Demirel 27 Nisan’ı da yaşadı! - Ruhat Mengi
Süleyman Demirel’e “tüm darbe ve muhtıraları yaşayan deneyimli devlet adamı” olarak 1960 ve 1980 darbeleri, 28 Şubat’ta MGK kararıyla hükümet değişimi ve 1971 muhtırası sorulmuş. O da “3 saat içinde hepsiyle ilgili bilgilerini toparlamaya çalışarak” soruları cevaplamış.
Bu darbe ve muhtıralar arasında “27 Nisan muhtırası hakkında ne düşündüğü” de sorulabilirdi. Evet 27 Nisan’da Demirel “başbakan veya cumhurbaşkanı” değildi ama 27 Mayıs darbesinde de değildi.. Devlet Su İşleri Genel Müdürü idi, yani “darbeyle birebir ilişkisi olmayan” bir bürokrat.. Siyasetçi değil..
27 Nisan’da da aktif siyaset yapmamakla beraber “en deneyimli, en iyi değerlendirecek ve en söz sahibi bir devlet adamlarından biri” durumunda.. 1971 muhtırası ne kadar muhtıra ise Büyükanıt’ın “21’inci yüzyıl Türkiye’sinde, son darbeden 30 yıl sonra hala darbe-muhtıra tehlikesi olduğu duygusu yaratan, tamamen halk tarafından yapılmasına rağmen Cumhuriyet mitinglerinde ordu etkisi varmış havası yaratan ve bugün bile ‘muhtıra’ olarak sık sık adı geçen” açıklaması da o kadar muhtıra!
Ama nedense siyasetçiler konuşmalarında “27 Nisan’a kim karşı çıktı” diye her fırsatta anarken darbe ve muhtıra soruşturmasına 27 Nisan’ı hiç karıştırmıyorlar. Oysa Süleyman Demirel’e bu konuda ne düşündüğü de sorulmalı, 27 Nisan da soruşturulmalı..
Bunun yapılmaması “27 Nisan’ın siyasi olarak ve darbe soruşturmalarını güçlendirici bir neden olarak kullanıldığı, iş soruşturmaya gelince korunduğu” düşüncesini ortaya çıkarıyor. 52 yıl öncesinden başlanacağına önce en son muhtıradan başlanması çok daha rasyoneldir, 27 Nisan muhtırası es geçildiği takdirde olayın üstü kapanmış sayılmayacak, bir gün mutlaka bunun tartışması yapılacak, nedeni sorulacaktır. Şimdiden açıklığa kavuşturulması bu soruşturmanın samimiyetine güven ve inandırıcılık açısından şarttır. Demirel tüm iyi niyetiyle “görüşmenin ucu açık, istediğinizi daha sonra da sorabilirsiniz” dediğine göre bu soru da sorulmalıdır.
*****
Soyunmadan olmaz mı?
Birileri kadınlar hakkında mesaj vermek için şu Avrupa’dan gelen ama bizde gösteri yapmalarına izin verilmeyen “çıplak feminist grubu” gibi soyunmak gerektiğine inanıyor nedense.. Ben kürtaj konusunda İnternet’te tepki veren ve tepkilere erkekleri katan Bianet’çileri de takdir ediyorum, bu nokta yanlış anlaşılmasın ama 25 yıldır kadın hakları konusunu misyon olarak gören, gerektiğinde sokaklarda eylem yaparak aktivist gibi çalışan, bu konularda neler olabileceğini de artık çeşitli olaylarda görmüş bir gazeteci olarak tepkiyi anlatan fotoğraflarda “yazıların çıplak bedene yazılmasının yanlış olduğuna” inanıyorum.
FEMİNİST GRUP TEPKİSİ..
“Fırsat bu fırsat ben de flaş bir hareketle bu işe katılayım” diyerek çıplaklığı öne çıkaran başkaları da olunca iş “toplumun kürtaj yasağına tepkisi” ekseninden çıkıp “feminist bir kesim” olayına (ki feministlerin “çıplak” olduğu-olabileceği imajı verilmesi de ayrıca yanlış) dönüşüyor ki Hükümet üyelerinin “bir grup feminist karşı çıkıyor” dediğini de hepimiz biliyoruz.
