Bilmekle, hemen bilmek aynı şey değil.
Bilgiye saygıyla, bildiğimizi ilahlaştırmayı birbirine
karıştırmamalıyız. Hemen anlamak iddiası bizi hayatın ve gerçeğin esası
yerine, oluşun arkada bıraktığı atıkları kutsamak gibi bir çaresizliğe
mahkûm edebiliyor. Soylu beyinlerin yola çıkış sorusu hep şu olmuştur:
Biz neyi, ne kadar bilebiliyoruz? Yalnız şu anda bildiğimize inanırsak,
bilgimiz nasıl büyüyecektir?
Çapı milyonlarca ışık yılı uzunluğunda, evren denen bir kürenin
parçalarıyız. Üstümüzde, ötelerde sayısını henüz tam bilemediğimiz kadar
boyutlar var. Sonsuz planlardan acaba, kaçının sırrına mahremiz? Biz
bir geçiş noktasında bulunuyoruz. Üç boyutlu bir âlemin, âdeta,
mengenesindeyiz. Oysaki, boyutlar sonsuzdur. Bizi aşan sayısız varlık ve
bilgi planları var. Bugün parapsikoloji, spiritoloji, tecrübî psikoloji
çalışmaları gösteriyor ki, sadece insanın değil, tüm canlıların pozitif
bilimlerce saptanan yapılarının ötesinde realiteler vardır. Bunlar
bizi, determinizm kavramımızı değiştirmeye zorluyor. Sebep-sonuç sistemi
yepyeni boyutlar kazanmaktadır. Canlı organizmayı ve hayatı anlamak
için laboratuvarla teşrih masasının yetmediği anlaşılmıştır. Çünkü
bunlar, “Bize hayatı ve mesela insanı tanıt” dediğimizde onu önce
yüzlerce parçaya bölüyor yani, ortadan kaldırıyor, ondan sonra hakkında
bilgi veriyorlar. Oysaki biz, hayatın geride bıraktığı kadavrayı değil,
hayatın kendisini tanımak istiyoruz. Duyular üstü idrake kapılarını
kapatan, yani, körlüğü arkadaş edinen bilim, bu konuda bize fazla bir
şey söyleyemiyor. Kur’an, belki de, bu körlüğe çatmak için, şöyle diyor:
“Andolsun, insanı biz yarattık ve iç dünyasının ona neler fısıldadığını
da biz biliriz. Biz ona, şah damarından daha yakınız.” (Kaf, 16)
Yaratıcı Realite, işte bu sesin çeşitli kanallardan renk ve desenlerle
bize kazandırdığı duyular üstü bilgilerle yakalanabiliyor. Zekânın
ürettiği bilgileri onlarla birleştirdiğimiz zamandır ki, gerçeğin
sınırsız ufuklarına doğru yükseliyoruz. Bu tavrı bir gerilik ilan eden
materyalist yaklaşım, onca ter döktükten sonra, bugün, karaladığı dinin
değil, kendinin iflasını seyrediyor.
Görmek ve dokunmaktan gayrı hiçbir şeye güvenmeyen bir bilim, realiteyi
yakalamak için bizi, her şeyi inorganik kütlelere çevirmek zorunda olan
zekâya teslim ediyor. Oysa ki, büyük Bergson’un da dediği gibi, “Zekâ,
cansız âletler yapmak ve kullanmakta usta olmasına ve geçtiğimiz yollar
hakkında söz söyleyebilmesine rağmen geçilecek yollar hakkında
söylenecek söze sahip değildir.” İnsan, görüneni izahla yetinecek kadar
basit bir susuzluk içinde değil; varlığın esasını, göklerdeki
senfonileri anlamak isteyen derin bir hasretin kucağındadır.
BÜYÜK BİLGELERİN ORTAK İDRAKİ
Yaşadığımız yıllar, duyular üstü bilgilere ve kaynaklara tiksinerek
bakan bir bilimin insanı ortada bıraktığını fark eden ruhların, klasik
tavırları sarsan çalışmalarına tanık olmaktadır. Zaman dilimimiz,
“Yaratıcı faaliyet, bilim ve onun metotlarıyla açıklanamaz. Bu faaliyet
bir şuuraltı faaliyetidir” diyen Koestler’i, sosyal mekânın coğrafî
mekândan farklı olduğunu gösteren bir Sorokin’i, sosyal zamanın
matematik zamandan farklı olduğunu gösteren bir Gurvitch’i, psikolojik
zamanın matematik zamandan farklı olduğunu gösteren bir Einstein’ı,
Ouspensky’yi, Muhammed İkbal’i, nedensellik ilkesi yerine, yaratıcı
hamleler ilkesini koyan ve “ Determinist yaklaşımdan insan ve hayat
hakkında total açıklamalar beklenemez.” diyen bir Jung’un yaşadığı zaman
dilimidir.
Yakınlarda yazdığı kitabı şu anda elimde olan Prof. Dr. Michio Kaku,
‘Hyperspace’ adlı muhteşem eserinde “Şu an itibariyle evrende on boyutu
tespit etmiş bulunuyoruz” demekte ve eklemekte: “Görünenle öz aynı şeyse
bilime ne ihtiyaç var?!” Bütün bunların anlamı, hayatı tanımada bilim
yaftalı inadı kırıp ‘ötelerden gelen ses’e kapıları aralamanın
kaçınılmaz olduğudur. Aksini düşünmek, Henry Clausen’in şu anlamlı
yakınışını daha uzun süre tekrarlamamıza neden olacaktır:
“Pozitif ilimler, hayatımızın maddesel yanını geliştirdiler, fakat, ruh
ve ahlak yanını ilk çağların karanlık çukurlarında yüzüstü bıraktılar.
İnsan, günümüz toplumunda hayvansal ve sefil tabiatını konuşturmaya
devam ediyor. Bu gidiş ancak, insanı insana düşüren farklılıkların
-dinsel farklılıklar da dahil- ortadan kaldırılması ve insanlığın bir
yüksek ruhsal plana ulaştırılmasıyla durdurulabilir.” (Clausen, Beyond
the Ordinary, 39)
Yorum Gönder