Perşembe öğleden önce onunla konuştuğumuz saatlerde çoğu arkadaşı Ankara yoluna düşmüştü bile; “millete vekalet” görevini yerine getirmek üzere...
O ise “Silivri’ye gidiyorum” diyordu hâlâ... Millet iradesinin “rehin” tutulan kısmını kaderine terk edemiyordu..
CHP’li İsa Gök’ten bahsediyorum; Mersinlilerin nam-ı diğer “Yörük Efe”si.
Sözüne sadık kalan tek milletvekili
Ona böyle diyorlar çünkü o, CHP’nin 28 Haziran 2011 günü hem MYK’da hem de Meclis Grubu’nda verdiği “Tutuklu milletvekili arkadaşlarımıza yemin etme yolu açılmadıkça yemin etmeyeceğiz” sözüne sadık kalan tek milletvekili. Keza 5 Temmuz 2011’de yayımlanan “Demokrasi Manifestosu”na da...
O derece ki, yemin etmediği için maaşının kesildiği gün çıktı “Aç kalırım, yine de direnirim” dedi...
TBMM’nin açılmasına bir gün kala da sözünden dönmedi. “1 Ekim’de TBMM’de olacağım ama yemin etmeyeceğim” oldu son sözleri.
- Ama nereye kadar?
En başından beri söylediğini yineledi: “Gücümün yettiği yere kadar...”
- O yer neresi peki?
Bu sorunun cevabı, Meclis İçtüzüğü’nün “Milletvekillerinin devamsızlığı” başlıklı 138. maddesinde belli: Bir milletvekili Meclis çalışmalarına özürsüz veya izinsiz olarak bir ay içinde beş birleşim günü katılmazsa milletvekilliğinin düşürülmesi gündeme geliyor...
Tek gerekçem TBMM’deki mevzimi kaybetmemek- O noktaya gelindiğinde?
Burada da işlemesi gereken bir prosedür var. Gök, o prosedürü de sonuna kadar işlettikten sonra, yani başka hiçbir yol kalmadığında edecek yeminini.
- Bu da geri adım değil mi?
“Vekilliğim düşerse AKP’nin ve AKP’yi taşeron olarak kullanan ama tarikat ama sermaye çevrelerinin çok sevineceğini biliyorum. Bu sevinmeyi onların kursaklarında bırakmak için yemin edeceğim. Ve bu sefer de mücadelemi meclis kürsüsünde sürdüreceğim” diyor ve ekliyor:
“Tutuklu milletvekillerinin haklarını savunmak konusunda TBMM gibi bir mevziyi kaybetmem!”
“Helal olsun” deyip alnımdan öpüyorlar
Akşam’dan Oray Eğin dünkü köşesinde “Tek kişilik eyleminden beklediğini alamadı” diyordu İsa Gök için. Bu satırları okurken, aklıma Gök’ün sık sık yaptığı bir benzetme geldi. Kendisini Nemrut’un yaktığı Davut’a su taşıyan karıncaya benzetiyordu. Hikayedeki fil kadar güçlü olmadığını o da biliyordu. Zaten “hukukçu” olarak neyi, ne kadar “alacağını” bilerek almıştı “yemin direnişi” kararını. Dolayısıyla asıl olan, yola çıkarken amaçladığı sonuca ulaşıp ulaşmadığıydı. Sordum, şöyle yanıtladı:
“Bu benim yenilip, yenilmememle ilgili değil. Kararım, iki milletvekili arkadaşıma yapılan hukuksuzluğu duyurmak içindi. Silivri zulümhanesindeki hukuksuzluğu, haksızlığı, milletin iradesine konan ipoteği duyurabildiysem, gündemde tutabildiysem, bunlar hâlâ konuşuluyorsa başarılı olmuşum demektir.”
Sokaktan aldığı desteğe işaret ediyor bu noktada:
“Bana moral veren sokak, halk. İnsanlar gelip alnımdan öpüyor, “helal olsun sana” diyor. Benim hareketimin halk nezdinde başarıya ulaştığı, toplumun vicdanı olduğu ortaya çıktı. Çünkü Türkiye’nin birliğini, dirliğini, bayrağını, esenliğini savunan bu ülke insanına ve çıkarlarına bağlı olan, Atlantik ötesine değil, oraya-buraya değil, bu ülkeye bağlı olan insanların orada çürütüldüğünü cümle alem görüyor. Ben bu haykırışlara aracı olmaya, kamuoyuna taşımaya çalışıyorum. Orada insanlar can veriyor, orada insanlar çürütülüyor.”
Engin Paşa’yla da görüştüm; arslanlar gibi
Anlaşılan o ki “Silivri”de geçiyor hayatının büyük bölümü onun da. Biz konuşurken “En son dün gece görüştüm” dediği Balbay ve Haberal’la, “yine görüşmeye” gidiyordu mesela!
