OSMANLI DA BİLİME İLGİSİZ KALMIŞTI…
İslam Ülkelerinde Neden Bilim Üretilmedi?
Bir devlet, bir toplum bilime, bilimsel kurallara, bilim adamlarına ilgisiz ve saygısı yoksa o toplum çağdaş dünyadan er geç geri kalır. Bunun somut örneğini Osmanlının bilime ilgisiz kalmasında, bu nedenle geri kalması ve yıkılmasında görüyoruz.
Osmanlı, Yükselme devrinde iki, üç kıtaya hükmetmişse de, Yükselme devrinde Avrupa Rönesans’ın ve matbaanın itici güç ve ivmesi ile hızla ilerlemeye girerken, Osmanlı matbaaya ilgisiz kaldığı gibi bilime de ilgisiz kaldığından, dört yüz yıllık uzun bir sürede gerileme sürecini yaşamıştır. Bu gerileme ta ki, Mustafa Kemal’in önderliğinde Kurtuluş savaşı ve onu pekiştiren Lozan Barışına kadar devam etmiş. İşgalci emperyalizme “dur” diyen bu anlaşmadan sonra, Atatürk’ün Devrim ve İlkeleri ile kalkınma ve aydınlanma çağına girmişti.
TÜBİTAK, TÜBA HERHANGİ BİR DEVLET DAİRESİ DEĞİLDİR
Bilim ve bilim adamı her türlü, doğmalar, inançlar, dinler karşısında laik ve özgür olmalı, özgür düşünmelidir. Bilim, bilim adamı ve de toplum çeşitli din, mezhep, inançlardan ayrı ve özgür değilse o ülkede asla bilimsel üretim ve yaratıcılık yoktur. Örneğin Türkiye’de bilim akademilerine Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, çıkardığı kanun hükmündeki kararname ile özgürce bilim adamı seçimi yapılmayıp, Başbakan RTE ve hükümeti tarafından atanıyorsa, orada bilimsel özgürlük yok demektir.
Bilim kurullarına parti memuru gibi atama yapılamaz. AKP-RTE iktidarı öbür devlet daire ve kurumlarına nasıl yandaş memur atamışsa, TÜBİTAK, TÜBA (Türkiye Bilimler Akademisi) gibi bilim kurumlarına YÖK’ü de kullanarak yandaş bilim adamı atamak istemişti.
651 sayılı KHK ile TÜBİTAK, TÜBA (Türkiye Bilimler Akademisi) ’ya gece yarısı AKP-RTE baskınıyla bu iki kuruma önceleri bağımsız atanan bilim adamları, üye sayısı tıpkı HSYK gibi artırılıp, iktidar ve YÖK atamaları ile iktidara bağlı adeta siyasi birer organ haline getirildi. Daha önce TÜBİTAK a da hükümetin daha önceki müdahalesi anımsanırsa, bundan böyle bu bilim kurumları faaliyetlerini hükümetin emir ve komuta zinciri altında yürütecek. Çağdaş dünyada böylesine bağımsız-özerk olmayan bilim kurulu olamaz, böyle kurumda bilim üretilemez.
Bu konuda TÜBA Başkanı Prof. Dr. Yücel Kanpolat, “yasaların mecliste tartışılmadan KHK (kanun hükmündeki kararname) ile çıkarılmasına sitem ederken yanındaki bilim adamları ile TÜBA nın yapısını değiştiren 651 sayılı KHK konusundaki endişelerini Cumhurbaşkanı Gül’e bildirdikten sonra şöylece endişe ve düşüncelerini dile getirdi:
“-TÜBA heyeti bu kararnamenin, TÜBA’nın bir bilimler akademisi olma niteliğini ortadan kaldıracağını belirtmiş ve bu düzenlemenin Türkiye’yi dünya bilim camiasından koparacağını arz etmiştir”.
Hele laikliğin eleştirilip yan çizildiği Evrim teorisine karşı çıkıldığı, olaylara dinsel pencereden bakıldığı kurumlarda özgürce bilim ve bilimsel kurallar tartışılamaz, bilim üretilemez. Osmanlı zamanında “beşik uleması” seçer gibi günümüzün siyasal iktidarının bilim adamı seçmesi çağdaş dünyada yeri yoktur.
ODTÜ REKTÖRÜ ACAR: “TÜBA İÇİN KAYGILIYIZ”
ODTÜ Rektörü Prof. Dr. Ahmet Acar, 2011-2012 Eğitim-Öğretim yılı açılış töreninde yaptığı konuşmada, “Türkiye Bilimler Akademisi’ni (TÜBA) yeniden yapılandıran kararnameyle ilgili olarak, “Siyasi iradenin bilim akademisine üye ataması demokratik ülkelerde emsali olmayan, gerekçesi anlaşılamayan ve üniversite ve bilim çevreleriyle hiç paylaşılmadan getirilen bir uygulamadır. Bu tasarrufu, bilim dünyamıza ve ülkemize getirebileceği çok olumsuz sonuçları düşünerek, endişe ve kaygı ile izliyoruz” dedi. Acar, genç öğretim üyelerinin başarılarının bu yıl “TÜBA Üstün Başarılı Genç Bilim insanlarını Ödüllendirme Programı (TÜBA-GEBİP) ödülleri sonuçlarına da yansıdığını, üç genç öğretim üyesinin ödüle layık görüldüğünü” söyledi.
AKP-RTE iktidarı, mecliste tartışılmadan çıkardığı KHK lerle, devletin Atatürkçü, laik temel yapısını, rotasını değiştirerek, arzuladığı dinsel içerikli yönetime doğru ülkeyi sürüklemek istemekte olduğu gözlemlenmekte.
BİLİMDE NOBEL ALAN BİR TANE İNSANIMIZ YOKTUR.
Bu nedenle, 1900 den beri, insanlığa hizmet edenlere verilen fizik, kimya, tıp edebiyat ve barış adına verilen Nobel ödülleri içinde Nobel alan bir tane Türk yoktur. Kaldı ki, bütün İslam ülkelerinde Nobel ödülü alan insan sayısı elin parmağı kadar bile yoktur. Bir tane edebiyat dalında Orhan Pamuk Nobel ödülü almışsa da, o da tartışmalı konumdadır. (“Ermenileri kestik” dedi de ödüllerindi” falan gibi)
Oysa dünyada 15-17 milyonluk Yahudilerin aldığı Nobel ödülü yüzün üzerindedir. Müslüman ülkeleri ile Hıristiyan ülkeleri arada korkunç bir uçurum vardır.
Bu neden böyledir? Çünkü İslam ülkelerin çoğunda dinsel kökenli “mahalle baskısı” vardır. Hele Türkiye’deki dokuz yıldır devam eden AKP-RTE dönemindeki bütün devlet kurumları, okullara, üniversitelere ve öteki kurumlara atanan yöneticilere, dekanlara, rektörlere bir bakın, hepsi de atanırken dinsel yaşam ve tavırlarına göre değerlendirilmiş ona göre atama yapılmıştır. Bilim adamı bilim akademilerine siyasal iktidarın ataması ile değil, bilim akademilerinin özgür iradesi ile seçilmelidir. Bilim adamı hiçbir dinin, siyasal görüşün yandaşı, biatçisi olmamalı, laik ve özgür düşünmelidir. Bilim adamının sağcısı, solcusu, dincisi, dinsizi, şu partili bu partili diye ayırımcılığı, bağlılığı olamaz. Ne yazık ki, Osmanlı’dan beri tüm atamalar, bilim, liyakat ve başarıya göre değil, biatçilik, yandaşlık, dindarlık gibi bilimsel ölçütlerle bağdaşmayan düşünce ve istemlerle yapılmıştır. Böylece her kurumunu biatçi yandaş yapılmaya çalışıldığı ülkede gerçek bilim üretilemez, özgür düşünülemez. Öyle ülkede de çağdaş dünyadan geri kalır. Tüm İslam ülkeleri işte öylesine bir seçici tavır içindeler. O nedenle de hepsi çağdaş dünyadan geri kalmışlardır.
Bakınız, Laik TC nin Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, “bizi kardeş yapan birbirine bağlayan Müslümanlıktır, laiklik değil”, demektedir. Bu sözü çağdaş dünyada bir devlet adamının söylememsi gereken talihsiz bir sözdür; ancak İran ve Afganistan gibi dinsel baskı ile yönetilen ülkelerde söylenir. Laik düşünmeyen, dinsel bağnazlığa esir olan kimse ve yönetici asla çağdaş, tarafsız, objektif düşünemez. Laik olmayan toplum ve kişiler bilim üretemez, tarafsız, objektif olamaz, dinsel kökenli baskılar altındadır.
Bu noktada şuna dikkat etmek gerekir. Laikliği 150 yıl önceden özümsemiş, benimsemiş, birbirleri ile barış içinde yaşayan, refahın, çağdaşlığın zirvesinde bulunan Avrupa ülkeleri ile Müslüman ülkeleri bir kıyaslayın. Hangi İslam ülkesinin demokrasisi, sosyal, ekonomik yaşantısı düzenli, hangisinde bilim üretilir ve üretildi, al birini vur ötekine; Taliban’ından, Hizbullah’ından terörün her çeşidi var. İslam ülkelerinden binlerce insan canları kanları pahasına neden Avrupa ülkelerine gitmek için can atmakta?
OSMANLI DA BİLİME İLGİSİZ KALMIŞTI
“Şeriata uymaz”, “şeriat isteriz”, “katli vaciptir”, “cihad”, bilimsel icada “kefere kurnazlığı” diyen vb gibi dinsel kökenli mahalle ve toplum baskısı altında bulunan Osmanlıda bilim üretilememiştir. Matbaanın yurda getirilmesine 270 yıl direnen bağnaz zihniyet Osmanlıyı geri bırakmıştır.
Uygarlığın, bilimin gelişmesinde çok büyük etkisi katkısı olan matbaa, 1450 yılında (İstanbul’un alınması sırasında) Alman John Gutenberg tarafından Mainz’da bulundu. Osmanlıda ise, Rum, Ermeni, Yahudi gibi azınlıklar 1450 li yıllarda, el yazması da olsa, İstanbul’da kendi yayınevlerini kurmuşlardı.
Ne yazık ki, Osmanlı bu eşsiz buluşu matbaayı, kâh dinsel kökenli baskı, kâh ekonomik baskı ile (ama «kâfir-kefere icadı» önyargısı ve küçümsemesi ile), 270 yıl gecikmeyle 1727 yılında (o da Lale Devrinde Macar Kökenli İbrahim Mütefferika’ın gayretiyle) getirebilmiş. Matbaaya karşı bu akıl almaz inat ve direnç, Osmanlı’nın çağdaş dünyadan (ne ki, günümüze kadar yansıyan) 270 yıllık gerileme farkını yaratmıştır. Cumhuriyete kadar süren bu gerileme süreci, koskoca Osmanlının binlerce km2 lik toprak, yüz binlerce, milyonlarca insan kaybı yanında, halkının geri ve sefaletine neden olmuştur. Günümüze kadar devem eden bu geri kalmışlıkta, bağnazca matbaaya ve de bilime direncin etkisi vardır. Demek ki, Orta Çağ’ın Müslüman Türk Dünyasının elle yazılan binlerce kitap, İbni Sina, Biruni, Ömer Hayyam vb bilim ve bilim adamlarının düzeyi, Osmanlının dünya görüşünün çok ilerisinde olduğunu göstermekte.
Bağnaz dinsel baskının Türk halkını iyice sarmadığı 9.10. ve 11 yüzyılda, İbni Sina ve çağdaşlarının yetiştiği bu çağlarda İslam ülkeleri (Türkler) bilimin, düşüncenin zirvesinde yaşamış. 300 yıl Avrupa’nın hayran kaldığı ve yazdığı tıp kitaplarının tıp okullarında 300 yıl okunduğu İbni Sina kadar bir bilim adamını İslam dünyası çıkaramamıştır. Bunda en büyük etken dinsel baskıdır.
Matbaanın bulunduğu 1450 lerden 1500 lere değin geçen 50 yıl içinde Avrupa’da 40 bin dolayında kitap basılmıştır. Osmanlılarda matbaa
1485 de II. Beyazıt tarafından yasaklanmış, aynı yasak 1515 te I. Selim’ce (yani ilk Osmanlı Halifesi Yavuz Selim) bu yasak yinelenmiştir. Ne hikmettir ki, Osmanlıların Arapları “kavm-i necip”, Arapçayı da “necip dil” olarak görmelerine karşın, ilk Arapça kitaplar16. yyılda Avrupa’da Hıristiyanlarca basılmıştır.
Bir Macar askeri olan, Türklere esir düştükten sonra Müslümanlığı kabul eden İbrahim Müteferrika kişisel çabasıyla 1727 da Avrupa’dan 270 yıl sonra İstanbul’da kurduğu ilk basımevinde yaşamı boyunca ancak 17 kitap basabilmiş. Avrupa’lıların 50 yıl içinde 40 bin kitap basmalarına karşın, Osmanlıların 1729 dan 1829 arası 100 yıl içinde basılan kitap sayısı sadece 180 dir. Ne ki şimdilerde bile, toplumca, Avrupa’nın en az kitap okuyan, amiyane ağızla öbür İslam ülkeleri ile birlikte “okuma özürlü” milletiyiz nerdeyse. Osmanlı’da bilimle uğraşanların başlarına işler geldiğini, bilim ve bilim adamlarının baskı altında tutulduğunu da görüyoruz. Bilimle uğraşan devrin aydınlarından Molla Lütfi, Emir Çelebi, Sarı Abdurahman, Gelenbevi İsmail Efendi ve Şanizade Ataullah Efendi gibi kişiler bilimle uğraştıkları için, canlarından olmuşlardır. Hatta günümüzde bile çizdiği haritalarla ünlü Türk Denizcisi Piri reis, (çok güçlü Portekiz donanmasından gemilerini kurtardığı için-kaçtı diye), mucitlere, bilime ilgisiz olan padişahça katledilmiştir.
Dinsel ağırlıklı ders yapan Medrese ve Osmanlı toplumu, matbaanın icadına ilgi göstermediği gibi, Kopernik’in güneş sisteminden, 1687 de Nevton’un Tabiat Felsefesinin Matematik ilkeleri ve evrensel çekim kuramından haberleri yoktu. Duymuş olsalar bile, dinsel kökenli baskılar yüzünden, bu tür pozitif ilimlere eğilmekten susup korkuyorlardı. 14. 15. yüzyıllarda medreselerde tıp, doğa bilimleri ve matematik ( Avrupa’nın hayran kaldığı İbni Sinalar, Farabiler) okutulurken, 16.yüzyıldan sonra, bu dersler de tamamen kaldırılmış. Oysa Batı Rönesans, dinde reform hele matbaanın etkisi ile, pozitif ilimlerle hızla ilerlemeye başladığını, Osmanlı’nın da, pozitif ilimlere ilgisizliği nedeni ile, gerilemeye başladığını görmekteyiz.
Osmanlı Tarihinin en ilginç ve parlak bilim adamlarından Takiyüddin’in (1520–1580) Tophane sırtlarında kurduğu gözlemevi (rasathane), tanınmış astronomi âlimi Tycho Brahe’ninki ile eşdeğermiş. Aynı yıllarda, 1578 de İstanbul’da kuyruklu yıldızın görülmesi ve korkunç veba salgınının, rasathanenin uğursuzluğu olarak yorumlanmış. Şeyhülislam Ahmet Şemsettin Efendi’nin “gözlem yapmak ve evrenin sırlarını açıklamaya cüret etmek uğursuzluk getirir; gözlem yapılan ülkelerde depremler ve öteki felaketlerin ardı arkası kesilmemiştir” şeklindeki fetvası üzerine, rasathane 1580 de Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa tarafından topa tutularak çökertilmiş. Yeni bir rasathane ancak 331 yıl sonra 1911 de kurulabilmiştir.
17.yüzyılın en önemli tıp kitaplarından biri olan “Enmuzec-Üç- Tıp” adlı eseri yazan, anatominin ve ölümün gerçek nedeninin saptanmasında otopsinin ne denli gerekli olduğunu daha o yıllarda savunan Emir Çelebi, padişahın hekimbaşılığına kadar yükselmiş. Bunu çekemeyen karşıtlarının “afyon kullanıyor” diye padişaha jurnal etmeleri üzerine, IV. Murat’ın Nizip’te, zorla fazla miktarda yedirdiği afyonla, Emir Çelebi zehirlenerek 1683 de ölmüştür, (Ayrıntı bilgi kitabın sayfalarında vardır).
Osmanlı döneminin parlak matematikçilerinden Mühendishane-i Bahr-i Hümayun hocalarından Gelenbevi İsmail Efendi (1730–1791) fizik, trigonemetri ve mantık konulu kitaplar hazırlayacak düzeyde bir bilim adamıymış. Uğraşılarını dinsel konular dışına taşırdığı gerekçesi ve jurnali ile görevine son verilmiş, Yenişehir kadılığına atanmış. Bu arada, Şeyhulislâmın kendisini gereksiz yere azarlaması üzerine, hakarete dayanamayıp beyin kanaması ile ölmüş. O yıllarda İstanbul’da bulunan ve özellikle logaritma konusunda ileri bilgisinden söz edilen bir Fransız mühendisinin, onun için,”bu adam Fransa’da olsa ağırlığı kadar altın eder” dediği söylenir.
İlk çağdaş anatomi kitabını yazan Osmanlı hekimi Şanizade Ataullah Efendi (1711–1826), Bektaşi ve materyalist olduğu savıyla Tire’ye sürülmüş. Kısa bir süre sonra hata anlaşılmış ve af çıkarılmış. Ne var ki, af fermanını kendisine okuyan Tire Voyvodası Eğinli Ali Bey, “itlakınıza” (affınıza) diyeceği yerde “itlafınız” (idamınıza) deyince, Atüaullah Efendi kalp kurmasından ölüvermiş.
İstanbul Behram Kethüda Medresesi Müderrisi Nadajlı Sarı Abdurrahman da, evrenin sonsuzluğuna ve bu evrende doğa kanunları üzerinde herhangi bir olayın olamayacağına ilişkin savları yüzünden, “zındık” olduğuna karar verilerek 1601 de idam edilmiş.
Sadrazam Damat Ali Paşa, 1716 da öldüğünde, sadece katoloğu dört cilt tutan binlerce olan kitaplarının koruma altına alınmasını padişah emretmiş. Ama Şeyhulislâm Ebu İsmail Efendi’nin, aralarında bulunan “felsefe, tarih ve astronomi kitaplarının kütüphanelere vakfının caiz olamayacağına” dair fetvası nedeniyle, ne yazık ki, padişahın isteği gerçekleşememiş.
Çiçek aşısını, Toros Türkmenlerince bir rastlantı sonucu, bulunup Avrupa’ya gitmesine karşın, çiçek aşısının gelişmiş hali ile yurda getirilmesi ile diş dolgusuna bir türlü izin verilememiş. Çiçek aşısının dince sakıncası olmadığına ilişkin fetva, 1845 te çıkmasına karşın, diş dolgusuna hiçbir şekilde izin verilememiş. Ne hikmetse, dinen ne sakıncası varsa, Müslümanlar dişlerini ancak Türkiye Cumhuriyeti döneminde diş dolgusu yaptırabilmiş!
Osmanlıdaki bilim düzeyi oldukça geri olduğunu, bu örneklerde görmekle, devletin hızla yıkılmaya, gerilemeye başlamasında görebiliriz. 1863 te yeni açılan Darülfünuna devlet, öğrenci bulmada zorluk çekmiştir. Mühendishanede ders veren Baron de Tot, öğrenci adaylarının bilgi düzeyini ölçmek için bir üçgenin iç açılarının toplamının kaç derece olduğunu sormuş. Koca sınıftan aldığı yanıt, “üçgenine göre değişir” olmuş. Tüm bu acı örnekler, toplumda sadece din ağırlıkla eğitim ve öğretimin yeterli olmadığının kanıtıdır. Koskoca Osmanlı bu yüzden yıkıldığında, geriye cahil bir toplum, bir enkaz yığını kalmıştır.
Osmanlı’nın ne denli bilimsel buluş ve görüşlere ilgisiz kaldığının bir açıklamasını, Kutsal Roma İmparatorluğunun İstanbul Sefiri Ghiselin de Busbecq’in 1560 tarihli mektubunda şöyle okunmaktayız: “Hiçbir ulus, başkalarına ait faydalı icatları benimsemekle onlar (Osmanlı) kadar isteksiz davranmamaktadır; ancak kitap basmak ve meydan ve meydan saatleri kurmak gibi şeyleri bir türlü benimsememektedirler. Kutsal kitapların, basıldıkları takdirde kutsal metin olmaktan çıkacağına inanmaktadırlar. Meydan saatleri kurmaları halinde de müezzinlerin otoritesi ile eski rintlerinin önemlerini kaybedeceğini düşünmektedirler”.
