Yazıya Bak Hizaya Gel - Levent Kırca

Kafam fena halde bozuk. Bazılarınız niye derken, bazılarınız da “hepimizin kafası bozuk bu devirde, kafası bozuk olmayan mı var?” diyordur herhalde. Hiçbir şey değişmiyor. Yazıyorsun yazıyorsun, sonra dönüp aynı şeyi tekrar yazıyorsun.
Kafa bozukluğunun tamircisi psikiyatrist, psikanalist yani ruh doktoru, dahası deli doktoru.
Tamire götürdüğünüzde, kafanızı neye takıp bozduysanız, o ve benzeri konulardan uzak durmanız önerilir size. Delireceğim, elimde değil. Taktım bir kere.
Cumhuriyet Bayramı’nı erteledin, 19 Mayıs’ı iptal ettin, 23 Nisan sırada, Atatürk aleyhine ısmarlama diziler yayına kondu konacak. Şimdi de Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi okul kitaplarından çıkarılacak. Ne oluyoruz yahu?
Bekir Coşkun, Kemal Kılıçdaroğlu’na bir açık mektup yazmış, çok açık. Anlayana saz, anlayacağınız. Telefon açtım Bekir Coşkun’a, hem sesini duydum, hem de yerinde ve sağlıklı olduğundan emin oldum. Yazısından ötürü kutladım kendisini. Yazıları ilaç gibi geliyor bana.
Onu kapattım, Yılmaz Özdil’i aradım. Duydum sesini rahatladım. Ona da “Yaşa” dedim, “Var ol” dedim, coşkuyla tezahürat yaptım.
Aldım kâğıdı kalemi elime, kâğıt bana bakıyor, ben kâğıda. Kalemi bir kenara bırakıp, yeniden okunması gereken köşe yazılarına bir göz atıyorum. Ali Sirmen, Ahmet Altan’a vermiş veriştirmiş. Ağzına sağlık, çok da yerinde olmuş. Emre Kongar, Emin Çölaşan harika yazmışlar.
Okuyorum, dönüp dönüp tekrar okuyorum. Sonra çocuklarımı toplayıp, yüksek sesle onlara da okuyorum bu yazılanları.
Tekrar kâğıdı kalemi alıyorum elime, gene bakışıyoruz. Sıkıntılıyım bugün, anlamıyor musunuz?
Keşke Ahmet Şık, Nedim Şener, Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Doğu Perinçek... Onları da arasam da seslerini bi duysam istiyorum. Tekrar bırakıyorum kâğıdı kalemi, bu kez Uğur Dündar’ı arıyorum. İyi maşallah, sesi iyi geliyor. Hadi bir telefon da Müjdat Gezen’e. Çok şükür, hepsi duruyor yerinde. Ne yapsam, gidip teslim mi olsam acaba? Dayanamıyorum artık.
- “Hadi buyrun, ben geldim teslim oluyorum.
- Sebep?
- Ben yaptım.
- Neyi?
- Her şeyi! Suçlu benim!
- Ne suçu, ne suçlusu kardeşim?
- Onu da siz bulun artık! Ben geldim, bu kadar adım attım. bir adım da siz atın.”

Gerçekten iyi değilim arkadaş. Yazının ilerleyen satırlarında siz de anlayacaksınız beni.
Bakın tarhana çorbası nasıl yapılır dinleyin. Domatesleri rendeliyorsunuz, yoğurtla karıştırıp çırpıyorsunuz, içine de kabul ettiği oranda un ilave ediyorsunuz. Sonra tuzunu biberini koyup 10 gün mayalanmaya bırakıyorsunuz. Daha sonra açık havada kurutuyorsunuz. İyice kuruyunca rendeliyorsunuz. Yağını, soğanını, sirkesini ilave edip, suyunu da katıp kaynatıyorsunuz. Enfes oluyor da, bana n’oluyor? Dedim size, bir tuhafım bugün, diye. Ben “yemek yazarı” mıyım yahu!
Belki de “rüya tabircisi”yimdir. Yoksa ben “Güzin Abla” mıyım?
Durun durun, telaşlanmayın. Önce sakin olmalıyım. Tekrar bırakıyorum kâğıdı kalemi, televizyona bakıyorum. TRT’de bir dizi var. “Seksenli Yıllar”. Rasim Öztekin bu dizide babayı oynuyor. Gençliği ayrı kötü, yaşlılığı rezalet. Hesapta Alzheimer’lı. O elini bileğinden bir sallayıp titretmesi var, aman allahım. Görmediyseniz çok şanslısınız. Ben bilirdim de, Rasim’in bu kadar iyi bir oyuncu olduğunu bilmezdim. Hemen hemen dizideki bütün oyuncuların başında bir peruk var. Peruk takmayı bir hikmet sanıyorlar. Oysa ki, yapaydır peruk. Oyuncunun oyununu bozar. Yüzünü kapatır. Ben Olacak O Kadar çekerken, kafasına peruk takıp da karşıma “oldum” diye gelen oyuncuların kafalarından perukları toplar, bir çuvala doldurup, peruklar bir daha geri dönemesin diye, çuvalları da çok uzaklara bir yerlere attırırdım.
Kanal değiştiriyorum. Bu kez de karşıma Kanal D’de Yalan Dünya dizisi çıkıyor. Biraz seyrediyorum. Galiba Rasim’in dizisi daha iyiydi. Çünkü bu dizide herkes komik, herkes birbiriyle sidik yarıştırıyor. Herkes nasıl komik olabilir yahu, çıldıracağım. Tamam kötü de, bu kadarını becermek cesaret işi. Ya Beyaz’a ne demeli? Yav abicim yok mu senin başka işin?
Herkes bildiği işi yapsın.
Bir kanalda daha şansımı denemeliyim. Dur bakayım, anam, NTV’de haberler var. Kapa kapa (bunu kendime söylüyorum), şimdi usta birşeyler daha yumurtlayacak, iyice sıyıracağım kafayı.
Televizyonu kapatıyorum, kapattığıma emin olmak için fişini de çekiyorum.
Telefonlar takılıyor gözüme. Ya dinliyorlarsa! Dinleseler bile konuşmuyorum ki, neyimi dinleyecekler. Bütün bunlar kafamın içinden geçiyor. Ya kafamın içini de okuyorlarsa! Ne’me lazım, telefonların pillerini söküp bir daha bir araya gelemeyecekleri yerlere koyuyorum.

Dışarıda kar yağıyor. Kar mı yağıyor, yoksa bu bir tertip mi? Sakın bu da bir oyun olmasın!
Tuvalete gitmeliyim, sıkıştım. Sıkıştım mı, yoksa bana mı öyle geliyor? Ay! Aynada kendimi gördüm, korktum birden. Bu aynadaki ben miyim, yoksa biri benim aksime bürünüp beni mi izliyor? Üç senedir evimde bakıp büyüttüğüm kedim, ayaklarıma sürünüyor. Bu ayaklarıma sürünen gerçekten bir kedi mi, yoksa bir ajan mı? Kim koydu bu bardağa suyu? Ben koymadım.
Yoksa beni zehirlemeyi mi düşünüyorlar? Hayda! Işıklar kesildi! Gerçekten mi kesildi, biri mi kesti? Kapı çalıyor galiba. Yoksa çalmıyor mu? Ben en iyisi! Ben! Ben! Ben! Be! Be! Be! Be! Be!
B.. B.. B.. B.. B.. B… B… … … … … … … … … … … … … … … … … … … … … … … … … … … … …
… … … … … … … … … … … … … … … … … … … … … … … … … … … … … … … …
-Pardon! Ben Levent’in doktoru Işın. Bir süredir onu tedavi etmekteydim. Ama kendisi bu yazının sonunda iyice sıyırdı. Onun namına sizden özür diliyorum.
(Aydınlık Gazetesi editörü ve yöneticisi kendi aralarında konuşuyor)
- E, bu yazının sonu yok!
- Sonuna doğru birşey mi oldu adama acaba?
- Zehirlediler mi diyorsun?
- Zaten bir süredir bir tuhaftı.
- Peki bu yazıyı bu haliyle basacak mıyız?

- Ver bi kere daha bakayım şu yazıya (okur). Boşver, basmayın. Yerine başka bir yazı koyun, olsun bitsin…

Levent Kırca/AYDINLIK

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget