Ahmet Şık, Nedim Şener, Soner Yalçın ve Odatv hakkında hazırlanan ve mahkemece kabul edilen iddianameden söz ediyorum.
İddianameyi okudukça şaşırıyorum, öfkeleniyorum, üzülüyorum, içim içimi yiyor, işin içinden çıkamıyorum.
Çoğu argo deyimle “geyik” sayılabilecek “telefon kayıtları”ndan yola çıkılarak “işte” deniyor, “hükümeti yasa ve hukuk dışı yöntemlerle, yani darbe yaparak devirmek için plan yapıyor, talimatlar veriyor, uygulamaya sokuyorlar.”
İddianamede geçen konuşmaları, hangi görüşten olursa olsun hemen her gazeteci günde birkaç kez yapıyor. Nereden biliyorum, çünkü biz böyle konuşuruz.
“Yazsana şunu” der örneğin bir meslektaş ya da tanıdığımız biri, “Ver şunların ağzının payını.”
Ya da “Ben yazamadım bari sen yaz” diye önerir bir başkası.
Haydi daha da gerçekçi olalım, kendi özelimizdeki konuşma biçimiyle yazayım “geçir şunlara” der kimileri. Gaza gelirsiniz, “Yarın öyle bir çakıyorum ki” dersiniz siz de.
Şimdi bütün bu meslek içi konuşma üslubu, geyik muhabbetleri, esprili bilgi alışverişleri “iddianame” olarak çıkıyor karşımıza.
Böyle bir iddianame o çok girmek istediğimiz Avrupa Birliği ülkelerinin birinde ya da neredeyse demokrasi kıblesi yapılan Amerika’da olsa, önce meslek kuruluşları, sonra diğer sivil toplum kuruluşları, siyasetçiler ve inanın halk ayağa kalkar.
Bizde ne oluyor? Namuslu, dürüst, samimi birkaç gazeteci, ki çoğu da biraz ürkek biçimde eleştirmeye çalışıyor. Ama asıl yaralayıcı olan güçlü bir medya sesi “Görüyor musunuz, bunlar gazetecilik yaptıkları için değil terör faaliyetlerini destekledikleri, darbeye kalkıştıkları için hapisteler, yani basın özgürlüğü falan söz konusu değil burada” korosuyla halkın beynini yıkamaya çalışıyor.
Neden? Gerçekten bu gazeteci arkadaşlarımız terörist ya da darbeci mi? Değil tabii ki. O hade amaç ne? Birincisi intikam almak, meslek kifayetsizlerinin, gerçek gazetecilerden hıncını çıkarmaya çalışmaları. İkincisi ise “ne olursan ol, muhalefet etme” anlayışını gazetecilerin beynine kazımak.
Vatandaş gerçek gazetecilerin çektiği sıkıntıyı, bir yazı yazarken ya da televizyonda konuşurken kendi kendisiyle nasıl savaştığını bilmiyor. Haklıdır belki bilmemekte. Ama ya basın kuruluşları, cemiyetler, konseyler, sendikalar? Onlar da sessiz ya da cılız tepkiler vererek kendilerini korumaya çalışıyorlar.
Oysa özellikle bu iddianame bütün medyaya bir örnek olmalı. Nasıl bir tehdit ve tehlikeyle karşı karşıya olduğumuzu anlamalıyız.
Kimileri gevrek gevrek gülerek “Canım herkesi de içeri almıyorlar ya, bak sen dahil kaç kişi ne sert muhalefet yapıyorsunuz ama size bir şey olmuyor, demek ki muhalefet eden herkes hapse girmiyor” diyor hiç çekinmeden, utanmadan.
Bu en büyük kandırmaca aslında. Düz mantıkla kahvehane kültürünün en bayağısını kullanarak herkesi sersem yerine koymaktır. Sorun herkesin hapse atılması değil, herkesin yüreğine korku salınmasıdır.
Bir acemi tatilcinin güncesi
Acemi tatilci diye tanımladığım benim. Tatili acemice yapmıyorum tabii de, pek çok kişi gibi önceden planlama yapıp belli bir program içinde tatil yapamıyorum. Bırakın bir ay önceden yer ayırtıp biletleri almayı, ancak gün içinde karar verip çıkabiliyorum tatile. Çok uzun yıllardır bu böyle, yaptığım iş gereği doğal olarak.
Bu yıl da aynısı oldu. Yine önceden program yapamadım, nereye gideceğimi, neler yapacağımı, neler göreceğimi planlayamadım. Ama “kendiliğinden oluşan” esaslı ve çok keyifli bir tatil yaptım.
Tatilim değerli dostum Mesut Gümüştaş’ın “Tatile çok ihtiyacın olduğu görülüyor artık, benim Bozburun’da bir otelim var, topla bavulunu oraya gidiyorsun” demesiyle başladı.