Oysa getirilmek istenen kürtaj yasağı “nedeni ne olursa olsun (mutlaka ciddi bir nedeni vardır) istemediği hamileliği sonlandırması önlenen” kadınların hakkına müdahaledir. Özgür iradesine müdahaledir, artık modern dünyada “insan haklarına da müdahale” sayılmaktadır. Ve toplumun her kesiminden kadını ve erkeği ilgilendiren bir olaydır, bu nedenle tepki ortaya koyan eylemlerde çok dikkatli olmak, “ne kadar sansasyonel olursa o kadar ilgi görür” anlayışıyla yaklaşmamak gerekir. Mesela Bianet’çilerin fotoğraflarının yanında “türbanlı bir hamile kadının” da protesto fotoğrafı vardı.. Habere toplu olarak baktığınızda sanki sadece 2 grup kadın varmış ve onlar itiraz ediyormuş gibi “türban ve çıplaklık” görüyorsunuz, oysa bu ikisi arasında milyonlarca kadın aynı yasakla karşı karşıya..
Bence herhangi bir kadın sorununda aktivist eylem yaparken çıplaklık kullanılması yanlıştır, Türkiye “Almanya veya Amerika” değil ve olmadığını akıldan çıkarmamak gerekiyor. Yalnızca o fotoğraflar bile kullanıldığı takdirde (ki kullanılır) karşı tezi güçlendirmeye yetecektir. Bu yazdıklarıma kızanlar varsa Türkiye’deki siyaset yöntemlerini tekrar ve daha iyi düşünmelerini öneriyorum.
*****
Down Sendrom meselesi!
Doğmuş bebeklerin büyüyüp “biber gazıyla öldürülmesi”, iş kazası denilen ihmallerde, trafik kazası denilen cinayetten farksız olaylarda hayatını kaybetmesi, arkası kesilmeyen tecavüz ve cinayetler gibi konularla hiç ilgilenilmeyen ülkede “Tecavüz bebekleri de doğsun” şeklindeki garabeti duyduk biliyorsunuz. Bunun arkasından “Down Sendromlu bebekler de doğsun” dendiğini de duyduk.
Down Sendrom konusunda yazdığım yazıdan sonra bu şekilde doğan bebeklerle ilgili çok sayıda mesaj geldi. Çoğu teşekkür ediyor, bu konuda halkın mutlaka aydınlatılmasını ve hastanelere-doktorlara asla böyle bir öneri yapılmamasını istiyor. Mesela Nihal Çelebi isimli okurumuz “bu mektubumu mutlaka yayınlayın” diyerek “Down Sendromlu bir çocuk annesi olduğunu, 33 yıldır ona baktığını, bunu yapabilmek için işinden ayrılmak zorunda kaldığını.. Maddi-manevi çok büyük zorluklarla karşılaştıklarını.. Çocuğunun zaman zaman istemsiz olarak-fark etmeden kendine ve arkadaşlarına zarar verdiğini, sonunda okuldan almak zorunda kaldıklarını, aynı şekilde anneye de şiddet gösterebildiğini ve sadece ilaçlarla sakinleştiğini, İstanbul’da gitmedikleri psikiyatrist kalmadığını, sonunda anne ve baba olarak sağlıklarının bozulduğunu ve daha birçok şey anlatıyor.
Ayşe Berberoğlu isimli okurumuz ve diğerleri de benzer olaylar anlatmış ve “anne-baba ömür boyu kalmayacak ki, bizden sonra bu zor görevi kim üstlenecek, kim bakacak” diye sormuşlar.
ÖNCE ANNELERLE KONUŞUN!
“Siz hiç Down Sendromlu çocuk gördünüz mü” başlıklı yazımı hatırlayacaksınız.. İşte orada bunları anlatmak istemiştim. Eğer gerçekten “kürtaj yasası”nda bu kadar ileri gideceklerse önce annelerle konuşsunlar, kafadan verilecek kararlar değil bunlar!
Yorum Gönder