Geçen pazartesi itibarıyla Türkiye’de son beş yılda öldürülen kadın sayısı, 5999’du. Sanırım bu yazıyı okuduğunuz sırada 6000’i aşmış, üstüne en az 4 kadın daha hacamat edilmiştir.
Yine Türkiye’de, 2010 yılından beri 600’den fazla öğrenci tutuklu ve salt bir yılda pankart açtı, harçları protesto etti, yönetime karşı çıktı diye üniversiteden uzaklaştırılan öğrenci sayısı 4 bin 700…
Yalnız bu tablo bile, yaşadığımız ülkenin kadınları ve gençleri sevmediğini gösterir. Ama bu sevgisizliği yaratan ve besleyen zihniyet, aşağıladığı kadınlardan daha çok çocuk doğurmalarını talep edebilmektedir. Çocukları küçükken sever de, büyüyünce nefret ederler desek; oyun çağında çalıştırılan, davar gibi alınıp satılan çocuk gelinlere, ırzına geçilen oğlanlara bakarsak, o da değil... Öyleyse niye daha çok çocuk istiyor, malum zihniyet?
Kesinlikle doğru yanıtı, köşe komşum Deniz Kavukçuoğlu, 28 Mayıs tarihli “Adolf Hitler, Kadınlar ve Çocuklar” başlıklı yazısıyla verdi.
Mutlak bir savaş, tercihen bir “cihat” hazırlığındalar!
Yukardaki çıkarsamayı yapamayacak mantıklar yaratmak için Danıştay onayıyla felsefe diye “hadisler” okutmak, “Müslüman ve kindar” gençlik yaratmak, “hayır” demeye kalkan gençleri -zaten erişkinleri de- zindana atmak, salt baskıcı bir rejimin belirtileri değil. Allah Allah, nidalarıyla mezbahaya koşacak bir mücahitler ordusu hedefleniyor.
***
Mezbahaya gitmeyi reddedecek gibi görünenlerin başına da bakın, en ucuzundan neler geliyor:
“Ben 34 yaşında bir T.C. vatandaşıyım. Doğma büyüme İstanbulluyum. 30 yıldır Erenköy-Kazasker’de ikamet etmekteyim. Profesyonel müzisyenim. İstanbul Erkek Lisesi’nde okudum. Yıldız Teknik Üniversitesi’nde müzik lisans eğitimi aldım. İTÜ’de Ses Mühendisliği Yüksek Lisans eğitimimi tamamladım. Askerliğimi yaptım. Devlete herhangi bir borcum bulunmamakta. Sabıka kaydım yok. Yolsuzluğum yok.
Almanca, İngilizce ve İspanyolca olmak üzere 3 yabancı dil biliyorum. Şiir ve ve şarkı yazdığım anadilim Türkçeyi iyi kullandığımı düşünüyorum.
Birçok ünlü ses sanatçısı ile konserler verdim. Ülke içinde ve dışında festivallere katıldım.
Düzenli spor yaparım. Sağlıklı beslenirim. Sigara içmem. Uyuşturucu kullanmam. Yaşlı anne-babama ve amansız bir hastalıkla mücadele eden ablama elimden geldiğince destek olmaya çalışıyorum. Üstü başı ve eli yüzü düzgün bir insan sayılırım.
Ancak bir kusurum var ki, kendimi Yeni Türk Polisi’ne bir türlü beğendiremedim: Saçım uzun ve 20 yıldır -askerlik dönemi hariç- hiç çıkartmadığım küpelerim mevcut. Evime gider gelirken, haftanın ortalama 2 günü ekip otoları tarafından çevriliyorum. Güpegündüz, sokakta onlarca insan varken adeta cımbızla seçiliyorum. Sanki tek polisin zaptedemeyeceği bir suçluymuşum gibi 4 polisin birden arabadan fırlayıp üstümü başımı aradığı oluyor. ‘İşte yıllardır aradığımız sabıkalıyı yakaladık’ gibi bir porte oluşuyor. Düzenli kimlik kontrolündeyim.
Polisin sokaklara huzur getirmesi beklenirken, ben evime rahat dönemez hale geldim. Bu ayrımcılık nedendir? Üstümü başımı ararken ‘Görevimizi yapıyoruz’ deniyor. Bu görev neden sürekli ben ve benim görünümümde insanları hedef alıyor?
Asayiş görevlilerine soruyorum: Size güvenmeli miyiz? Yoksa korkmalı, sakınmalı, uzak mı durmalıyız? Ben bilemedim. Yıllardır insan psikolojisi üzerine eğitim görüp eğitim veren sizlerin, her farklı gördüğünüz kişiye hor gören ve ayrımcı bir muamele yapmaması gerekmez mi?
Bugün benzer sitemlerimi duyan polis memuru, ‘İyi, tanışmış olduk işte’ dedi. Ne var ki ben, sokağımda her çevrildiğimde başka bir ekiple tanışıyorum! Her memura aynı sitemleri dile getiriyorum. Dileğim, yıllarca huzurlu yaşadığım mahallemde yitirdiğim huzura kavuşmak.
Ahlaksız hiçbir davranış sergilemeden potansiyel suçlu muamelesi görmekten usandım. Gereğini arz ederim. Saygılarımla.”
Ozan Erkan
http://www.facebook.com/ozanerkan78
***
Genç okurum Ozan, bu mektubun kısaltılmamış halini Emniyet Müdürlüğü Asayiş Birimleri’ne göndermiş. Ne ihtiyatsızlık!
Dünya çapında bir müzisyen, Fazıl Say’ın ifade suçlusu olarak 1.5 yıl hapis istemiyle yargılandığı ülkede, masumiyet neyin güvencesi olabilir ki, artık?
‘G’ NOKTASI
Başbakan Erdoğan’ın “kürtaj”, “sezaryen” ve “nekrofili” konusunda sergilediği uzmanlığı, yurtdışından izlemek, inanın bana, yurtiçinde duymaktan daha dehşet verici!
Bir başbakandan beklenmeyecek konularda, böylesine ağır konuşması; ülkemizi düpedüz “geri kalmış” ve ekonomik ya da sosyal düzeyi ne olursa olsun, entelektüel düzeyde üçüncü sınıf gösteriyor.
Türkiye’de aşırı sezaryen yapıldığı, kürtaja daha az başvurulacak biçimde doğum kontrolü gerektiği, doğrudur. Ama bu işlerle Sağlık Bakanı ilgilenir, Sağlık Bakanı önlem alır. Çok çocuk isteyen Başbakan’ın ağzından kürtajın, sezaryenin eleştirisini ve kimi politikacılar hakkında “nekrofil” suçlamasını duymak, fazlasıyla Afrika cumhuriyetlerini andırıyor. Tehdit içeriyor, korku salıyor.
“Kanunun boyunduruğundan sıyrılan toplumları, tek bir adamın tasması bekler.”
GUSTAVE LE BON
Yorum Gönder