Sadece CHP’li vekillerin değil MHP’den seçilen İstanbul Milletvekili Engin Alan’ı da ziyaret ettiğini söyledi. Madem öyle, birinci ağızdan aktarsın istedik tutuklu vekillerin son durumlarını:
“Suçsuzluğunu bilen insan çok mert oluyor, dirayet gösteriyor. Balbay da, Haberal da, Engin Paşa da öyle, hepsi arslanlar gibi duruyorlar. Dedikleri şey şu: Bizim suçumuz ne? “İddianamede bize delilli hiçbir suç yüklenemiyor. Bizim suçumuz bu vatanı sevmek. AKP’nin yaptığı haksızlıklara hayır demek.” Suç bu! Bize düşen o insanlara yalnız olmadıkları hissi vererek manevi destek olmak. “
Silivri’den dönerken yüreğim orada kalıyor
Her gidişin bir dönüşü var tabii. Arkadaşlarını Silivri’de bırakıp çıkarken hissettiklerini anlatırken “Yüreğim kanıyor...” oluyor ilk cümlesi; “Dosyalarını okuyorum, hukukçu olarak kahroluyorum. Benim ülkemde, büyük önder Atatürk’ün kurduğu bu cumhuriyette hukuk bu kadar rezil hale gelmemeli. Vicdanım sızlıyor.
Siyasetin yargıyı esir alarak, infaz makamına dönüştürdüğünü görüyorum. Türkiye’yi ülke çıkarları değil, uluslararası kuruluşlar ve emperyalizm doğrultusunda yapılandırdığını görüyorum. Buna hayır diyebilecek insanların siyaset makamı tarafından susturulduğunu görüyorum, siyasetçi olarak kahroluyorum.
Hepsi aile babası, hepsi bu ülke için hâlâ düşünen, bu vatan için bir Mustafa, bir Mehmet feda olsun deme yürekliliğini gösteren o mert insanları orada bırakıp cezaevinden ayrılırken içim sızlıyor, insan olarak kahroluyorum. Yüreğim orda kalıyor.”
BASINDAN SEÇMELER
Soru: Denizeindirilen ilk yerli savaş gemimiz Heybeliada’ya “hayalet gemi” denmesinin ikinci sebebi ne olabilir?
Yanıt: Dışarda komutan kalmazsa gemiyi hayaletlerin idare etmesi ihtimali...
Haldun Ertem
Adım adım karşı devrim
Yaşadığımız günlerin değerini, önemini bilin...
Değer yargılarının altüst edildiği zamanı yaşıyoruz.
Bunun adı “devrim” dir, bir devrime karşı yapıldığı için “karşı devrim” dir.
***
Üç örnek...
“Muhalefet partisinin Genel Sekreteri Kasım Gülek 1952 yılında yapılacak yerel seçim nedeniyle Bilecik’tedir. İktidar partisi, CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek’in bu yöredeki seçim çalışmalarından rahatsız olur ve Adalet Bakanı R. Nasuhioğlu Bilecik Savcısı rahmetli Fahrettin Oğuz’a telefon eder ve Kasım Gülek’in tutuklanmasını ve hemen Ankara’ya gönderilmesini ister. Savcı aynı görüşte değildir, bir ara telefondaki ses çizmeden yukarı çıkarak savcıyı paylar:
- Sen ne biçim savcısın?
Erdemli ve onurlu savcı bu günlere bile örnek olacak bir davranış içinde, ‘benim görevim bitmiştir’ der ve telefonu bakanın yüzüne kapatır. Olaya tanık olan yargıç adayı ve şimdi Yüksek Mahkeme Yargıtay Onursal Üyesi (emekli) Kemal Gür’e dönerek:
- Evladım benim gibi yapmaya hazırsan devam et. Yoksa adaleti rencide (incitmek, küçük düşürmek) edersin...”
***
İkinci örnek...
İki binli yılların sonu, bir Yargıtay başkanı, adalet yılının açılış konuşmasında der ki:
“Hâkimler cüzdanlarıyla, vicdanları arasında kalmıştır.”
***
Üçüncü örnek, iki gün öncesinden...
“Yargıtay Tetkik Hâkimi Celal Çelik, Türk yargısının ‘hukukun üstünlüğü ve halka adalet dağıtmak ülküsünden giderek uzaklaştığını’ belirterek görevinden istifa etti. (...) 40 yaşında olduğunu ve emeklilik süresini doldurmak için önünde 10 yılı bulunduğunu ifade eden Çelik, ‘İki kızım var, ekonomik olarak ayrılmanın zorluklarını bilerek istifayı göze aldım’ diye konuştu. Çelik, Yargıtay’da 20 civarında hâkim ve savcının yakın zamanda aynı gerekçelerle emekliye ayrılacağını söyledi. “Türk yargısında, kişi hak ve özgürlüklerine değer katması gereken karar ve gerekçeler ile yargıçlar ve savcılar yönünden saygın duruş söz konusu olması gerekirken biat, bedelli ikbal beklentileri, blok oy uygulamaları, koltuk ve yaranma hesaplarının varlığı midelerimizi kaldırmıştır” dedi.
