Üzerinde yaşadığımız gezegenin tarihi, katliam dizileri ile yüklü.
İlkçağlardan günümüze uzanan süreçte, kendisine tehlike gördüklerini
öldürtenler, “farklı”
olanları soykırıma yollayanlar, savaştığı ülkelerde sivilleri bile
parça parça edenler.. milyarlarca insanı yok ettiler!
Bunlara bir de “kişisel siyasi”
cinayetleri, Neanderthal insanından günümüze çıkar ilişkileri,
kadın, av paylaşımı, siyasi rekabet, para, kıskançlık gibi nedenlerle insanların
birbirini nasıl elediklerini eklersek, ortaya çok karanlık bir tablo çıkıyor.
İster insani bir duygu olması gereken merhamet, ister
“Tanrı’nın verdiği canı yine
ancak Tanrı alır” sözleri, dünyada hoş bir seda olarak
kalmış. İnsanın insana yaptığı zulüm, gözü dönmüşlerin
hırsı dünyayı hep kana bulamış. Peki, 20. yüzyılla beraber ne kadar
değişebilmişiz? Dünyanın yaşadığı iki korkunç “Cihan
Harbi”nden sonra Birleşmiş Milletler, diyalogla
savaşları durdurmayı ana amaçlarından biri olarak ilan etmiş ve bazen (!)
Amerikan çıkarlarının müsaade ettiği oranda başarılı olmuş.
ABD’nin Irak’ta bir milyona
yakın insanı ölüme gönderdiği günlerin barutu ise hâlâ tütmeye devam
ediyor!
Bir de bunların ötesinde, devletlerin aldıkları kararlarla insanları
ölüme yollama “yetkileri”
var. Dünyada ölüm cezasının kaldırılması, son 40 yılda yaygınlaşan bir uygarlık
ilerlemesi. Barış arayışları, insan hakları, demokrasi, eşitlik kavramı
doğrultusunda Avrupa ülkelerinden başlayarak yerleşen bu merhalenin her ülkede
geçerli hale gelmesi ve dünyanın en azından devlet eliyle gelen ölümlerden
kurtulması, son derece önemli.
Ülkemizde özellikle kadınlara yönelik şiddeti, 3. sayfa haberlerini ve
kişisel kavga cinayetlerini köşeye kaldırıp, siyasi arenaya
bakalım: Ölüm üzerinden siyaset yapan herkes açık suç
işliyor! Bunu geniş açıdan ele almaya mecburuz. Herkes kendisine
farklı gerekçeler çıkarabilir, ama aslında hepsi şu ana temada
birleşiyor: Biri(leri)nin, başkalarının yaşamlarını bitirme konusunda kendileri
adına hak ve yetki verebilmeleri. Mesela terör olaylarında
yaşadıklarımız... Daha dün yine beş askerimizi
Şemdinli’de şehit eden
PKK’li teröristler, ama birilerinin maşası olarak, ama
örgüt kararıyla, bu canları alma hakkını kendilerinde görmüşler. Affedilir
tarafları yok. Hiçbir din ve ırk söylemi bu yobazlıkları izah edemez.
Yine aynı Kürt sorununun bir diğer ucunda ise
Allah’a şükür, birkaç gün önce sona erdirilen ve
vicdanı olan herkesi üzen, hatta kahreden ölüm oruçları geliyor. Tüm bu
insanların aileleri, arkadaşları, çocukları var. Ama bu girişime dur diyenlerin
arasında yer alan bazı
“aydın”ların, ilginç şekilde
şehit askerlere duyarlılıkları yok. Hükümet ise
“Ölüm üzerinden siyaset
olmaz” diyerek gidişatta işin adını
koyuyor. Sonuçta konunun siyasi kısmını, yani bu taleplerin
haklılığını, haksızlığını, karşılanabilir olup olmadığını bir yana bırakın, bu
düşünce doğru.
Bu cümleyi sarf eden bir hükümet, aynı hafta ülkenin gündemine
“idam cezası” gibi koca bir
“ucube”yi sokabiliyorsa,
buna ancak karga koroları eşliğinde katıla katıla, ama acı acı
gülünür! O zaman şunu anlarız, bu abartılı çelişkiden: Bu hükümetin
hiçbir sözü samimi değildir. Bu kadar kritik bir konuda aynı anda
siyah ve beyaz diyebilen bir hükümetin başları, dün idam cezası kaldırılırken
bunu her zerreleriyle onaylamışlarsa, bugün de idam cezasını, değişmez
destekçileri MHP’nin yardımıyla tekrar ısıtıyorlarsa,
bu konularda yörünge, tutarlılık, insaf değil, oportünizm ve anlık gündem
değiştirme kavramlarının öne çıktığını anlarız. Bu dehşet verici
bir ikiyüzlülüktür.
“Demokratik” geçinen sevgili
medyamızın da hemen bu
“dolmuş”a binip
“idam cezası”nı heyecanla gündeme
taşımasını da esefle izlediğimi itiraf etmeliyim... AB gereken olağan tepkiyi
anında vermeseydi, Davutoğlu açıkça geri adım atmaya
mecbur kalmasaydı, bu utanılası çıkış daha da ileri gidecekti.
MHP’nin, bu cezanın
“ayrılıkçı terör örgütü”
için “dizayn”(!) edildiğini
sanacak kadar gündem analizinden uzak olması ise saflıktan öte ciddi bir bilinç
kaybı ve sorumsuzluk ifadesidir.Sonuç mu? Benim gözümde terör operasyonu
hazırlayan örgüt, insanları açlık grevine iten sözde siyasiler, ölüm cezasını
tekrar ısıtmaya kalkan iktidarlar ve hatta cezaevi koşullarındaki bilinçli
yetersizliklerle tutukluları ve hükümlüleri ölüme bile bile yollayanlar, aynı
ölüm karanlığının baş aktörleridir. Biz, ölümü değil, özgür yaşamı
kutsamak için geldik bu dünyaya...
Yorum Gönder