Savaşı öğrenmek - Deniz Kavukçuoğlu

1955 yılının sonbaharıydı... Babamın görevi nedeniyle bir buçuk yıl kalmak üzere ailecek geldiğimiz Almanya’nın Bremen kentinde okula başlamıştım. 12 yaşındaydım. Koca okulun iki yabancı öğrencisinden biriydim. İlk başlarda beni oldukça bunaltan dil sorunum zaman içinde çözüldükçe, Almancanın kafasını gözünü yararak da olsa, sınıf arkadaşlarımla ders aralarında bir iki söz edebiliyor hatta onlara ufak tefek şakalar yapabiliyordum. Bir gün bir ders arasında sıra arkadaşımın eli şakağında, kaşlarını çatmış, önündeki deftere bir şeyler yazdığını görünce, “Babanın taklidini mi yapıyorsun?” anlamına gelen bir söz söylemiştim. Peter bir an donup kalmış, sonra acılı bir sesle, “Benim babam yok ki,” demişti. Babası II. Dünya Savaşı’nda ölmüştü. Onu yalnızca fotoğraflarından ve annesinin anlattıklarından tanıyordu. Daha sonraki günlerde otuz kişilik sınıfımızda tam on dokuz öğrencinin babasız olduğunu öğrenecektim.
Arkadaşlarımın babaları da Peter’inki gibi savaşta ölmüşlerdi. On altı baba Doğu Cephesi’nde, ikisi Bremen kenti İngiliz uçakları tarafından ilk bombalandığı gün limanda çalışırken, biri de Ukrayna’daki bir tutsak kampında yaşamını yitirmişti. Şirin bir kız olan Margot’un babası ise kayıptı. Her gün okuldan sonra Bremen’in merkezindeki Kızılhaç bürosuna gidiyor, kapıya asılan listelerde babasının adını arıyordu.
II. Dünya Savaşı’nın sonuna doğru İngiliz uçakları tarafından yüzde 60’ı yerle bir edilen Bremen kenti cepheden dönmeyen binlerce erkeğin dışında kadın, erkek, yaşlı, çocuk, yirmi binin üzerinde ölü vermişti. Sınıf arkadaşlarımın hemen tümü yitirdikleri babalarının, annelerinin, dedelerinin ya da eğer yaşasalar, tanıyıp sevebileceklerini düşündükleri başka yakınlarının duvarlarında asılı fotoğraflarına bakarak büyümüşlerdi.
O fotoğrafların karşısında babasızlıklarına, annesizliklerine, dedesizliklerine, ninesizliklerine, yoksunluklarına ağlamışlardı... Her çocuğun hakkı olan “sevilmek” duygusunu analı babalı çocuklar gibi tadamamışlardı. Onların anlattıklarını dinledikçe, kendimi onların yerine koyup düşündükçe, savaşın ne demek olduğunu daha iyi anlıyordum. Elli milyon cana mal olan II. Dünya Savaşı’ndan sonra Bremen’de geçirdiğim o on sekiz ayda elde ettiğim en değerli kazanım, “insan” denen canlının her şeyden önce bir “baba”, bir “anne”, bir “evlat”, bir “dede”, bir “torun” olduğunu öğrenmek olmuştu.
Biz barış içinde doğup büyümüştük. Okuduğumuz kitaplarda, gazetelerde, televizyon ekranlarında “sayı” olarak geçen, bizim de yalnızca birer “sayı” olarak baktığımız ölüler, başkalarının acıları çekilen, eksiklikleri duyumsanan, özlenen babaları, anneleri, evlatları, dedeleri, torunlarıydı...
Savaş nedir, çocukluk yıllarımda öğrendiğimden bu yana savaştan da, savaş çığırtkanlarından da nefret ettim. “Savaş” sözcüğünü her duyduğumda annelerini, babalarını, yakınlarını savaşta yitirmiş, eksik sevgilerle büyümüş Peter’in, Heidi’nin, Bettina’nın, Ingo’nun, öbür sınıf arkadaşlarımın hüzünlü yüzleri geldi gözlerimin önüne... Savaşta ölen her kim olursa olsun ölenler için de, onların geride kalan yakınları içinde acı duydum, duyuyorum.
Herkes için barışı özlüyorum.

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget