’ya danışıyordu. Hatta annemden öğrendiğim, çok aramızda kalmasını istediği bir şey var ki, babamgil çıkarken Behçet Aysan’ın muayenehanesinde buluşuyorlarmış, ayrıca annemin lise arkadaşı çıktı. Biz babalarımızı eşyalarını aldık, bavullara konmuştu, ben ilk kez görüyordum iki sene önce açıldığında. Özge Eren’den Bülent diye bir arkadaşımız var, Zeki Tekinel’in oğlu Cevdet Nevşehir Milletvekili, hep beraber gittik, Behçet Aysan’ın orda cüzdanını küçük vesikalık fotografı var. Güzelce dizdik onları, sonradan babamın kanlı paltosunu yırtık dizdi. Bülent’e soruyorum, bu kanlar yırtıklar ordan anlaşılabiliyor mu? Sonra bir durdu ben babamın kanını sergiliyorum ve orda çok utandım, sonra bıraktım gittim, benim bıraktığım gibi kalmamıştı. Bir hafta önce Özge beni arayıp babamın arabasının enkazını bize verecekler dediğinde, Özge dedim, bunu mutlaka bir yerlere utanç abidesi olarak koymalıyız herkes görmeli. Sonra yeniden utandım neden bunu Özge yapıyor, neden Özgür yapıyor. Neden onları görmeyeyim. Ama bir süre sonra onlar da aynı acıyı vermeyecek başka bir şey, bir pantolon benim için. Başka bir nesneye dönüşüyor. Ama biz çok utandık, biz çok yorulduk, ama biz sadece hiçbir şey yapmadan ve burada sadece kırk kişi utanarak, biz çocukları olarak, eşleri olarak, kardeşleri olarak utanarak hayatımıza devam edersek, devlet bundan utanmazsa, bütün toplum utanmazsa, bir özür dilenilmesi veya kabullenilmesi olmazsa, biz tümden utanmazsak siz daha çook orda oturursunuz. Burada kum torbaları da oturur, onları dinlersiniz, biz sallanırız akşam eve gittiğimizde yeniden sabitleşir yapayalnız orda durmaya devam ederiz”.
ARABASINDA KATLEDİLEN UĞUR MUMCU’NUN KIZI ÖZGE MUMCU ANLATIYOR:
Evinin önünde arabasına konulan bir bombanın patlaması ile 24 Ocak 1993 de hunharca öldürülen Uğur Mumcu’nun kızı Özge Mumcu da babası ile ilgili olarak şunları anlattı:
“ Alaz öyle bir konuşma yaptı ki ben de bir kum torbası olarak benzedik. Bir darbe de şurdan geldi. 24 Ocak’ta babamın öldürülmesinin 20. Yılı. Her geçen yıl daha mı ağırlaşıyor, daha mı zor geliyor, Türkiye daha zor dönemlere girdiği için mi daha; insan birçok şeyi aynı anda düşünüyor ve tam 24 Ocak anmalarında neler yapalım diye düşünürken, pat diye bir haber, “arabanın enkazının mirasçılarına verelim”. 245 plakalı aracı mirasçılarına verilecek. Şimdi hukuki olarak değerli olan birtakım kıyafetler ya da vs gibi incelendikten sonra devredilecekmiş, biz de böyle öğrendik. Daha henüz bir yazı karar gelmedi, gazetelerden okuduğumuz kadar biliyoruz. Enkazı devraldık, aldıktan sonra nereye vereceğiz bunu. Hayatınız normal seyrinde akıp gidiyor ama yirmi yıldır her gün başka bir şeyle uğraşıyoruz. Babam hakkında hala türlü ithamlarda bulunanlar oluyor. Toplumun tepkisi olarak konuşuluyor. Her şey çok açık olduğu için konuşuluyor, insanlar da çok açık olduğu için, o olmuyor, çok yaşadığım enteresan olaylar, içimden geçen zaman kitabı çıktıktan sonra inanılmaz bir ilgi artmaya başladı. İlgiler, eleştiriler artıyor, Ahmet Özal’dan da mesaj aldım babasının cinayetini çözmemek için ailesi ile işbirliği yapmakistiyor. Öldürülen cumhurbaşkanının oğlu da cinayetlerin araştırılması için işbirliği istiyor. (espriler gülüşmeler) Yani şimdi nereden başlayacaksınız, her şey bir şaka gibi; hani bir yerinden film sahnesine girin olayın ne olduğunu aldanalım 20 sene sonrasını alın, olay olduğu an cumhurbaşkanının oğlu, gazeteci öldürüldü, şey yapmalıyız, bir film sahnesi gibi yaşıyoruz hakikaten, ne olacak, böyle mi devam edecek hakikaten Alaz’ın söylediği o yorgunluk durumu çok bende de var. Bazı şeyler nasıl geçecek, açıkçası ben de bilmiyorum; yaşayarak geçiriyoruz ama böyle durumlarda konuşuyoruz, aktarıyoruz. Duygu aktarımları, ne düşündüğümüz ne yaşadığımızın görülmesi bence önemli. Çünkü biz bu toplumun belleği olan aydınların çocuklarıyız. Onların acısını ve bayrağını bir şekilde taşımaya devam ediyoruz. Yani bugün ben oturup köşeme babamınki gibi yolsuzluk dosyaları açamam. O başka bir karakter, o başka bir yapı ve onların yaptığı şeylerin devamını elimizden geldiğince sağlamaya çalışmalıyız. Uğur Mumcu Araştırma Gazetecilik Vakfı yeni gazeteciler yetiştirmek üzere kuruldu. Yine bu güne kadar yüze yakın mezunumuz var. Her gittiğim her yerde araştırma gazetecilik mezunu, yurdun her yerine dağılmış gazetecilik mezunlarımız var. Onlar ödüller kazanmaya başladılar. Bir şekilde bayrağı böyle topluma dağıttık, topluma dağıtmaya çalışalım, bir tek biz taşımayalım diye. Bu gün biraz dağınık bir ruh halindeyim, ama birazcık da şundan bahsetmek lazım.
2006 senesiydi, Neden öldürüldüler diye bir anma haftası vardı. Bir Adalet ve Demokrasi Haftasında bunu yaptık. Işık Kansu bir metin hazırladı, neden öldürüldüler, niye öldürüldüler diye o metinde burda İlhan Erdost da vardı, Behçet Aysan da vardı, neden niye öldürüldüler diye. Hepsinin olayı anlatıp, yazdıklarından seçip ve bir de uygun bir, metne uygun şiir koydular, bunların hepsi bestelendi. Şimdi 2006 senesinden sonra da, biz vakıf olarak neden öldürüldüler diye bir dizi başlattık. Bütün bu isimleri alıp, yani toplumumuzun bellek taşları olan bu kişilere ait belge ve bilgileri bir sonraki nesle aktarmaktı amacımız aslında. Kimdi, ne oldu, nasıl öldürüldü? Niye öldürüldü, eserlerinden neler kaldı, gibi.
Ondan sonra da 2009 senesinde Toplumsal Bellek Platformu olarak bir araya geldik. Şimdi böyle durumlarda yapacağımız şeyler çok sınırlı aslında, sınırlı gibi gözükse de sınır. Her zaman şuna inanıyorum, burada kum torbası olmamak gibi, içimizin acısı olmaması için, hukuki sistem zorlanmalıdır. Sistem nasıl zorlanmalıdır, enkazı veriyorlar mı, Adalet Bakanlığına dilekçe yazacağız. Adalet Bakanı bunu yanıtlamak durumunda kalacaktır. Bu bir sıkıntı yaratacak mı? Sıkıntı yaratacak çünkü onlara, böyle bir şey var, siz bunu yaptınız. Bu olguyu somut bir şekilde hukuki kanallarla bunu yapmamız lazım. Şimdi istediğimiz kadar sokaklara çıkalım, meydanlara çıkalım, Sivas duruşmasında ben yurt dışındaydım. Arkadaşlar bigüzel gaz yediler, devletimiz de “hayırlı olsun” dediler. Yiyelim ama sistemi mümkün olduğumuz kadar zorlamamız lazım. Yani ilköğretim kitaplarına kadar, kaydettiklerimizin isimleri girmesi lazım. Çünkü ben siyasal bilimler okuyorum, Türkiye tarihini çeşitli yerlerden okuyoruz. Başından, şurdan buradan. Ben her zaman şunu eksik görüyorum. Türkiye tarihini anlatırken, Türkiye’deki cinayet ortada diye iki cümle ile …….stabilize olmayan bir ilk savaş gibi bir durum sonra darbe olur gibi anlatılır. Ama o durum nasıl taşınmıştır. Türkiye’de 1980 sonrasında neler yaşanmıştır. 90 ın öncesinde bu cinayetler niye bu insanlar hedef seçilmiştir. Bunlar neye işaret ediyor ve Türkiye toplumu nasıl buraya kadar gelmiştir. Bunların hepsi aslında bu metinlere konması gerekiyor. Elimizden geldiğince ben bunu yazacağım. Çünkü şöyle bir şey var. Bir tarihe bakarken eksik okursanız o tarihi, o insanların var olmadığını, bu toplumun bu insanları görmezden geldiği gibi bir yaklaşımla iki cümleyle geçiştirirseniz, kimseyi burada hedef göstermiyorum, bir yaklaşım olarak söylüyorum. Belleğiniz de erozyona uğrar. Şimdi Türkiye Tarihi ve Türkiye’de yaşayan herkesi aslında süre ve cinayet şebekesin de karşı olan bir öfke. Bu cinayet şebekesinin adı İslamcı cinayet oluyor, sağ ve sol oluyor, dönüyorsunuz dolaşıyorsunuz Türk Kürt çatışması oluyor, dönüyorsunuz Ermeni misyoner cinayetleri oluyor. Ve Böyle sürekli bir cinayet var. Sürekli ortalıkta dökülen bir kan var. Buna dava olarak karşıt toplumun haklı öfkesi var. Cinayetler bitiyor bu sefer tutuksuz yargılanmalar başlıyor. Neden Mustafa Balbay, neden Tuncay Özkan’ın içerde olduğunu bir taraftan sunulan haberler dışında açıkçası biliniyoruz. Sadece diyoruz ki bu adamlar yazdıkları için içeri alındılar diyebiliyoruz.
Şimdi birazıcık dünyada da şöyle bir durum oluşmaya da başladı. Bütün Türkiye’de yaşadığı son süreçte. Amerika’nın enteresan düşünce kuruluşlarından Marshall Planına falan destek veren önemli seslerinden bir tanesi Bir rapor yayınladı, Türkiye’de özgürlükler tehlike altında. Gazetecileri Koruma Komitesi (CPJ) bir rapor hazırladı. Yani sonuçta uluslar arası dünyada şöyle bir Türkiye’ye karşı bir bireysel yasalar ve haklar sıkıntısı var, baskısı olmaya başladı. Fakat bunu siyasi bir enstrüman olarak kullanılıyor. Bunu hangi aşamada siyasi enstrüman olarak kullanılacak ona bakmak lazım.
Biraz dağıttım konuyu. Ama Türkiye’de bir konu birbiriyle bağlantılı. Biz burada oturuyorsak, oturuyorsak hala süregiden haksız süreçleri, avukatların haksız yere tutuklanması, kopup giden dava süreçlerine karşı duruyorsak, yine durmaya devam edeceğiz diye bağlayım. Hakkaten yirmi yıl sonra ben kendi adıma yorgunum, ama bu demek değildir ki, sistemi zorlamaya devam etmeyeceğiz, hayır. Aramaya devam edeceğiz. Babamızın ismini Uğur Mumcu’nun ismini yaşatmak için bize göre düşen görev neyse yapmaya devam edeceğiz”.
SİVAS’TA YAKILAN BEHÇET AYSAN’IN KIZI EREN AYSAN ANLATIYOR:
Daha sonra, Sivas Madımak Oteli’nde yananlardan Şair Dr. Behçet Aysan’ın kızı Eren Aysan, babasının Sivas olaylarındaki olumsuzlukları anlatmaya başlarken şunları söyledi:
“Her iki arkadaşımızın konuşmalarından sonra sorular, sorunlar boğazımda dizili kalıyor, ne söyleyeceğimi bilmiyorum. Sabah uyandığımda biraz eski fotograflara baktım. Eski fotoğraflarda eski anılar vardı. O fotograflardan bir tanesini büyüttüm öyle getirdim size, 1973 yılında çekilmiş bu fotoğraf. Babam arkasına son bahar anısı diye yazmış 1975de Fotoğrafta üç kişi bulunuyor, babam, Muzaffer Kılıç, Muzaffer Erdost. 15 güne kadar babamın anı ve resimlerinden oluşan bir kitabım çıkacak “Bir Eflatun Ölüm”. Bu kitapta amcam Muzaffer Erdost’u şöyle anlatıyor: “Ankara merkez cezaevinde çekilmiş bir fotoğraf ve 10. Koğuş. 10. Koğuşun döner merdiveninden söz etmek isterim. Bu ahşap merdiven bir ilk; merdivenin basamaklarından çıkıyorsunuz, merdiven sizi bir yere götürmüyor, havada boşlukta bir yerde kalıyorsunuz. Çünkü ikinci koğuşun önünden ikinci katında yarım bırakılmış. Burdan olsa olsa Tanrı’ya yaklaşmış olursunuz. Ama Tanrı’non cezaevlerine yakın durduğu görülmemiştir. 10.Koğuşun önünde bu merdiveni Celal Bayar için yapmışlar. Kayseri Ceza Evinden Ankara Merkez Ceza Evine getirilmek istenmiş. 10. Koğuşun ikinci katı o zaman yapılmış merdiven. Yaşlı Celal Bayar’ın merdiveni çıkamayacağı sonradan düşünülmüş. Asansör yapılmaya karar verilmiş, merdiven öyle bırakılmış, asansör de yapılmamış. Çünkü Celal Bayar Ankara’ya getirilmemiş. Arada bir fotoğraf çektirmekten başka bir işe yaramaz, öylece dururdu merdiven.
Akşama yakın bir saatteydi sanırım, 10. Koğuşa iki getirilmişti. Biri jandarma üsteğmendi ki bu üsteğmen babamın eski arkadaşı Yaşar Arpacık giden hafta vefat etti. Öteki tıp öğrencisi Behçet Aysan, Mamak Muhabere Okulundaki Cezaevinden getirilmişlerdi. Üsteğmen ile aynı davadan yargılanan Tıp Öğrencisi Behçet Aysan 10. Koğuşa Adnan Menderes döneminde adı Hilton’a çıkmış koğuşa getirildikleri akşam, içlerine çöken kasveti daha sonraki günlerde de atamamış olmamış olmalılar. 10. Koğuşun altında karşısında iki oda vardır. Girişte sağdaki oda dört kişilikti. Behçet geldiğinde Bahar Erdoğdu ile ben bu odadaydık. Soldaki oda oldukça büyüktü. Altlı üstlü yan yana 20 kadar yatak yan yana yatılabilecek şekilde yapılmıştı. Behçet ile üsteğmeni buyur ettik. Yemek çıkardık. Yatak değilse bile yatacak yer sağlandı. Konuklukları bir hafta kadar sürdü. Mamak Cezaevinin yemek ve yatak verme olanağı burada yoktu. Yemeklerini kendileri sağlamak durumundaydılar. Dışarıdan yatak da getirmiş olmalılar. Koğuşta tek tuvalet vardı. Oturduğumuz zaman kedi büyüklüğünde dağ faresi çıkabilirdi. Bir keresinde böyle bir fareyi kediye yakalatmak istemişledir. Fare kedinin üstüne yürümüş, kedi kaçmıştı. Doğal ki banyo her zaman açık olmazdı. Ya onarım olurdu, ya odun biterdi, ya da su kesik olurdu. Banyo da çoğu kez bu tek tuvalette yapılırdı.