***
İşte “karşı devrim” budur. 1950’li yıllarda CHP’li Kasım Gülek’i tahliye eden hâkim “beyaz” diye gazetelerin birinci sayfalarından, manşetlerden düşmemişti.
Ya bugün istifa eden Celal Çelik’e gazetelerin gösterdiği itibar?!
Sütunlarda, iç sayfalarda yer bulabilmek için kendilerini ne kadar da zorlamışlardır.
Hasan Pulur / Milliyet
Terörün fotoğrafı
Melek olarak geldi, melek olarak gitti..
Şu kısacık dünya gezisinde terörün ne lanet bi şey olduğunu da öğreniverdi..
Yukarılarda bir yerde öteki meleklere terörün ne olduğunu anlatıyordur.. Aşağıda ne gördün dediklerinde; kurşun demiştir..
Kurşun..
Ne yemek ne su..
Bebeğimizin adı yok ya.. Duru bebek diyelim.. (8 ay karnında taşıyan annesinin soyadı)
Öğrendiği tek bi şey var..
Kurşun.. Gövdesi yuvarlak, ucu sivri çelik parçası..
Hamaset falan yapmıyorum..
Terörün fotoğrafını çekiyorum..
Mehmet Tezkan / Milliyet
Hamile kadına 200 kurşun sıktılar... Doğmamış bir bebeği, annesini, babasını öldürdüler; küçük bir kız çocuğunu hem yetim, hem öksüz bıraktılar... Radikal için bu fotoğrafın adı hâlâ “şiddete uğrayan aile!” Hâlâ terör diyemiyor, terörist diyemiyor bu milleti can evinden vuran kahpelere...
Hükümet ağlama duvarı mı
İktidar şimdi işin kolayını buldu:
Ağlaşmak ve acındırmak!
İşte Tayyip’in dünkü sözleri:
“Ciğerim yanıyor ciğerim!”
İşte Başbakan Yardımcısı, suikast mağduru Bülent’in yine dünkü sözleri:
“Bunlar (PKK) sırtlanları geçti!”
Burada kendilerine küçük bi anımsatmada bulunmak isterin; Hükümet ağlama duvarı değil, icraat yeridir. Sen bir yanda Kürt açılımları düzenleyeceksin, gidip onların liderlerine yalvarıp yakaracaksın. İmralıdaki Abdullah’ın ayağına devletin en üst düzeyde yetkililerini gönderip onunla pazarlık yapacaksın, örgütün önde gelenleriyle aynı görüşmeleri sürdüreceksin ve sonra da Türk milletinin karşısına geçip ağlanacak, kendim acındırma numaraları yapacaksın.
Bunu yemezler.
Emin Çölaşan / Sözcü
Normalde anayasa suçu işleyen iktidar çekip gitmez mi?..
Bunlar anayasa yapacaklar...
Anayasa Mahkemesi tarafından suçlu bulunup da cezalandırılan bir siyasi kadroya düşüyor; yeni anayasayı yapmak...
Bekir Coşkun / Cumhuriyet
Haşim Kılıç’ı takip timi gibiler
Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, WikiLeaks sızdırmasıyla ortaya çıkan ABD Büyükelçisi James Jeffrey’le görüşmesi hakkında Fikret Bila’ya yaptığı açıklamada, “Sorun bakalım, görüştün ama niye görüştüm” minvalli laflar etti ya... Milliyet’ten Melih Aşık da dünkü köşesinde sordu:
“Bir Anayasa Mahkemesi Başkanı, sohbette bile olsa, bir yabancı büyükelçiye hesap verir tonda verdikleri kararların izahını yapar mı, “Anayasa değişmeli” diye fikir beyan eder mi? Onun görevi kanunların anayasaya uygunluğunu denetlemenin ötesine geçer mi?”
Vatan yazarı Mustafa Mutlu da “hodri meydan” diyor Kılıç’a:
“Madem haklı olduğunuzu düşünüyorsunuz, o zaman ABD’nin eski Büyükelçisi, WikiLeaks yetkilileri ve iddiayı gündeme getiren Şahin Mengü hakkında dava açın. Devlet meselelerini ABD’ye aktarıp aktarmadığınıza, en üst makamını işgal ettiğiniz yargı karar versin...”
Selcan Taşçı/YENİÇAĞ
30 Eylül 2011
Yorum Gönder