Osmanlının bilimsel düşünce, buluş ve icatlara ilgisizliği yüzyıllarca devam etmiş; bilimsel buluşları “kefere icadı”diye küçümsemiş, özgür düşünceyi de, “artık düşünce kapısı kapanmıştır” diyerek, insanların düşünce ufkunu, yaratıcı ruhunu köreltmiş, kapatmıştır. Buna paralel olarak padişah ve ulema, “kubat dil” diyerek öz ana dili Türkçe’yeyi küçümseyip, Arapça, Farsça karışımı ve halkın anlamakta güçlük çektiği, Osmanlıca denilen karmaşık dil kullanmaya kendilerini zorlamışlar. Bu iki yabancı dili, bilim dili sanıyorlar, Arapçayı da dinsel telkinlerle böyle karmaşık ve toplumun anlamadığı dili zorlamaya çalışıyorlar.(Zaten Batı dillerini de, “Frenk Dili” diyerek yadsıyorlardı.) Böyle karma bir dille yazmayı, konuşmayı aydın olmak sanıyorlardı. Ayrıca üstelik “etrak-ı bi idrak” (idraksız Türk’ler) diyerek kendi öz halkını küçümsüyor, aşağılıyorlar, devlet katında Türk’ün yükselmesini hiç istemiyorlardı.
Osmanlının Viyana Elçisi Mustafa Hattı Efendi 1748 de Viyana’ya görevli olarak gider. O sırada Avrupa’da peş peşe bilimsel buluşlarla ilerlemenin hamleleri içindedir. Elçi Mustafa Hatti Efendi, ona göre “cıhazlar”ın bulunduğu bir gözlemevine davet edilir. Osmanlı Elçisi Mustafa Hatti Efendi, ilk defa gördükleri buluş ve cihazlardan hiç etkilenmez görünür. Ne acıdır ki 200 yıl önce, Batılı bir elçinin teşhisini (Roma’nın İstanbul sefiri Ghiselin de Busbecq’in 1560 tarihli, yukarıdaki mektubu) Osmanlının doğrulayan ilgisizliğini, bağnaz tutumunun devam ettiğini, Elçi Mustafa Hattı Efendi’nin şu raporundan seziyoruz. “Küçük darbelere karşı dayanıklı cam imal edilen atölyede, fırından çıkan camın soğuk suyla temas edince, cam şişenin un ufak olduğunu gören Efendi’ye bunun sebebini sorduğumuzda, camın fırından çıkar çıkmaz, soğuk suda soğutulduğu zaman böyle olduğunu söylediler. Bu akıl yanıtı Frenk hilekârlığına bağlıyoruz”.
Kendisine hile yapıldığını sanan M.Hattı Efendi bilmeliydi ki, normal cam sıcak ve soğukla ani etkileşme ile kırılır. Uzun süren Osmanlı Frenk savaşlarında birbirine hileli baskın, antlaşma yapmalarından sonra, her buluş ve olumlu olayları, şüphe ve hileli olarak görüyorlardı demek ki… Batı, bilimsel ve laik düşünce ile hızla ilerlerken, İslâm Ülkeleri bilime ilgisiz kaldıkları için, çok geri köylü tarım toplulukları halinde kalıyorlar. Avrupa bilimini “düşmanın İslâm dinini ve kültürünü yıkmak için hazırladığı bir oyun” olarak görüyorlardı. (Ne ki bu olumsuz düşünce, günümüze kadar uzanmaktadır; AB ye uzun bir süreçte çekine çekine girmemiz, müzakerelerini kâh kuşku, kâh yavaşlatarak yapmamız bu zihniyetin uzantısıdır ).
Batı Kültürü’ne karşı direnen ve fakir köylülük yaşamı içinde bocalayan Müslüman Toplumunu gören Lort Macaulay, kibirli bir eda ile 2–2–1835 de bir konuşmasında Müslümanları şöyle alaya alıyordu: “Müslümanların bir İngiliz nalbandını utandıran tıbbî doktrinleri; bir İngiliz yatılı okulundaki kızları güldüren astronomileri; otuz ayak boyunda kralların ve otuz bin yıl süren yönetimlerle dolu tarihleri ve pekmez ve tere yağ denizlerinden oluşan coğrafyaları…
Kısaca bilime ilgisiz kalan devlet çağdaş dünyadan geri kalır.
Cevat Kulaksız
DİPNOTLAR
i Milliyet 25.9.2011 sf23
http://gundem.milliyet.com.tr/odtu-rektoru-acar-tuba-icin-kaygiliyiz/gundem/gundemdetay/27.09.2011/1443439/default.htm?ref=OtherNews
ii İslâm ve Bilim. Pervez Hoodbhay Sf: 185)
iii İslâm ve Bilim- Pervez Hoodbhay Sf:180
iv Osmanlı’da Bilim. Dr.Necdet Tuna. Cumhuriyet 24.10.1998 Sf: 2
Yorum Gönder