Çoğunu uzun yıllardır tanıyorum. Gençlik yıllarında devrimciydiler; Marks’ın, Engels’in ve daha başka sosyalist kuramcıların önemli yapıtlarını okuyup incelememiş olsalar da kendilerini “sosyalist” olarak tanımlıyorlar, herhangi bir nedenle ve yerde meslekleri sorulduğunda “profesyonel devrimci” diye yanıt veriyorlardı.
Aşağı yukarı yaşıtlarımdı, onları, heyecanlarını anlayabiliyor, çoğunu benimsemesem de davranışlarına genellikle hak veriyordum.
Gerek Türkiye’de gerekse yurtdışındaki sürgün yıllarında onları izleyerek, geçirdikleri insani, sosyal ve siyasal evreleri dikkatle gözlemledim. Büyük bölümü değişti. Geçirdikleri değişimleri yadırgadım dersem yanlış yapmış olurum, çünkü kendilerini “devrimci”, “sosyalist” olarak tanımladıkları yıllarda henüz öğrenciydiler, yaşam pratikleri aile, okul ve sokakta yaşadıklarıyla sınırlıydı. Ne var ki kulakları da, gözleri de kendi doğal-sosyal çevrelerinin dışındaki olaylara, gelişmelere açıktı. 1960’ların ikinci yarısına doğru ve sonrasında dünyada esen antiemperyalist/devrimci rüzgârların etki alanındaydılar. Kafalarındaki, Türkiye için “tam bağımsızlık” ve “gerçek demokrasi” düşüncesi bu rüzgârların etkisiyle gelişti, olgunlaştı.
1960’ların tüm dünya gençliği gibi onlar da Asya, Afrika, Latin Amerika’daki kurtuluş ve bağımsızlık savaşlarına hayranlık duyuyorlar, bu savaşları Türkiye’de sürdürecekleri savaşım için “model” olarak benimsiyorlardı. Nitekim devrimci gençlik içindeki bölünmelerin kaynağı da bu modeller ve bu modellere ilişkin farklı seçimlerdi.
Girdikleri yollarda darağaçlarında, dağ başlarında, işkencelerde can verdiler; uzun yılları cezaevlerinde, sürgünlerde geçti.
***
12 Eylül 1980 darbesi belirleyici bir kırılma noktasıydı. Bu noktada, özellikle 1960’lı yılların devrimci gençliği için neredeyse “kitlesel” denilebilecek yoğunlukta bir “değişim süreci” başladı. Sağa kayıyorlardı. Yorulmuşlar, usanmışlardı. Yitirdiklerini düşündükleri yılların faturasını kendi siyasal geçmişlerine kesiyorlardı. Öğrencilik yılları geride kalmış, iş güç sahibi insanlar olmuşlardı. Yeni konumlarına uygun sınıfsal arayış içindeydiler. Sosyalizmi, kişinin yaşamını ve yaşam biçemini belirleyen bir dünya görüşü olarak değil de bir pratik/uygulama olarak görenlerin varacakları noktadaydılar.
Turgut Özal’ın “liberalizmi” imdatlarına yetişti, başlarda utangaç söylemlerle liberalizme yanaşırlarken, Özal ve çevresinin teşvik ve destekleriyle kendilerini bir anda o alanın ortasında buluverdiler. Her biri “sapına kadar liberal” bir kimliğe büründü. Böyle olunca da eşyanın doğası gereği başta medya olmak üzere sağ dünyanın kurum ve kuruluşlarında kendilerine yer edindiler.
“Utangaç” kalanlar ise her ne kadar düşlerinde kapitalist/liberal bir dünyaya özlem duyuyor olsalar da “hâlâ Marksist” görünebilmek için çaba harcıyorlar. Fakat hiç mi hiç inandırıcı olamıyorlar. Çünkü özenle Marksist sosyalizmin abecesi olan emek-sermaye çelişkisini, sömürülenler ile sömürenler arasındaki temel çelişkiyi gözden uzak tutuyorlar.
Oysa Sovyetler Birliği ve onun siyasal/ideolojik izleyicisi olan ülkelerde “reel sosyalizm” çökmüş de olsa 1840’larda sosyalist kuramın ortaya çıkmasına yol açan temel çelişkiler yerli yerinde duruyor, çözüm bekliyor.
Dünyadaki teknolojik gelişmelere koşut olarak klasik görünümüyle mavi tulumlu işçiler sayısal olarak azalmış, beyaz önlüklü, ceket-kravatlı emekçilerin sayıları da artmış olabilir, fakat bu yer değişimi bir sınıfsal değişim olarak görülebilir mi?
Bir kişinin sömürünün süjesi/öznesi olup olmadığı onun giyim kuşamına değil üretim ilişkileri içindeki konumuna bağlıdır.
***
Soldan çark liberaller herkesin bildiğini bilmez olabilirler mi? Sanmıyorum; bilmek işlerine gelmiyor. Çünkü düzenin kendilerine sağladığı “nimetlerden” hoşnutlar. Düzen borazanlığının bedelini kendi kişilikleriyle ödüyorlar. Başbakan tarafından boyunlarına takılan tasmaya rıza gösterecek ölçüde düşmüşler.
Yükselen dalgaya kayık olmak işte böyle bir şey…
Yorum Gönder