Rüşvet, kayırmacılık, soygunculuk, yolsuzluk diz boyu… Almış başını gidiyor.
Suçları kanıtlanmış nice dolandırıcılar, üçkâğıtçılar, katiller büyük bir pişkinlik ve utanmazlık içinde, iyi bir iş yapmış gibi, gururla, ellerini kollarını sallayarak, Türkiye’nin her yanında boy gösterirken; AKP’ye muhalif kişiler, kuruluşlar, basın ve ordu baskı altında…
Zindanlarda…
Ülkesini seven, ülkesinin yabancılar tarafından talan edilmesini istemeyen çevreler, bireyler suçlanıyor, kovuşturuluyor. İçeriye atılıyor. İnsan emeğine, vatana değer verenler darbeci ilan ediliyor. Ama ordu düşmanı, bayrak düşmanı, sömürge yanlısı vatansızlar el üstünde tutuluyor, ödüllendiriliyorlar.
Böyle bir uygulama, böyle bir düşünce yapısı, dünyanın neresinde görülmüştür? Nasıl bir anlayıştır bu?
Bir zamanlar Komünizm ve komünistler de “öcü” idi. Ezilmesi, yok edilmesi gereken kızıl canavarlar gibi görülürdü.
Kim ki iç ve dış sömürüden, ezilen insanlardan, eşitlikten, yoksulluktan söz eder; kim ki iktidarı eleştirir, hemen soluğu dört duvar arasında alırdı. Geçmişte, başta Nazım Hikmet olmak üzere, nice aydınlar, yurtseverler bu nedenlerle hapishanelere dolduruldu. Vatanını en az, kendilerini içeriye atan kişiler kadar seven, suçu günahı olmayan bu insanların özgürlükleri ellerinden alındı. Nice ocaklara ateş düştü. Sevgililer “yar hasreti” ile dolup taştı. Niceleri bu yolda gençliğini tüketti. Can verdi. Üç fidanımız darağacında sonlandırdı hayatını.
Şimdi bu “kızıl tehlike(!)” kalktı. Artık kimse komünizmden söz etmiyor. Ama zaman yitirilmeden, yerine yeni bir tehlike(!) bulundu: Atatürkçü, cumhuriyetçi olmak, ulusalcılık…”.
BOP haritasını Ortadoğu’ya uygulamak isteyen “eşbaşkanlar” ellerini çok çabuk tuttular, hedef tahtasına bu yeni “öcü”yü yatırdılar hemen. Arkasından da herkesi “darbeci Suikastçı, çeteci” ilan ettiler.
Çünkü kamuoyunun dikkati başka alanlara çevrilmeli, kimse “Deniz Feneri, Yimpaş, Kombassan” vurgunları ile ilgilenmemeli, siyasal İslamcıların kapalı kapılar arkasında Amerika ile yaptığı gizli anlaşmaları, görüşmeleri, Kürt açılımı planlarını bilmemeliydi.
İşte bu nedenlerle günümüzde ulusalcılık suç olup çıktı. Vatanın bağımsızlığını savunmak suç. Bayrağı savunmak suç. Hele hele Türkiye Cumhuriyetini ve Atatürk’ü savunmak en büyük suç oldu…
Ama ümmetçiler, liboşlar, mandacılılar, bölücüler baş tacı. Rüşvet alıp vermek, çeşitli vurgun yöntemleri ile hazineyi zarara uğratmak, kanunsuz ihalelerle haksız kazanç elde etmek artık günlük olaylardan sayılıyor…
Saf, temiz, dindar vatandaşlarımızın dolandırılması olayı, dinciler tarafından bir gelenek, görenek ve alışkanlık haline getirildi.
Gerçi, yurttaşlarımızın dinciler tarafından dolandırılması tarihimizde ilk değil. Siyasal İslamcılar, 1970’lerde “Selametköy, Gimtaş ve Burak Gıda” için toplanan paraları da iç etmişti. Ayrıca Bosna-Hersek’e toplanan bağışlar da buharlaşıp uçmuştu.
Ahmet Taner Kışlalı bir yazısında “Tanrıyı kim kullanır?” diye sorar, sonra da şöyle yanıtlar:
“Giordano Bruno ne güzel söylemiş: ‘Kötüler Tanrı’yı, Tanrı ise iyileri kullanır!..”
Tanrı peygamberleri kullanmış. Bilge kişileri kullanmış. Atatürk ve benzeri devrimcileri kullanmış.
Ya Tanrı’yı kimler kullanmış? Uzun uzun konuşmaya hiç gerek yok. Gerçekler ortada. “İnsanları Allah’la aldatanlar…”
Din, iman adına, Müslüman Müslüman’ı kandırıyor. Dolandırıyor. İnanç hortumculuğu yapıyor. Servet, mal-mülk sahibi oluyor, siyasal çıkarlar elde ediyor.
Günümüzde “inanç hortumculuğu” ulusal sınırları aştı artık; uluslar arası, sınırlar ötesi bir ün kazandı. Bu alandaki yeteneğimizi, becerimizi bilmeyen, duymayan kalmadı. Çok şükür!.. Alman basını “Deniz Feneri” Davasını “en büyük nitelikli bir dolandırıcılık davası” olarak tanıtmıştı tüm dünyaya. Ama AKP hukukuna göre şimdi sanıklar suçsuz… Davayı kovuşturan, soruşturan savcılar suçlu oldu…
Gerçekten de inanç hortumculuğu konusunda kimse elimize su dökemez bizim. Ahtapot gibi, bir kolu Avrupa’da, bir kolu Amerika’da, bir kolu Türkiye’de.
Bu açıdan on iki ayın sultanı Ramazan, dinciler için en verimli, en bereketli bir ay… Sevgili Burçak Yazıcı’nın deyişi ile “Getirisi en yüksek kazanç kapısı…”
Bu ayın gelmesiyle birlikte, “fırsat bu fırsat” denilerek kollar sıvanır, hazırlıklar yapılır, sadaka paketleri depolara yerleştirilir. Ramazan çadırları kurulur. Televizyonlara, basına haber verilir.
Yoksullaştırdıkları, aç bıraktıkları insanları kameraların önünde doyurmaya çalışırlar. Bu geçici çözümlerle bir yandan “hayır duaları!..” alırlar, bir yandan da “oy avcılığı” yaparlar. Böylece bir taşla iki kuş vururlar.
Onun için, siyasal İslamcılar arasında şu sıralar en geçerli meslek “din ticareti”dir. Deniz Feneri de yine stantları kurdu, yine yardım toplamakta… Almanya vurgunu yetmedi ona.
AKP iktidarında din ticareti altın çağını yaşamaktadır. Oysa Türkiye’de gerçek ticaret, yani çarşılarda pazarlarda yapılan alışveriş bitmiş, tükenmiş bir durumdadır.
Esnaf kan ağlıyor. Kepenkler iniyor, işyerleri bir biri ardı sıra kapanıyor. Köylü isyanlarda… Gençlerimiz iş bulma kuyruklarında… Çile dolduruyor.
İşsizlik, çaresizlik karabasan gibi çökmüş sevgili yurdumuzun üstüne. Üretim, istihdam, büyüme, enerji, bin bir çeşit sorun çözüm bekliyor. Önlem alınması gerekiyor. Ama kimler alacak? Nasıl alacak din sömürüsü dururken?
Çünkü biz her işimizi “sadaka ekonomisi” ile çözmeye alışmışız. Varsa sadaka, yoksa sadaka!… İki kilo pirinç, beş kilo makarna, üç kilo nohut dağıtarak “memleketi kurtaracağımızı” sanıyoruz. Aslında bütün bu çabaların amacı “siyasal sadakati sadaka ile sağlamak”tan başka bir şey değildir.
Bugün içinde yaşadığımız sosyal sıkıntılar, halkımıza uygun görülen “dilencilik yaşantısı” hep bu sadaka ekonomisinin sonuçlarıdır. Sadaka ekonomisi demek, ABD, AB, AKP, PKK egemenliği ve sömürüsü demektir. Sadaka ekonomisi demek, Deniz Feneri, Yimpaş, Kombassan ve çöp bidonlarından, semt pazarlarından yiyecek artıkları toplayan milyonlar demektir. Bunlardan birisi olmadan ötekisi olmaz.
Boyalı basın, sabah akşam vatanı parçalamak için çaba gösterir ama bunlardan hiç söz etmez, durmadan yurtseverlerle, orduyla uğraşır.
Aydınlar, demokratlar, devrimciler bu çarpık düzene ilgisiz kalamazlar artık. Bu inanç hortumculuğunu görmezlikten gelemezler. “Dinci Faşizmi”ne kulaklarını tıkayamazlar. Çünkü bu kavga cumhuriyetle Ortaçağın, şeriatla demokrasinin, küreselleşme ile ulusalcılığın, kısaca aydınlanma ile kör karanlığın kavgasıdır.
Bu kavgada bütün yurtseverler, siyasal kuruluşlar, “BENİM OLSUN, KÜÇÜK OLSUN” anlayışını yıkarak, birleşmelidirler. ŞU SIRALAR, DEVRİMCİ MÜCADELEDE TEK EKSİĞİMİZ BİRLİK, BÜTÜNLÜKTÜR…
Şunu asla aklımızdan çıkarmayalım: Halkımızın boynuna dolanan ABD, AB, AKP, PKK zincirleri kırılmadan kimse esenlik, mutluluk, özgürlük yüzü göremeyecektir. Zindan hayatı yaşayacaktır…
Yorum Gönder