Silivri’de bir mahkeme salonu - Emin Çölaşan

SEVGİLİ okuyucularım, bugüne kadar fırsat bulup Silivri mahkemelerine gidememiştim. Bu görevi en sonunda yerine getirdim. Biz İstanbul’dan araçla Silivri yönüne giderken, karşı taraftan sürekli cezaevi araçları geliyordu ve bazı tutuklular İstanbul mahkemelerine taşınıyordu.
İstanbul-Silivri arası 80 kilometre. İstanbul’daki o keşmekeş trafikte iki saat alıyor. Oraya haftanın birkaç günü gitmek zorunda olan avukatları, sanık yakınlarını, bunların harcadığı zamanı ve parayı bir düşünün. Ayıptır, günahtır.
Aynı durum mahkemelerin hakim ve savcıları için de geçerli. Biz Silivri’ye giderken polis eskortları ile geçen araç konvoyunda hakimler ve savcılar vardı. Demek ki polis koruması olmadan yola çıkıp duruşmaya gelemiyorlardı.
O gün “Ergenekon silahlı terör örgütü” (!) duruşması vardı. Büyük haksızlığa uğratılan Türk aydınlarının mahkemesini izleyecektik.
Hem de o aydın, yurtsever insanlarımızın arasına bir katil bile sokulmuştu! Danıştay katili Alparslan Arslan!
Bu yazımda sizlere sadece o gün yaşadıklarımı ve gördüklerimi anlatacağım.
***
Mehmet Şehirli ile birlikte iki saate yaklaşan bir yolculuk sonunda mahkeme kapısına vardık. İçeride sivil görevliler var. Üstümüzü elle aradılar. Telefonları bıraktık, başka bir şey almadılar. Kemerlerimiz çıkarılmadı, bozuk paralar cebimizde kaldı!
Basın kartlarını onlara verdik, boynumuza “Basın” yazılı kartlar takıldı.
Sabah saat dokuzu biraz geçe duruşma salonuna girdiğimizde hakimler ve savcılar henüz yoktu.
Hemen ardımızdan, sanıklar başka bir kapıdan girdiler...
Spor salonundan bozma duruşma salonunda arka taraf izleyicilere ve sanık yakınlarına, yan taraflar avukatlara ve gazetecilere ayrılmış. Yani izleyiciler sanıkları arkadan, biz yandan görüyoruz. Salon çok büyük. Çıplak gözle baktığınızda hakimlerin ve savcının suratını seçmek mümkün değil.
Salonun her yerinden aşağıya doğru inen mikrofon ve kameralar yerleştirilmiş. Birileri sizi gözetliyor! Herkesin hem konuşmaları, hem de görüntüleri, sonra kullanılmak üzere kayda alınıyor.
Bu hafta yeni bir uygulama başlatılmış. Sanıklarla gazeteciler ve avukatlar temas halinde olmasın diye, parmaklıklarla aralarına engeller konulmuş.
El sıkışmak için izin yok da, bunu yapmak isterseniz iki tarafın da eğilerek öne doğru uzanması gerekiyor...
Evet, birkaç dakika sonra sanıklar salona alındı...Ve hepsiyle bir anda göz göze geldik.
Tuncay Özkan, Mustafa Balbay, Doğu Perinçek, Hurşit Tolon, Atilla Uğur, Oktay Yıldırım, Hikmet Çiçek, Muzaffer Tekin, Veli Küçük, Fatih Hilmioğlu, Mehmet Perinçek ve ötekilerin çoğu karşımıza geldiler.
Bazılarını çok yakından tanıyorum, bazılarını hiç tanımıyorum. Beni karşılarında görünce çok şaşırdıklarını söylediler.
Hasret sözleri... Hal hatır sormalar...
Ve uzanarak el sıkışmalar ama nasıl!.. Sarılacak,
öpüşecek kadar mesafe yok.
O insanlara “Nasılsın” diye sormaya utanıyorum ama yine de ister istemez aynı soruyu hepsine birden soruyorum.
Biz dışarıdan gelmişiz, birazdan gideceğiz... Ve oraya sanki turistik bir yere gelir gibi gelmişiz! İnsan kendinden utanıyor!
***
Sanıkların hepsini çok iyi gördüm. Onların çektiği çileyi bilemediğim için sadece görüntüyü yazıyorum. Bazılarıyla şakalaştık, karşılıklı espriler yaptık. Hepsinin anlatacak şeyleri vardı ama karşımda sürekli değişen kimseler ister istemez anlatmaya başlayınca, hangisine ne söyleyeceğimi şaşırdım. Bu sırada içeriye Danıştay katili Alparslan Arslan getirildi. Yanında üç astsubay. Bizim hemen karşımıza oturtuldu. İki astsubay yanında kollarını tuttular, biri arkada oturuyor.
Beyefendi sakal bırakmış, saçlarını arkadan uzatmış. Oturduğu anda kafasını yere doğru öne eğdi ve hiç sesini çıkarmadan, saatler boyunca öyle iki büklüm oturdu. Rol yapıp yapmadığını, orada uyuyup uyumadığını bilemem!
Mustafa ve Tuncay yeni kitap yazıyorlarmış. Nasıl yazdıklarını sordum, “Elle” dediler. Elle kitap yazmanın nasıl olduğunu düşünün.
Her sanıktan ayrı ayrı aynı sözü duydum:
“Çok teşekkür ediyoruz. Yazılarınız bize burada güç veriyor, moral veriyor.” Mustafa Balbay sabahın erken saatlerinde bizim gazeteyi okumuş, “Sözcü’nün altıncı yılını kutluyorum, daha nice yıllara”
dedi.