Sonrası da kendiliğinden geldi. Uzun yıllardır özlediğim özgür bir tatil yaptım.
Bozburun, Hisarönü, Datça Yarımadası’nın tamamı, Bördübet ve Güneş Tecelli’nin inanılmaz tatil kampı, Amazon, Gökova, Sedir Adası, Akyaka, Dalyan, Fethiye, Ölü Deniz ve en sonunda Akçay, Altınoluk, Küçükkuyu.
Hepsi arabayla. Bir tür karadan Mavi Yolculuk.
Yarından başlayarak gittiğim yerleri, izlenimlerimi, tavsiyelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Daha mevsim bitmedi güneyde; ama olmadı, beğenirseniz gelecek yıl için planlarsınız kendinizi. Ben nasıl olsa yapamam, bari anlatayım.
Hülya Avşar kaybederken kazandı
Ekranların yeni yıldızları Oya Germen ve Elif Aktuğ her sabah TNT kanalında “Canlı Hayat” programıyla çıkıyorlar izleyicinin karşısına. Keyifli, düzgün, hoş bir program. Dün son günlerin olay adamı Erol Köse konuklarıydı. Erol Köse Twitter’dan attığı mesajlarla ortalığı karıştırıyor. Son olarak Hülya Avşar’la ilgili iddialar attı ortaya, Hülya Avşar cevap verince olay büyüdü, bu kez “Elimde kaseti var” polemiği başladı, Avşar’ın eski eşi Kaya Çilingiroğlu “O kaset yayınlanırsa itibarım sarsılır, kasete el konsun” diye mahkemeye başvurunca iş iyice karıştı.
Ve dün Erol Köse elinde kasetiyle gelmiş TNT stüdyolarına ve oturmuş Germen, Altuğ ikilisinin karşısına.
Sonuçta “olay kaset” denilen Hülya Avşar kasetinin meğerse bir şarkı kaydı olduğunu öğrendik. Hülya Avşar hiç müzik olmadan bir şarkı söylemiş. Kötü tabii. Erol Köse diyor ki “İşte şarkıcıyım diye geçinen Hülya Avşar’ın gerçek sesi bu, artık hayranları onu domates yağmuruna tutar.”
Tamam da, Hülya Avşar kendisinin Whitney Houston olduğunu iddia etmiyor ki. Şöhretinden yararlanıp şarkı da söylemiş o kadar. Ayrıca değme ses sanatçıları bile hiç müziksiz kayıt yapmaya çekinir, o da bir gerçek.
Neyse, o kaset Erol Köse tarafından aslında Hülya Avşar’ı zora sokmak için dinletildi belki ama etkisi ters olacak gibi geliyor bana. Çünkü şarkı güzel, sözler güzel, melodi akılda kalıcı. Müzik ve efektler eklenince hit olabilir. Yani Hülya Avşar bu şarkı için olabilecek en büyük reklamı yaptı.
Bunun ötesinde son günlerde çok eleştirilen Erol Köse de bir anlamda kendini kurtardı. Elindeki kasetlerin tehdit ve şantaj amaçlı değil şarkı kayıtları olduğunu “ben bir müzik prodüktörüyüm, ne bekliyordunuz” diye dile getirdi.
Herkes kazançlı yani. En çok da Canlı Hayat’ın sunucuları, çünkü dün sabah reyting patlaması yaşamışlar. Umarım bu çizgide devam ederler.
Doktorun dediği
Tatil dönüşü işe bir fıkrayla başlayalım. Tabii ki özlediğiniz yıldırım Tuna’dan:
Orta yaşlı adam bazı şikâyetleri nedeniyle doktora gitmiş, muayene sonrası doktor adamın karısını yalnız olarak bir odaya alıp “Kocanızın çok önemli bir şeyi yok” demiş, “Ona her öğün değişik değişik yemekler yapın, maç seyrederken meyveler soyup yedirin, ona hiç karşılık vermeyip sürekli ne derse dinleyin ve ‘Evet’ diyin; arzu ettiği anda hemen onunla aşk yapın, bu şekilde olursa inanın en az 20 yıl yaşar..” Kadın bekleme salonundaki kocasının yanına dönünce adam merakla sormuş “Doktor ne dedi?” diye, “Rezalet..” diye cevap vermiş kadın dişlerini sıkarak, “Görünen o ki pek uzun yaşayamayacaksın tatlım!..”
Siyasilerimizin “alın öpme” tartışmasında vatandaşın fikri: “Vatandaşı ‘öpmedikleri’ sürece birbirlerini istedikleri kadar öpsünler!” (Gani Yıldız)
Can Ataklı/VATAN
Yorum Gönder