İran’a saldırı tehdidi her geçen gün tırmanıyor.
ABD seçimleri nedeniyle şahinlerden sürekli “Hadisene, ne duruyorsun? İran’a saldırsana!” baskısı gören başkan Obama bir yana; International Herald Tribune (IHT) / New York Times’ta çıkan Ronen Bergman’ın makalesi, saldırı için kesin tarih bile verdi. IHT’de çarşaf gibi yayımlanan -tam sayfalık- yazıda (28-29 Ocak), İsrail’in bu yıl İran’a saldıracağı davul zurna ile ilan ediliyordu...
Bergman artık geri dönülmez noktaya doğru hızla yol alındığına; meselenin özetle bundan böyle saldırının arka planını hazırlamaya kaldığına, (Irak savaşı öncesinde yapıldığı üzere!) “uluslararası yasal meşruiyet/kılıf altında” saldırıyı gerçekleştirebilmek için “uluslararası desteğin arttırılması yolundaki çabaların ilerletilmesi” gerektiğine dikkat çekiyordu.
Sanal âlemde bomba etkisi yaratan ve internet sitelerinde çok sayıda tartışmayı fitilleyen Bergman’ın yazısı üzerine İran’dan yakın dönemde dönen bir uzman ve Avrupa’da bulunan bir “yeşil hareket” destekçisi İranlı ile görüştüm...
Irak savaşı öncesi gibi
Saldırı tarihlerinin artık böyle açıkça havada uçuştuğu ve yaptırım kıskacının arttığı dönemi, acaba İran halkı nasıl yaşıyor; baskıyla nasıl baş ediyordu? Başlangıçta, üstüne basa basa İran halkını hedeflemeyeceği söylenen ve sadece rejim kodamanları üzerinde baskılara yoğunlaşacağı iddia edilen yaptırımların çapının neden böyle genişletildiğini sordum öncelikle…
Üç küsur yıl önce malum Obama... İslam ülkeleriyle ilişkileri “resetlemek” iddiasıyla işbaşına gelmişti.
İslam âlemiyle sözüm ona “yeni sayfa açmak” savını sahiplenen yeni pozisyon mucibince, karşıtlaşmaya dayanan Bush’un ilkel “sopa” politikaları bırakılacak; yerine... “havuç ve sopa”ya başvuran “diyalog yolu” denecekti.
Virajdaki en kritik ve önemli değişiklik, İran politikasında kendini gösterecekti.
Obama, İran rejimiyle mümkün olduğu kadar “açılım/müzakere kapılarını” zorlayacaktı…
Şablon baştan böyle konduğundan; yaptırımların gündeme geldiği ilk evrelerde önlemlerin “molla rejimi” üzerinde sadece seçilmiş noktalar üzerinde alabildiğince seçici biçimde uygulanacağı, geniş halk kitlelerinin yaptırımlardan doğrudan “zarar görmesinin hiçbir biçimde istenmediği” ve böyle bir hatanın bir daha asla yapılmayacağı söylenmişti.
Bugün halbuki aynı Bush döneminin savaş öncesi Irak’ında olduğu gibi, İran’da “yaptırım kıskacı” giderek neredeyse ilaç piyasasını bile etkiler hale gelmiş...
Konuştuğum İran kaynağı; bu “Bush-laşma” ortamını, geçmişteki vaatleri hilafına Obama’nın masadan “müzakere seçeneğini” kaldırmasına bağlıyor.
Yaptırım yelpazesinin genişletilmesini; şimdiye değin olduğu gibi Batı’nın yalnız “güç politikasıyla” ilgilenmesi ve “güç politikası” kullanmasıyla açıklıyor.
İran rejiminin ebedi, ezeli baskılarıyla öteden beri ezilen İranlıların katmerli çilesine şimdi bu “yaptırım kıskacı” da eklemlenince, hayat çekilmez hale gelmiş. Geleceğe dair her türlü belirsizlik artmış. Bu, İran halkında şimdiden büyük stres yaratmış.
İran’ın ‘bölünme korkusu’
Farklı farklı başlardan oluşan rejimin “oligarşik” yapısı içinde zaten kimin hangi kararı ne zaman alacağı bilinmezken, AB’nin yürürlüğe koyacağı ek yaptırımlar ve uluorta yapılan saldırı söylentilerinin başını alıp gitmesiyle, günlük yaşamın her alanı etkilenerek sekteye uğramış...
Riyal-dolar “kuru” yoyo gibi oynadığından; alım-satım-kira-banka işlemleri çıkmaza girmiş. Yüzde 20 sularındaki enflasyon, zıplamış. Kanser hastaları dahi, kemoterapi gibi son derecede yaşamsal tedaviler için gereken ilaçları önümüzdeki aylarda bulup bulamayacaklarına dair kaygı yaşamaya başlamışlar…
“Günlük yaşamın” endişelerinin yanında, halkın bir numaralı korkusu, olası bir saldırı sonunda “İran’ın bölünmesi” imiş…
Olası bir İsrail ya da ABD saldırısı sonucunda İran, komşu Irak gibi lime lime edilmekten çekiniyor anlayacağınız ve Azerbaycan, Kürdistan bölgelerinin yanı sıra Pakistan sınırındaki Belucistan’ın bölünmesinden korkuyor...
Erken istendiği için yazıyı burada kesiyorum. Kaldığımız yerden hafta sonu devam ederiz.
RTE usulü ‘dinci laiklik’
İran’ı yazarken tam, ekrana RTE’nin “Dindar gençlik yetiştirmek istiyoruz” demeci düştü. Bu konuda da iki kelam etmeden geçemedim. Başbakan daha yeni Arap Baharı ülkelerine “laik devlet” önermesi yapmamış mıydı? Laik devletlerin başbakanları hiç böyle laf eder mi? Yurttaşlarının dindarlık derecesi “laik devlet” başbakanlarının ilgi alanına girer mi? Laik devletlerin başbakanları, dindarlık dozunu farklı ölçülerde yaşayan yurttaşların tümüne eşit mesafede durmak yükümlüğünde değil mi? Öyle anlaşılıyor ki... Recep Tayyip Erdoğan cumhuriyetinde “laiklik” de artık RTE usulü “dindar laiklik” olarak sil baştan yeniden yazılacak .
Nilgün Cerrahoğlu/Cumhuriyet
Yorum Gönder