Kitaptaki yazıya devam ediyorum. Türkiye’de değişmeyen tek gerçeğin cezaevleri olduğunu uzun uzun anlatacak değilim. Bu noktada bu fotoğraftan yola çıkarak yazmış olduuğu babamın şiirini okumak daha iyi olur sanıyorum:
Albümdeki Yırtık Resim
Ağır ağır düşen yapraklar gibi
Anımsatır bana yaşadığımızda
Ne zaman karıştırsam albümdeki
o yırtık sararmış resim
Görülmüştür damgalı zarflarda
Görülen iki kadının sevgilimin
ve anımın taşımaktan albümdeki
o yırtık sararmış resim
Sızarken bir testiden sızar gibi
bir sonbahar güneşi çekilmiş
tel örgüler altında o eski püskü kırık tesim
Onuncu koğuşun resmi
gülümsüyor muharrem ortada ben
turnalar geçiyor üzerimizden
Bir yangın…..ortadaki kehribar tesbih gibi
Yanından ayırmamış hala
Kanuni Osmani defteri hakani
Düşünüyoruz resimde bile bıyıklı Celali niçin isyan etti
Üç yüz yıl yüz kere ve niçin yükselmiş taş duvar.
Sadece onlar için, yüz resmi silmeyen halkın keder günlüğüne.
Aslına bakarsanız biliyorum ben; cezaevinden sonra eve gir gün Muzaffer Amca gelmiş. Babamın şiirlerini görünce, Behçet bunlar çok güzel bunları bana verir misin, demiş. Sonra şiirlerini o dönemin yetmişli yılların en önemli dergilerinden bir olan, TDK o zaman paşalara devredilmemiş, Türk Dili dergisine vermiş. Böylece babam da amcam sayesinde okurla karşılaşmış. Yetmişli yılların sonlarında İlhan Erdost’un evine gidilecek bir akşam; babam anneme adliye İlhan’ın eşini tanırsan çok seversin diyor. İkisi beraber gidiyorlar, zili çalıyor, kapıyı Gülpez açıyor ve annemle Gülpez birbirlerine sarılıyorlar. Onlar liseden arkadaş. Sonra o berbat gün 12 Eylül’ün onulmaz acıları. Çocukluğum Alaz ve isimlerin yankılanmasıyla geçti. Annem usul usul ağlardı. 12 Eylül aslında bizim derdest edildiğimiz gündür. Gerçekten babalarımızın öldürüldüğü gün diyebiliriz. Özge katılır mı bilmiyorum ama, o günden sonra ilk olarak belki de İlhan Erdost. 7 Kasım’da bedeni ile yok edilmeye çalışıldı. Geride yapılacak tek bir şey kalıyordu benim için, daha doğrusu babam için. Şiir yazman, yazıya sığınmak. Yine hatırladığım bir kitaptan Özdemir İnce’den bir alıntı yapmak istiyorum, sizlere. ….Kafamın içinde dönüp dolaşıp aynı görüntünün üzerinde duruyorum. Behçet Sakarya’da eski tavukçu ile pis Buhara Lokanta ve meyhanelerin sokağında olmayan bir tahta perdeye sırtını dayamış ayakta duruyor. Şiirleri gibi sessiz; yazmış da bir kıyıda unutmuş. Aradan yıllar geçtikten sonra odamda bulmuş gibi. Sanki yitirdi sandığı kimliğinin, ya da geçmişiyle ilgili bir belgenin yeri ararken. Hayat onun yenilmişlik duygusunu sanırım, iyice sivriltiyordu. Şiir ya da edebiyatın bu alanda kazanacağı her hangi bir başarının iyileşmesine bir katkısı olamazdı. Başından geçenleri hayıflandığını hiç hissetmedim. Ağzından hiçbir zaman bir pişmanlık sözü ya da bu anlama gelecek bir cümle duymadım.
BİZDE AYDIN DÜŞMANLIĞI GELENEK HALİNE GELMİŞTİR.
80 li yıllar zor yıllardı, bestekar sokaktaki küçük evimizde zaman zaman burada ilk sırada oturan Mustafa Canpolat, kendisi TDTC Fakültesinde öğretim üyesi. Bana her zaman çikolatalarıyla gelirdi. O yıllar yani 86 yılında babam C.Atuf Kansu adına verilen şiir ödülünü almıştı. Seçici kuruldakilerden biri de Uğur Mumcu’ydu. Çok konuşamadık ayrıntıları, çünkü karayıl 93 de çok ölüm gördük. İlk önce Uğur Mumcu 24 Ocakta, daha sonra 2Temmuz geldi. İki Temmuzda babam ve arkadaşları bildiğiniz gibi cayır cayır yankıldı. Ama bildiğim bir şey var. Babamın İnkılap sokaktaki muayenehanesi o zamanki Cumhuriyet Gazetesinin hemen yanındaydı. Muayenahane aynı zamanda bir zamanlar Uğur Mumcu ve Uğur Alacakaptan’ın avukatlık yazıhanesiydi. Sanırım orayı babama Uğur Mumcu Tavsiye etmişti. Babamın ölümünden sonra, diş hekimi olan sahibi orayı kiraya kimseye vermedi, diş hekimi için bir depo olarak kullandı yılarca. Lanetli saymış olmalı. Sonra da satılığa çıkardı. Aslında niye anlattım diye düşündüm bütün gün, neden yazdım diye düşündüm bütün gün. Bu anlattıklarım aydın düşmanlığının bizde ne kadar hunhar olduğunu gösterir. Böyle bir trajedi bizden daha geri olan ülkelerde yaşanmaz. Çünkü onların aydınları yok denecek kadar azdır ve genellikle ülkelerini terk etme yolunu tutmuşlardır. Bizde ise aydın düşmanlığı adeta bir gelenek haline gelmiştir. Nedeni açık yurdu kurtaranlar aydınlarımız olmuştur. Kazanan daher zaman siyasetçiler.
Kamplaşmanın kökeninde bu gerçeklik yaşar. Siyasetçilerimiz aydınlarımızın dışlandığı elinin kolunun bağlı kaldığı kitapları çoğu zaman dolaplarda…..
Yine buradan birazcık daha geriyi düşündüm; birz da bunda önceki günde seyrettiğim, “adalet sizsiniz e oyunu etkili oldu. Ronesans çağının doğa bilimcisi şair filozof Cordano bun geldi aklıma; evren üzerindeki görüşleri nedeni ile engizisyon soruşturmalarından kurtulmak için, yaşamının uzun bir bölümünü Fransa, İngiltere, Almanya ve İsveç’te geçirmiş. Görüşlerini bu ülkelere yaymıştı. Sonunda yeniden İtalya’ya çağırıldığında dostları ona bu çağrıyı öğütlememesini söylemişti. İtalya topraklarına basar basmaz Engizisyon tarafından tutuklanan Bruno düşüncelerini kilisenin affına sığınması için zorlanmış. Kabul etmemekte direnince ölümle cezalandırılmıştı. Kararı kendisine bildiren yargıca hakkındaki ölüm kararını açıklarken “siz benden çok korkuyorsunuz” demiştir. 17 Şubat 1600 günü yakılan bu şair filozof ölüme kendi ayağıyla gitmeyi tercih etmişti. Şimdi düşünüyorum da bu isimler, yani babalarımız, ölüme bir anlamda kendi ayaklarıyla ama ülkemizdeki siyasetin zorlamasıyla gittiler.
BİZİM YERİMİZE ADALET KONUŞMALIYDI. BİZ KONUŞUYORSAK ADALET YOKTUR
Genel olarak bakıldığında çok uzun yıllardır Türkiye’nin okuyan, anlayan insanlarında kanayan bir yara. Failleri meçhul bırakılan siyasi cinayetler. Yakınları öldürülen aileler eli erdiğince, yakınlarını unutturmaya çalışsa da, çaba ve etkinliklerin geniş kitlelere ulaşmadığı da gerçek. Gerçekleştirilen anmaların da çoğu zaman alışılagelmiş bir formaliteyi yerine getirmenin ötesine geçmediği rahatlıkla gözlemlenebilir. Üstelik geldiğimizi yeri, yalnızlığımızı çok iyi biliyoruz. Bizler bu ülkede acılarımızı ta can evimizde bırakıldığımızın yalnızlığını yaşadık. Sevdiklerimizi siyasi cinayetlerde yitirdik. Bizi bir anlamda acılarımızla akraba ettiler. Düşüncelerimiz, yaşama bakışımız farklı olsa da, evimizin, elimizin içine düşen korla ortak paydamız olan acımızla birleştik. Bizim yerimize aslında adalet konuşmalıydı. Biz konuşuyorsak adalet yoktur. Biraz önce Özge de bahsetti; ben biraz daha detaylandırmak istiyorum, Toplumsal Bellek Platformunu. Biz ilk defa 1980 yılında öldürülen yazar Ümit Kaftancıoğlu ailesinden Canan Kaftancıoğlu’nun çabasıyla bir araya geldik. Sıcak bir haziran günü …etkinliğinde buluşan, bu coğrafyada yaşamın önü kesilmiş tam 16 aileydik. Hatta etkinliğin adı “Benim Babam bir Kahramandı”ydı. Bu isim kimseyi yanıltmasın, çünkü bizde ki kahraman babalar, kahramanlaştırılan babalar düşlemedik. Yalnız hayatımzın çeşitli bölümlerinde, dönemeçlerinde yanımızda olan, iyi ve kötü zamanlarımızda, başımızda omuzlarını hissedebildiğimiz babalarımzla hayatlarımzı sürklemeye niyetlendik. İstedik ki devlet kahraman olsum, bizim babalarımızı bu ülkenin yazarlarını, şairlerini, gazetecilerini, aydınlarını korusun. Etkinliğin amacı Türkiye’nin yaşanması ve geleceğe sahip olması için kahramanca bu onurun üstüne yürüyen bu onurlu insanların yeni şartları doğru ve güçlü bir şekilde anımsatmaktı. Sadece notu değil neden öldürüldüklerini bir kere daha düşündürmekti. Etkinlik sonucu sürdürdüğümüz görüşmelerde ruhlarımızın ve akıllarımızın ne kadar çok birbirine benzediğini sevinç ve gururla gördük. Bir aile olduğumuzu hissettik. Aileye her geçen gün yeni bireyler eklendi. Üzülerek gördük ne kadar geniş bir aile olduğumuzu.
Bu isimleri gelecek kuşaklara doğru taşımayı hedefleyip toplumsal belleğimizi diri tutmak adına birlikte neler yapabileceğimizi konuştuk. Bu konuşmalar sırasında tüm ailelerin geçmişte yaşadıkları ve karşılaştıkları huzursuzluğun nerdeyse aynı olduğuna tanık olduk. Adalet arayışımız bu cinayetlerin ardındaki karanlık örgütlü güçlerin açığa çıkarılması için ortak bir çabaya dönüştü. Ayrıca hissettiğimiz medya ve halk desteiğini bizlere yüklediği çağın sorumluluğu ile 6 Eylül 2009 tarihinde Toplumsal Bellek Platformu altında birleştik. Sonrasında Apti İpekçi’nin katili Ağca’nın ……..reklam yıldızına dönüşmesini arzu eden zihniyete karşı bildiri yayınladık. Asıl üzücü olan tetikçilerin yüceltilmesi, maddi ve manevi olarak desteklenmesi ki hala da öyle.
Ses getiren cinayetleri işleyenlere evlenme teklifleri gelmesi tüm dünyada rastlanan bir psikoz örneği. Ancak katillerin örgütlü şekilde cezaevinden kaçırılması, anı fotoğrafı çekilmesi, eli kanlı kişilerle gurur duyulması ne yazık ki bizim ülkeye mahsus, hatta moda. Biz katillerin kahraman ilan edilmesinden katilikten paye biriktirilmesine, katilliğin ranta çevrilmesine karşı çıktık. Ardından bu ülkedeki hukuksuzlukları göstermek adına Dınk davasında bir araya geldik. İlk defa bir duruşmada yan yana geliyor, başımıza gelen adaletsizlikleri topluca gösteriyorduk. Çok açıktı ki Sabahattin Ali Cinayetinden beri defalarca ezber ettiğimiz bu tür örgütlü siyasi cinayetlerin nasıl örtbas edildiklerini bir kere daha hatırlatmaya gelmiştik. Çünkü dosyalarımızın çoğu kapatıldı, zaman aşımına uğradı. Hrand Dıng cinayeti ise henüz örtbas edilme süreci içinde. Devletin kendi içine sızmış odakları ayrıştırabilmesi açığa çıkarabilmesi için henüz bir fırsatı var mı? Hala fırsatı var mı bilmiyorum. Ama kin, öfkeyle de, intikam duygularıyla değil, yurttaş sorumluluğuyla ve asla son bulmayacak adalet talebimiz de….. Çünkü biz sürekli olarak can alınan bir ülkede yaşayanların çoğalan aileyiz. Artık çoğalmak istemiyoruz. Bizi öldürenlerin ardındaki örgütleri ortaya çıkarmakla yükümlü olan bütün devlet kurumlarını sorumlu sayıyoruz. Bunu yerine getiremedikleri sürece hep gözümüzde suçlu kalacaklar. Ve her an bu suçu rahatça işlenebileceği düşüncesini de iletmiş olacaklar. Çünkü biz yıllardır mevcut yasalar ölülerimizin soğuk etkisini bize vermek zorunda bırakıldık. Oysa yurttaşını bu kadar savunmasız bırakabilen kurumların kendi suçlarını örtbas etmek için e kadar daha çok çaba harcayabildiklerini defalarca gördük. Suçluların korunup kollanmasında ne kadar resmi sıfalı kişinin seferber olduğunu da gördük. Bu görüntüler nedeniyle bizim gözümüzde devlet defalarca aşağılandı. Bundan daha büyük aşağılanmanın daha büyük hakaret olabileceğini sanmıyorum. Hangi kurum, hangi kurumun içindeki hangi kişi incinecekse incinsin, zedelenecekse zedelensin, itibar kaybedecekse kaybetsin. Bunun asla bir canın kaybı kadar olmayacağını anlatmak zorundayız. Bu gücü resmi bir noktaya erdirmek adına 11 Şubat 2010 günü meclise gittiğimizde artık yirmi altı aileye ulaşmıştık. İsteklerimiz son derece somuttu. Bu ülkede siyasi cinayetlerde zaman aşımı ortadan kaldırılsın, ikinci olarak da Meclis araştırma komisyonlarına da işlerlik kazandırılsın gerekirse süresi uzatılsın. İlk araştırma komisyonu yalnızca iki buçuk aylık bir süre…..bir de araştırma komisyonları ile de bir madde var, devlet sırrı maddesi, bizim babalarımızın cinayetleri kadar değerli değil. Ne yazık ki, bizim taleplerimizin sonucunda CHP ve BDP tam on dokuz (19) defa soru önergesi verdiler. Ve bu 19 soru önergesi şu anki iktidar partisi tarafından tam 19 kez ret edildi.
Burda şunu ekleyim, 11 Şubat 2010 tarihinde biz ilk defa meclise gittiğimizde şöyle bir duygu içerisine girmiştik. Bir masa düşünün ve bir masa etrafında tam 26 aile bu ülkede öldürülen 26 aydının yan yana gelmiş kura ile konuşuyor. Biri diyor ki, “ben öldürülen Gazeteci Apdi İpekçi’nin kızı Sibel İpekçi’yim; biri diyor ki, “ben 95 yılında bombalı saldırıda öldürülen Yazar, Şair Onat Kutlar’ın eşiyim”; biri de diyor ki, “ben bu ülkede öldürülen Gazeteci Metin Göktepe’nin ablasıyım, Meryem Göktepe”. Ve liste çoğalıyor. Bir süre sonra göz yaşlarımzı birbirine karışıyor. Ama bizi bir masaya toplayıp adalet talebimizi yinelediğimiz yüzler asla ve asla utanmıyorlar. Onların yerine biz utanıyoruz. Utancı bir kere daha biz yaşıyoruz. O tarihten sonra, biz tekrar bu defa da Sivas davası özelinde, her seferinde “Allah rahmet eylesin” (Bekir Bozdağ) dediler. Ama yanma, bıçaklama, bombalama, çapraz ateş, yandan kurşun, sağdan, soldan kurşun sonra “Allah rahmet eylesin”. Bunun karşısında da biz ağlamamak için kendimzi zor tutuyoruz. Masaya toplandık, kendimizi ağlamamak için birbrimizi sıkıyoruz adeta, öyle, onlardan bir tanesi Filiz Abla karşıda ağlıyor. Filiz Ali Sabahattin Ali’nin kızı. Nasıl ağlamamak için direnebilirim derken, özge beni dürttü, dedi ki “tavana bak”. Sonra durdu dedi ki, “sence bu lamba kaçıncı yüzyıldan kalma”. Başımı indirdiğim de baktım ki Özge de ağlıyordu.
Biraz burada ikinci defa gittiğimizde, zaman aşımının kaldırılması için, Sivas Davasında, iki defa gittiğimiz meclis görüşmesine; ikinci defa gittiğimizden bahsediyorum, bu defa bizi şu anki iktidar partisi kabul etmedi ama sağ olsun gittiğimiz BDP ve CHP den sonra MHP de kabul etmedi mazeret ileri sürmüştü. İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Ayhan Sefer Üstün zorlamalar sonucunda kabul etti. Ve Ayhan Sefer Üstün Özge ve Alaz’ın yanında sevgili Zeynep de vardı, İlhan Altıok’un kızı, bize dönüp, “peki Başbağlar cinayeti için hiç üzülüyor musunuz” gibi bir soru sordu biz de, “ölülerimizi yarıştırmamak gerektiğini elbette bu ülkede öldürülen herkese üzüldüğümüzü, zaman aşımı ortadan kaldırılırsa Başbağlar cinayetlerinin bir biçimde açığa çıkarılabileceğini” kendisine söyledik. Ancak burada şu var, Ayhan Sefer Üstün’ün sorusu manidardı. Yani öldürülenlere karşı öldürülmüş olan bir yapının bu gün 350 oy alabilmesi bana çok manidar geliyor.
SİVAS DAVASI DURUŞMASINA KATILAN AİLELERİN ÇIĞLIĞI EMNİYETTE BİTTİ
Sivas Davası zerinde biraz konuşmak istiyorum, çünkü bir anlamda kendi davam, hiç şüphe yok ki 2 Temmuz 1993 çocukluğumu bitirip ergenliğe adım attığım gündür. Biz silsile halinde yaşanan talihsiz acıların da utangacıyız. Mesela Ankara bir nolu Güvenlik Mahkemesinde Eylül 93 de başlayan Sivas Davasında bizler mağdurlar duruşma salonuna alınmadık. Bu duruma itiraz eden Sivas katliamında çocuklarını kaybetmiş annelerin çığlığı emniyette bitti. Çıkan olaylarda pek çok kişi gözaltına alındı. Bense ilk duruşmanın olduğu günden bu yana, yani zaman aşımı gününe ve sonrasına kadar zaten yenilgi duygusunu üzerimden atamadım. Sanki o zamana kadar her şeyin çözümü vardı. Sıkıntı ne kadar ağır olursa olsun, küçücük hayali olan umut da vardı. Şimdi ise tek bir duygu kaldı geriye talihsizlik. Sonraki duruşmaya dönemin Adalet Bakanı Şevket kazan da katıldı. Başlangıçta yalnızca 138 sanık mahkûm edildi ve bunların dört tanesi yaş küçüklüğü, bir de akli mali dengesi bozukluğu nedeni ile ceza indiriminden yararlandı. Süreç içerisinde daha sonra 39 kişinin beratine karar verildi. Sonra 49 sanık Topluma Kazandırma Kanunu’ndan yararlanma talebinde bulundular. ancak onlar, önce örgütsüz oldukları savundular sonra örgütlü olduklarını itiraf ettikleri için geç kaldılar o yüzden bunların arasından yalnız on sanık tahliye oluverdi. Sanıklardan yurt dışına kaçmış olanlardan hiçbir şekilde iadesi sağlanamadı. Onlar zaten bizim aramızda dolaşıyorlar.
Son söz babam, babam Behçet Aysan ülkesini seven bir yazardı, şairdi. Kısacık yaşamına sayısız ödül sığdırmıştı. Henüz hayattayken şiirleri pek çok dile çevrilmiş, pek çok ülkede yayınlanmıştı. Aynı zamanda bir doktordu, psikiyatri doktoru idi, hani bu ülkemizde mumla aranan aydınlardandı. Zaten onu diri diri ateşe verenler bu dizeyi okumuş olsalar değil onu ateşe vermek, sanırım boynuna sarılırlardı. Yıllar boyunca mezarına çiçek bırakırken, usulca ağlarken, sağduyuyu yitirmemeye özen gösterdim. Ama zaman zaman gerçek cehennem oldu, içimden taştı, öyle smyleyim. Ben şimdi size soruyorum, ben çocuğuma “deden şairdi, yazardı, doktordu, bu ülkenin aydınlık yüzüydü, ama yakıldı” bunu nasıl diyeceğim. Onu hiçbir şey ayaklanmaya kalkmış bir şey kadar korkunç bir şey olamaz derken, aynı zamanda insanların birbirlerini tekrar yakamayacağını nasıl inandıracağım. Çünkü eğer kimlikleri vatandaşlık belgesiyse, babamın yanmış kimliği hala çalışma masasında duruyor. Eğer kimlik devletin resmi belgesiyse babamın yanmış kimliği her gün bana bakıyor”.
DİPNOTLAR
________________________________________
[i] Cevat Yurdakul (1942- ö. 28 Eylü1979) 12 Eylül Darbesi öncesinde uğradığı silahlı saldırı sonucu öldürülen dönemin Adana İl Emniyet Müdürü. 28 Eylül 1979 sabahında ülkücü bir grup tarafından aracı kurşunla taranarak öldürüldü. Yurdakul ailesinin avukatı Halil Güllüoğlu da 6 Şubat 1980′de öldürüldü.
Cinayetin sanıklarından Muhsin Kehya, Cumhuriyet Halk Partisi Adana il başkanı avukat Ahmet Albay ve Cumhuriyet Halk Partisi Kayseri il başkanı avukat Mustafa Kulkuloğlu’nun öldürülmesi olaylarına da karıştı. Kehya, cezaevinden iki kez firar ettikten sonra Almanya‘ya kaçtı.1997′de idam edilmeme koşuluyla Türkiye’ye iade edildi ve 36 yıl hapis cezasına mahkûm oldu.AKP iktidarınca çıkarılan 3. Yargı Paketi olarak bilinen yasal düzenleme doğrultusunda 12 Temmuz 2012′de tahliye edildi. Muhsin Kehya’yı cezaevi önünde MHP Elbistan İlçe Başkanı Ali Demir, yakın akrabalarının da aralarında olduğu yaklaşık 30 kişi alkışlarla karşıladılar.
Çıktıktan sonra başbakana teşekkür eden Muhsin Kehya, “herhangi bir pişmanlık falan da duymuyorum” dedi.
Cinayetin bir diğer zanlısı Abdurrahman Kıpçak, Kehya gibi cezaevinden firar ettikten sonra yurtdışına kaçtı. 5 Ekim 1989′da 47 kilo eroinle İstanbul‘da yakalandı ve bir süre sonra serbest bırakıldı. Kıpçak, 5 Şubat 2006′da Ümraniye‘de uğradığı silahlı saldırı sonucu öldürüldü.
http://tr.wikipedia.org/wiki/Cevat_Yurdakul
Öldürülen Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul’un dul kalmış eşine ve henüz ilkokula başlamış minicik kızına da devlet “terör şehidi” aylığı bağlamıştı. Yıllar geçti. Haber geldi.
Kanlı terör yıllarında çapraz ateşe alınarak öldürülen Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul’u 25 yıl boyunca “terör şehidi” sayan devlet, şimdi onu “görev kurbanı” kabul ediyor, eşine ve kızına ödenen 13.6 milyar liralık tazminat da geri istiyordu.
http://haber.gazetevatan.com/0/44995/4/Haber
http://hakimiyetimilliye.org/2013/01/babalari-katledilen-kizlar-babalarini-anlatiyor-cevat-kulaksiz/