Büyük haksızlığa uğratılan o masum insanlarla konuşurken gözlerim dolmaya başladı.
Ağlayacağım, kendimi zor tutuyorum.
Sonunda mahkeme heyeti geldi, herkes yerine oturdu ve bizim muhabbet bitti. Duruşma başladı.
İfade veren kişi büyük bir perdeye yansıtılıyor, siz oradan izliyorsunuz.
Başınızın üzerindeki tavandan sarkıtılmış mikrofon ve kameralar da sizi aynı anda kayda alıyor. Yan yana oturduğumuz
Mehmet Şehirli ile yaptığımız konuşmalar bile şu anda birilerinin elinde!
***
Duruşma salonunda yüzlerce karasinek uçuşuyor.
Demek ki oranın yetkilileri bu soruna bir çözüm bulamıyor, ya da bulmak istemiyor! Duruşma başlayınca katılanları saydım.
13 izleyici ve biz hariç beş muhabir!
Salona giriş çıkış serbest. Biz istediğimiz zaman dışarı çıkıp çayocağında çay ve kapının önünde sigara içiyoruz.
Sanıklar da istedikleri zaman kendilerine ayrılan ayrı bir kapıdan çıkıp tekrar geliyorlar. Öğlene doğru bir ara verildi ve bizim ekiple yeniden sohbete başladık. Ancak bu kez yanımıza görevliler gönderilmişti. El sıkışmanın yasak olduğunu söylediler ve engellediler.
O karambol ortamında sanırım Oktay Yıldırım’dı, ilginç bir şey söyledi:
“Emin Bey, biz burada son derece rahatız!
Bize Filistin askısı ile işkence yapılmıyor.
Çocuklarımız büyüyor, haberimiz bile olmuyor! Rahatımız yerinde!”
Ben de espri yaptım: “Yemekler de beleş!..” Gülüştük. Bir başkası konuştu:
“Bu esir kampında sadece bedenlerimiz esir. Ruhumuzu alamadılar.”
Hurşit Paşa konuştu:
“Bir ay önceden Malatya Üniversitesi’nde konuşma yapmam programa bağlanmıştı. O gün gittim, Zirve Yayınevi katliamı yapıldı.
Şimdi ben bu katliamın bir numaralı sanığı katil olarak yargılanacağım. Bu nasıl iştir, bu nasıl adalet ve hukuktur?..”
***
Duruşma salonu, Ergenekon tutuklularının dünyaya açılan tek penceresi. Verilen aralarda yakınları ve avukatları ile uzun mesafeden ve mecburen biraz bağırarak konuşmaları mümkün oluyor.
Mahkeme şimdi avukat görüşmelerini yasaklamış!
Duruşmada bazı sanıklar gazete, bazıları kitap okuyordu. Bazıları kendi aralarında sessizce konuşuyordu. Malatya Üniversitesi eski Rektörü Fatih Hilmioğlu bir not ve kitap getirdi ve bunu okumamı istedi. Sadri Ertem ‘in Kaynak Yayınları tarafından yayınlanmış
“Türk İnkılabının Karakterleri” isimli kitabı.
Başka bazı tutuklular da okumam için notlar, kısa mektuplar verdiler.
Herkes uğradığı haksızlığı, süregelen adaletsizliği sözlü ve yazılı olarak kınıyordu.
İbrahim Özcan yaptığı bir resmi getirdi. Çiçek tutan kelepçeli bir el!
***
Ergenekon davasında 62 tutuklu sanık var. Tutuklamalar haziran 2007’de başladı.
Düşünün ki şu anda içeride beş yıl, dört yıl, üç yıldan bu yana tutuklu olanlar var. Özel yetkili mahkemedeki dava bir türlü bitmiyor, bitirilmiyor, ne zaman biteceği meçhul!
Bugüne kadar 199 duruşma yapıldı, insanlar orada siyasi amaçla suçsuz yere yatırılıyor ve işin sonu bilinmiyor!
Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ bile, şimdi Danıştay katili Alparslan’la aynı davada yargılanıyor. El insaf!
***
Prof. Dr.Mehmet Haberal, Ergün Poyraz, İlker Başbuğ, o gün duruşmada yoklardı. Doğrusu, onları da görüp bir hatır sormayı isterdim.
Sonunda duruşmaya öğle yemeği arası verildi.
Tutukluların karavanası o gün cezaevinden getiriliyor ve kendi bölümlerinde öğleden sonra duruşması başlamadan önce yeniyormuş.
Mahkeme öğle saatlerinde yemek arası verince, onlarla son kez bir
“Açık görüş” yaptık!
Yine karşımıza -yanımıza demiyorum- geldiler. Bu kez sıra veda etmeye gelmişti.
Görevlilerin bütün itirazlarına rağmen bazılarıyla son defa el sıkıştık.
İçim bir tuhaftı, duygularım taşıyordu.
Şimdi biz özgürlüğe giderken onlar hücrelerinde çile çekmeye devam edeceklerdi. Sonu bilinmeyen, sonu belli olmayan bir haksızlık ve hukuksuzluk yolculuğunda devam edecekler, dipsiz kuyudaki serüvenlerine devam edeceklerdi.
“Aynı örgütün”
birbirini hiç tanımayan, çoğu birbirini ilk kez duruşma salonunda gören “Silahlı teröristleri” acaba daha ne kadar orada tutulacaktı!
Mustafa Balbay’a seslendim:
“Mustafa unutma, seninle sözümüz var. Sen buradan çıkınca Arjantin Caddesi’nde bira içeceğiz!” Mehmet Şehirli
ile aracımıza atlayıp yola koyulduk.
AKP döneminin adalet ve hukuk açısından bir utancını, Silivri’nin duruşma salonunda bırakmıştık.

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget